Çok kısa bir süre öncesine kadar Akabe hakkındaki bilgim, Kim Milyoner Olmak İster'de sorulacak olsa şıklar arasındaki Ürdün’ü joker kullanmadan fakat büyük ihtimalle çok da emin olmadan ancak bilebilecek kadardı.
Ama Ben Akabe’yi cidden sevdim.
15–18 Kasım tarihlerinde Gezimanya. com yazarı ve blogger olarak Türk Hava Yolları’nın davetiyle Ürdün’deydim ve Ürdün’deki ilk durağımız da Akabe’ydi.
THY, Akabe’ye haftanın 3 günü karşılıklı olarak sefer düzenliyor; çarşamba, cuma ve pazar günleri. Uçuş süresi de 2 saat 45 dakika.
İstanbul’dan 00.30’da kalkan uçağımız 03.15 gibi Akabe’nin Uluslararası King Husseyin Havalimanı'na inerken, Akabe hakkında, yukarıda da dediğim gibi isminden başka hiçbir şey bilmiyordum...
Akabe, Kızıldeniz’den içeriye girinti yaparken Sina Yarımadası'nı da oluşturan aynı isimli körfezin kıyısında yer alıyor. Ürdün’ün denize açılan tek limanı da burada. Körfeze ismini verse de Akabe’nin denize olan kıyısı topu topu 26 kilometre ki onun da büyük bölümünü 1965 yılında Suudi Arabistan’la aralarındaki Toprak Değişimi Antlaşmasıyla elde etmişler.
Sabaha karşı indiğimiz havalimanından doğrudan otelimize geçiyoruz. İki gece konakladığımız Radisson Blu Tala Bay Resort Hotel hiç fena sayılmaz. Tabii ki yıllardır Antalya’da haddinden fazla otel görmüş biri olarak bu konuda müşkülpesent olma hakkımı kullanıyorum belirtmeliyim.
Bir şehrin hatta ülkenin sadece 26 kilometre sahili olunca ortaya ilginç durumlar da çıkabiliyor. Sözgelimi ertesi sabah Wadi Rum’a doğru giderken, Ankara’da Jeoloji okumuş rehberimiz körfezin karşı kıyısındaki birbirine oldukça yakın iki beyaz binayı işaret ederek şöyle diyor: “Şu karşıdaki binalardan sağda olanı İsrail’de, orası Elat şehri. Solda olanı ise Mısır’da orası da Taba şehri. Kaldığımız otelin ilerisi de Suudi Arabistan’dı...”
Sabaha karşı havalimanına indiğimde cep telefonuma “İsrail’e Hoşgeldiniz” mesajı geldiğini anımsıyor gülümsüyorum.
Akabe ile ilgili bilgiler ve fotoğraflar ikinci bölümde, izninizle önce ilk günün programı Wadi Rum’u anlatmak istiyorum.
Wadi Rum-Akabe arası 60 kilometre kadar. Akabe Amman arasındaki otoyolda bir 40 kilometre kadar gidip yoldan ayrılıyor Wadi Rum Visitor Center’a kadar bir 20 kilometre daha gidiyorsunuz.
Wadi Rum’a girmeden hemen önce, küçük bir istasyonda durup Hicaz Demiryolu’na ve Osmanlı’dan kalma bir buharlı lokomotife göz atıyoruz.
Malumunuz Hicaz Demiryolu İstanbul’u Kutsal Topraklara bağlamak amacıyla II. Abdülhamit tarafından 1900-1908 yılları arasında yaptırılmış. Zamanının en büyük projelerinden, maliyeti Osmanlı’nın o zamanki bütçesinin yüzde yirmisi kadarmış ve tüm İslam dünyasından bağışlarla tamamlanmış. İşte Şam’dan geçip Medine’ye kadar uzanan demiryolunun bir bölümü de buradan geçiyor.
Yapımından sonra demiryolunun akıbeti pek parlak olmamış. Soygunculukla ve Hacı kafilelerini yağmalamakla geçinen Arap kabileleri bu sefer demiryolunu hedef almışlar maalesef. O dönemde bölgedeki isyanlar ve savaşlar konusuna ise hiç girmiyorum.
Rehberimizin anlattığına göre bu Arap kabilelerinin trene saldırmaları turistler için bazı günler canlandırılıyormuş. Biz görmedik, ama bir yerlerin temsili olarak düşman işgalinden kurtarılmasını yeterince izlemiş biri olarak bu şovu kaçırdığıma üzüldüm diyemem açıkçası...
Wadi Rum ismini ilk kez Val Kilmer ve Carrie Ann Moss’lu Kırmızı Gezegen (Red Planet, 2000) filmini izledikten sonra duymuştum. Filmdeki “kırmızı” gezegen Mars değil Wadi Rum'du. Oldukça sıradan bir bilimkurgu olsa da filmin çekildiği Wadi Rum’u bir gün mutlaka göreceklerim listeme o zamanlarda almıştım.
Kırmızı Gezegen dışında Wadi Rum’da çekilmiş çok daha önemli filmler de var tabii ki; mesela Ridley Scott’un Prometheus’u, 7 Oscar’lı Arabistanlı Lawrence ve bu yılın gözde filmlerinden The Martian (Marslı) da burada çekilmiş.
Bu arada yaşadığım ilginç bir durumdan söz etmek istiyorum. Tam da bu satırları yazıp, Kırmızı Gezegen filminden söz ettiğim gün Digitürk’ün sinema kanallarından birinde film karşıma çıkıverdi, oturdum bir kez daha keyifle izledim. Aynı şeyi Namibya’dan döndükten sonra da yaşamıştım. Namib Çölü'nden söz ettiğimin yazıyı yazarken, orada çekilmiş Fight of the Icarus filmi zapping yaparken karşıma çıkıvermişti. Bu durumun tam tersini yaşamayı diledim bir an. TV’de izlediğim bir filmin çekildiği mekana, ertesi gün atlayıp da gidebileceğim bir fırsat çıkmasını...
Ay Vadisi olarak da isimlendirilen Wadi Rum kızıl kumlardan oluşan düzlüklerden bir anda yükselen yine kızıl granit ve kumtaşı kayalarla çevrili uçsuz bucaksız bir alan. Ürdün’ün en büyük vadisi; 700 kilometrekareden daha büyük bir araziye yayılmış. UNESCO’nun Dünya Mirasları listesinde de yer alan bu vadi sanırım Ürdün denildiğinde Petra’dan sonra akla gelen ikinci isim.
Wadi Rum’un girişinde bir “Visitor Center” var. Ziyaretçilerin bilet alıp, develere veya dört çeker pikaplara bindiği bir alan. Burada tabii ki olmazsa olmaz tuvaletler ve birkaç tane hediyelik eşya satılan mağaza var.
İlk Wadi Rum manzarası işte o Visitor Center çıkışında karşınıza çıkıyor.
Wadi Rum çok güzel, ilk bakışta gerçekten insanın nefesini kesiyor. Bir çöl ne kadar güzel olabilir ki demeyin cidden çok güzel. “Arabistanlı” T.E. Lawrence Arapları Osmanlı’ya karşı başarıyla kışkırtıp emekliye ayrıldıktan sonra yazdığı kitabında Wadi Rum’u şöyle tanımlamış; "Muazzam, yankılı ve tanrısal..." (“Vast, echoing and God-like.”). Katılmamak elde değil. Lawrence’ın bu otobiyografik kitabının ismi Seven Pillars of Wisdom. Türkçe mealiyle; Bilgeliğin Yedi Sütunu. Hatta Wadi Rum’da bu isimde bir de tepe (kaya oluşumu) varmış...
Önce dört çeker pikapların arkasına oturup kumların üzerinde bir süre yol alıyoruz. İlk durağımızda kayalara sırtını vermiş küçük bir tepeye tırmanıyoruz. Rehberimizin önerisiyle, genellikle bu fikirden hiç hazzetmesem de ayakkabılarımı çıkarıyorum. Fakat korktuğum olmuşyor. Pembeye çalan kumlar ne sıcak ne de ayaklarınıza yapışıyor. Hatta giysilerinize bulaşan kumlardan bile elinizle hafice silkelediğinizde kurtulabiliyorsunuz.
Birkaç fotoğraf çektikten sonra yine pikapların arkasında bir sonraki durağımıza hareket ediyoruz.
Burada Wadi Rum’un gerçek sakinleriBedeviler’i tanıyoruz. Bedevi Arapça “Çölde yaşayan” demekmiş.
Güzide Türkçemize "maalesef" girmiş müstehcen bir deyimle gündelik yaşamlarımızda kendilerini sıklıkla andığımız Bedeviler yani çöl insanları deve veya keçi kılından çadırlarda yaşıyorlar. Kabileler halinde yaşayan Bedeviler zamanında bir vahadan diğerine göçerek yaşar, hayvancılıkla geçinirlermiş. Fakat günümüzde turizm Bedeviler için önemli bir geçim kaynağı haline gelmiş. Bir kısmı da şehirlerin yakınlarında “çadırkondu” bölgelerinde yerleşik yaşıyorlarmış. Günümüde ise artık Ürdün nüfusu içinde sayıları hiç de azımsanmayacak olan Bedevilerin pek azı göçüyormuş.
Çöl kumlarının üzerine serilmiş büyükçe bir halıya uzun oturup yeşil kahve çekirdeklerinin, kakule eklenerek kavruluşunu izliyoruz. Ardından da kahvenin uyarıcı etkisini dengeleyen, sindirime çok faydalı kakule ile karıştırılmış Bedevi Kahvelerimizi yudumluyoruz.
Kahvemizin yanına eşlik eden müziğimiz de var; Rababa ezgileri. Rababa bedevi kökenli bir müzik enstrümanı. Koyun derisinden yapılma bir gövdesi ve at kuyruğundan tek bir teli var. Sapında klasik anlamda bir perdesi yok. Müzisyen doğrudan telin üzerine dokunan parmaklarıyla notalara hakim oluyor. Ben rehberimizin yalancısıyım bu çöl çalgısı tüm telli çalgıların atasıymış...
Öğle yemeği olarak ise menüde geleneksel Bedevi yemeği zarb var.
Kumda kazılan bir çukurda ateş yakılıyor. Alüminyum folyo ile kapatılan tepsi bu çukura, ateşin üzerine yerleştiriliyor ve çukur kumla kapatılıyor. Tepside keçi, koyun veya tavuk eti, patates, soğan, domates, biber, limon ve baharat var. Zarb Lezzetli ama ne yalan söyleyeyim yemekten sonra ikram edilen fıstıklı cevizli tatlıları ben daha çok sevdim.
Yemek sonrası yine pikaplara atlayıp çölde bir süre daha yol alıyoruz.
Develere bineceğiz...
At dışında bir hayvanın sırtına binme konusunda kendimi rahat hissettiğimi söyleyemem. Hindistan’da fil sırtında bir yarım saat geçirmiştim, kelimenin tam anlamıyla içim dışıma çıkmıştı. Wadi Rum’daki ilk deveye binme deneyimim de yine aynı nedenden sanırım ilk ve son deneyimim olarak kalacak...
Üzerine oturduğunuz deve ayağa kalkarken önce dizleri üzerinde yükseliyor, hafifçe geriye gidiyorsunuz. Sonra arka ayaklarını tamamen kaldırıveriyor ve bir anda öne doğru düşeceğinizi sanıyorsunuz. Her ne kadar deveye binmeden önce Rehberiniz “düşecek gibi olacaksınız ama düşmezsiniz korkmayın” dese de korkuyorsunuz...
Deve ile seyahat ise “Bu adamlar zamanında çölleri deve sırtında nasıl aşmışlar helal olsun" dedirtecek kadar rahatsız...
Bir yarım saat kadar bir öne bir arkaya sallanarak gidiyoruz. Deve sırtında Rahayeb Çöl Kampı'na girerken gün batmak üzere.
Bu arada deveye binmesi bir dert ama inmesi de ayrı dert belirtmeliyim.
İnternetsiz, telefonsuz ve dahi elektriksiz bir ortamda bir gece olsun her şeyden uzaklaşmak isterseniz, veya çöl soğuğunda içinizi ısıtacak bir ateşin etrafında oturup Bedevi müzikleri dinleyip sohbet etmek veya sadece tertemiz gökyüzündeki milyonlarca yıldızı izlerken gerçekte ne kadar küçük olduğunuzu fark etmek... İşte bunlar için Wadi Rum’da herhangi bir çöl kampında bir gece geçirmek iyi bir fikir olabilir.
Birkaç saat geçirdiğimiz kampta o akşam hava soğuktu, müzik, sohbet ve yemekler ise sıcak. Maalesef bulutlu hava nedeniyle yıldızları izleyemedim ama kesinlikle çölde bir gece geçirmeye karar verdim.
Yeniden Wadi Rum mu olur yoksa dünyanın herhangi başka bir yerindeki başka bir çöl mü bilmiyorum ama mutlaka çölde bir gece geçireceğim.
Otele dönerken Wadi Rum'u gördüğüm için mutlu, ertesi gün Petra'yı göreceğim için heyecanlıyım...
Son söz: Gerçekte ne kadar küçük olduğunuzu hissetmek için yıldızları görmeye gerek yok... Çölün kendisi yeterli
Sürecek ve daha bol fotoğraflı hali www.erozgen.blogspot.com'da