Seyahatimiz Bursa'dan 30 kişilik bir grupla yolculuğun 27 saat süreceğini tahmin etmediğimiz bir heyecanla başladı. Cilvegözü sınır kapısına geldiğimizde otobüsten çıt çıkmıyordu. Nefesler tutulmuş, korkuyla karışık bir heyecan kulaklarımıza kadar sarmıştı bedenimizi. Halep, Hama, Dar'a ve nihayet Şam… Endülüs gibi mübarek ve Osmanlı gibi muhteşem medeniyetlere ev sahipliği yapmış, İslam âleminin göz bebeği; Şam…
Hikâyesi ta Âdemoğullarından Habil ile Kabil’in kavgasına dayanır. İlk cinayetin, ilk kardeş kanının aktığı yerdir; Dimeşk. Benimse ilk göz ağrım, hayatımın baharındaki (daha 18’imdeyken) ilk yurt dışı tecrübem…
1 aylık gezimizin ilk ayağını Emevi Camii’ni ziyaret ederek başlıyoruz. Avlusuna ayakkabısız girdiğimiz caminin, Hz. Hüseyin'in mübarek başına da muhafızlık yaptığını şans eseri öğreniyoruz. Kuzeyinde Kudüs fatihi Selahaddin Eyyübi’ye sırtını dayamış, batısında buram buram ecdat kokan Hamidiye Çarşısı çevrelenmiş Emevi Camii; Mesih inancına sahip Hristiyanlar tarafından da uğrak mekânlardan biri haline gelmiş. Her milletten insanla karşılaşabileceğiniz caminin avlusuna uğramadığımız tek bir gün bile geçirmedik Şam'da. Kulaklarımızın pasını silen akşam ezanının nağmesi 6 yıl sonra bugün bile havsalamdan silinmedi.
Camiden çıkıp baharat kokularının dört bir yanı sardığı Hamidiye Çarşısı’nda kalabalığa karışıyoruz.
Dünyaca meşhur olduğunu sonradan öğrendiğimiz Bakdash dondurmacısına gidip deve sütünden yapılmış enfes lezzeti tadıyoruz. Şam'ın dar sokaklarını arşınlarken peşimizi hiç bırakmayan nargile kokusu eşliğinde Hz. Muhammed'in kızlarının türbelerinin bulunduğu bir mezarlığa sapıyoruz; Ebu Hureyre de orada İmam Gazali de… Her adımımız İslam tarihi, her sokak Osmanlı bu kentte…
Günler sonra dedemiz Sultan Vahideddin'in de Şam'da olduğunu öğreniyoruz. Torunları hiç ziyaret etmiyor olacak ki türbenin kapısı hep kilitli. Özlemimiz ağır bastığından duvardan atlayıp içeri giriyoruz ve ülkesinden selamlar ulaştırıyoruz.
Yolumuz bir Hristiyan mahallesi olarak bilinen Bab Touma'ya çıkıyor ve Kur'an'ın dilinden İncil'den pasajlar dinliyoruz. Farklı dinlerin bir arada kardeşçe yaşadığını görmek içimizi ısıtıyor. Biz de soluğu uğrak mekânlarımız olan falafelcilerde alıyoruz. Bence Doğu’nun en güzel yiyeceği olan falafel ve Türk parasıyla 25 kuruş olan 1 litrelik limonata tadımıza tat katıyor.
Hemen hemen her sokağında anımızın olduğu kentten ülkeme dönerken getirdiğim lezzetlerden biri de Sabbara adı verilen ve bizim Akdeniz bölgesinde sıkça rastlanan nam-ı diğer kaynanadilidir, meşhur Şam tatlısına hiç değinmiyorum bile…
Buraya kadar gelmişken kısa bir tur yapıp Hama'daki Halid bin Velid Camii’ni de ziyaret etmeden dönmüyoruz ve tabii ki Humus'taki Rahip Bahira Kilisesi’ni…
Şehrin başından sonuna 5 liraya gidebildiğimiz taksiler ve buna rağmen taksicilerle yaptığımız pazarlıklar, Türk olduğumuzu sanki alnımızdan okuyan insanlarının sıcakkanlılığı, ateş pahası sedef kakma kutular, sırtında gezindiğimiz develer ve onların derisinden yapılan çantalar, Humus'taki nefes kesen antik tiyatro, Happy Land'teki su kayağı, Kasyun Dağı’ndan izlediğimiz harika gece manzarası, Elf Leyle ve Leyle (bin bir gece) Restoranı’nın harika mimarisi ve seyahatimiz esnasında eksik olmayan Feyruz melodileri hafızamızda yer ederken dilimizde tek bir cümleyle Suriye'den ayrılıyoruz: “Buralar bizim dedemizindi”.