Benim grup Myvatn Gölü çevresini dolaşırken ben günümü bu güzel yerde, Akureyri’de tek başıma geçireceğim…
Lego’dan yapılmış bir kasaba burası… İzlanda’nın ikinci büyük yerleşimi, nüfusu yaklaşık 20 bin… Hem Kuzey İzlanda’nın başşehri olarak adlandırılıyor hem de Reykjavik’ten sonra ülkede üniversite bulunan ikinci yerleşim…
İzlanda’daki önceki günümde düşüp sağ el bileğimi incittiğim için sabah ilk işim, hastaneyi gidip raporumu ve röntgen sonuçlarını almak oldu.
Bir girişi hastanenin orada olan ve o enlemdeki tek olma özelliğini taşıyan Botanik Bahçe’nin içinden geçerek merkeze inen kıvrımlı, yokuşlu yolda buldum kendimi…
Bahçedeki fıskiyeli havuz
Bahçeden görüntü
Bugün hava harika… 8 derece civarlarında ve bol güneşli… Bizde, kar topluyor dedirten cinsten… Yazın ortaları olduğundan İzlandalılar şort, tişört, parmak arası terliklerle dolaşıyorlar! Banklarda güneşlenenler de var. Ama soğuğu çok seven ben bile, anorağımı bir türlü sırtımdan çıkartamadım.
Merkeze inen yokuşlu yolun üstünde limana karşı konuşlanmış bir banka oturup; burada 2 ay yaşanır mı, yaşanırsa nasıl olur acaba diye uzunca bir süre düşündüm. Önünde minicik bahçesi olan bir stüdyo daire kiralamak, orada kitap okumak, belki yeniden bisiklete binmeye başlamak, doğada kaybolmak ve bu oldukça zor dili öğrenmeye çalışmak… Türkiye dışında bir yerde yaşamak gibi bir niyetim hep var. Yerleşmek değil, sevdiğim bir ülkenin çok sevdiğim bir şehrinde son bir çılgınlık yapmak... Aklımda fikrimde olan tek ülke de Küba’ydı. Amma velakin kardeşim, dostum, canım olan arkadaşım; “ben ömrümü yollarda seni görmek için geçiremem, bana bunu yapamazsın” deyince vazgeçtim Küba hayalimden… İzlanda, Küba’ya göre çok daha yakın memlekete…
Gerçeğe döneyim ben : )
Hayal kurarken önümdeki manzara
Arkamdaki güzellikler… Stüdyo daire kiralarım derken, amaç buradaki kırmızı ev tabii ki değil… Yanlış anlamalara yer vermemek adına açıklayayım istedim…
Akureyri, boyundan büyük nüfusuna karşın sadece tek bir ana caddeye sahip… O cadde üzerinde de yok yok… Çok güzel ve büyük bir kitapçıdan tutun, eğlence ve sosyal hayatın kalbinin attığı yer…
Rengârenk çift katlı evler, her dükkânın içinde veya dışında kahve içilecek masa ve sandalyeler, genç ve yaşlı insanlar...
Reykjavik’teki Hallgrim Kilisesi’nin minyatür hali de şehrin her tarafından görülecek bir noktaya dikilmiş…
Öğle yemeğimi, dışarıdan çok tipik gördüğüm ve içerisinin de dolu olduğu bir mekânda, Bautinn Restoran’da (http://www.bautinn.is/) yiyeyim dedim. Bulabilirsem, domuz yiyeceğim. Mönüde vardı, ama balina eti de çok cazip göründü birden… Bir daha nerede bulup da tadabileceğim… Onu ısmarladım, “nasıl pişsin” diye sordu garson kız... Ne bileyim ben... Bu balık yani… Az pişsin dersem ve önüme sushi benzeri bir şey gelirse masadan kalkacağımı bildiğimden, “orta lütfen” dedim. Salonun ortasında kurulmuş olan salata bar “gel bana” dedi. Yeşillik, domates, salatalık, roka bulabilme heyecanıyla hamle yaptım ama çeşitli soslara bürünmüş soğuk makarnalar vs. buldum. Sebze yok bu ülkede… Az bir şey tabağıma alıp yerime dönerken; bizim grup burada değildi ama Türkçe konuşuluyordu... Kafamı çevirdim bir tur şirketinden tanıdığım Teo’yu gördüm... Sözleşsek, aynı yerde ve aynı saatte buluşamazdık. Sarıldık, öpüştük. Grupta daha önceki gezilerden tanıdığım iki hanım daha vardı. Dünya küçük ve Türkler her yerdeler…
“Balina Steak” nasıldı diye soracak olursanız; hiç düşünmeden, ciğer sote tadında bir et diyeceğim… Yanında folyoya sarılarak pişirilmiş kabuklu patates ve sayıyla havuç... Bayıldığımı söyleyemem…
Öğleden sonramı da şehrin liman bölgesini karış karış gezerek değerlendirdim. Ben böyle gezerken kaybolmayı çok severim. Burada o şansı bulamıyor insan!
Opera ve Bale Binası; Kuzey Avrupa ülkelerinin hepsinde olduğu gibi, burada da su kenarına kurulmuş. Sanki denizden çıkıyormuş gibi geliyor insana… Her tür sanatsal etkinliğin yapıldığı bir bütün…
Liman bölgesi
Limandaki balina kuyruğu heykeli
İzlanda’yı yazmaya başladığım ilk günden itibaren sürekli olarak; adamlar ilginç, gereksiz hiçbir şey yapmıyorlar diye yazıp durdum. Bunun bir başka örneğini de buraya yaşadım. Hazır boşum, vaktim bol, hediyeliklerini buradan temin et dedim kendi kendime… Bir dükkândan alacaklarımı alıp, kasada “hediye olacaklar” dedim. Bizde bunu deyince, özel hediye paketi yapılır. Öyle biliyorum, öyle alışmışız… Kasiyer kız aldıklarımı naylon poşete koyup, borcunuz şu kadar, dedi. Hediye olacaktı, dedim. Hallettim dedi. Nasıl yani? Fiyat etiketlerini çıkartmış! Hmm... Demek ki burada hediye paketi gereksiz bir şey... İstanbul’a döndüğümde renkli kâğıtlar arayıp durdum!