Bir Hayalin Peşinde: Serengeti Milli Parkı

Eğer safari, büyük göç, aslan, gazella, fil, leopar vb ilgili herhangi bir programı seyretmeyi seviyorsanız ölmeden önce yapılacaklar listenizin başına mutlaka Tanzanya'daki Serengeti Milli Parkı ziyaretini koymalısınız. Biz harika organizasyon ile hayalimizi gerçekleştirdik.

Seyahatimiz İstanbul – Kilimanjero uçuşu ile başladı. Yaklaşık 7 saatlik uçuşun sonunda Afrika'nın incisi, dağcıların en büyük hayallerinden Kilimanjero Dağı’nın eteklerindeydik. Bizi safari rehberimiz Gift karşıladı ve 45 dakikalık araba yolculuğuyla Arusha'ya vardık. Otelimizdeki 3-4 saatlik uykunun ardından gençliğimizin filmi Out of Africa'nın muhteşem manzaralarını keşfe hazırdık. Şehirden çıkmadan neler satıldığını görmek ve sinek kovucu almak için markete uğradık. Gitmeden önce sinek kovucu almayın; çünkü bizimkiler orada pek işe yaramıyor.

Asfaltın bittiği Ngorongoro Milli Parkı'nın kapısından yavaşça içeri süzüldük ve safari başladı. Serengeti ve Ngorongoro iç içe iki milli park. Serengeti'ye gidene kadar yaklaşık 1,5-2 saatlik tozlu yollarda rehberimizin deyimiyle Afrika masajı başlamıştı. Zaman zaman koltuğumuzdan düşme tehlikesi yaşadık. Jeepimiz o kadar heybetli ve güçlü görünüyordu ki kendimizi son derece güvende hissediyorduk.

Bizi ilk karşılayan yol kenarında yürüyen Masaili çocuklar oldu. Yüzleri beyaz boyalı bu simsiyah çocuklar 13-15 yaş arası Masaili ergenler. 6 ay boyunca köyden birkaç yetişkinin gözetiminde ormanda yaşayıp Masai erkeği olmayı öğreniyorlar. Bir tür ergen olma ritüeli.

Az ilerde de ilk Masai köyünü gördük. Masailerin büyük çoğunluğu bu bölgede yaşıyor. İnek ve keçi yetiştirerek yaşamlarını sürdürüyor. 10-12 haneli köyleri kendilerinin çamur ve ağaç dallarından yaptıkları kubbe şeklinde küçük ama cidden çok küçük barınaklardan oluşuyor. Bu boyuttakilere kulübe veya benzeri bir isim vermek çok zor. Köyün etrafı yırtıcı hayvanlardan korunmak için yine çalılardan yapılmış bir çitle çevrili. Tüm yol boyunca bir sürü benzer köy vardı. Erkekler ellerinde uzun sopaları ve kırmızı kıyafetleri, kadınlar rengarenk giysi ve takıları ile son derece göz alıcıydı. En çarpıcı olan ise bizler güvende olmak için heybetli jeeplerle seyahat ederken 7-8 yaşındaki Masai çocuklarının sadece ellerinde bir sopa ile 30-40 hayvanı güderek bir yerden bir yere gitmeleriydi.

Rehberimize bir köyü ziyaret etmek istediğimizi söylediğimizde, bunun mümkün olduğunu ancak köyün liderinin bu ziyaret için köy adına bir bağış isteyeceğini söyledi. Biraz sonrada yoldan ayrılarak direksiyonu bir köyün girişine doğru çevirdi. Köyün biraz ilerisinde durduk. Araçtan inerek bizi karşılamaya gelen köy liderine doğru yürümeye başladığımızda meraklı gözlerle çalıların arkasından bize bakan çocukları fark ettik. Rehberimizin kısa görüşmesinden sonra bizi kabul edeceklerini söylediler. Ancak bu süre içinde bir kişi bize eşlik edecek ve onun yanından ayrılmayacaktık. Biraz sonra köyün giriş kapısından tüm kadın ve erkeler karşılama töreni için dışarı çıkmaya başladılar. İki grup halinde yarım ay şeklinde dizilerek önce erkekler daha sonra kadınlar Masai şarkıları eşliğinde dans etmeye başladılar.

Hep televizyondan izlediğim o ritüeli yaşamaya başladım, rüya gibi. O müziğin ritmi ile dizlerini kırmadan zıplayan erkekler yavaş yavaş bize yöneldiler. Dansın artık içindeydik.  Biz daha dansın büyüsünden kurtulmamıştık ki rehberimiz köyün içindeki evlerden bir tanesine doğru yürümeye başladı. Evin sahibi (artık ev diyorum) bizi içeri davet etti. Tavanı çok alçak ve içerisi çok karanlıktı. Bir süre sonra gözlerimiz ışığa alıştığı zaman köyün lideri anlatmaya başladı. Burası anne-baba yatak odası, burası çocukların yatak odası, burası mutfak, burası oturma alanı. Evet şaka gibi, bu bahsettiği alan 3 metreye 4 metre, bilemediniz 5 metreydi. Bir tarafa eşim ve kızım oturdu, ebeveyn odasıymış. Yerden çamurla biraz yükseltilmiş, üzerine bir deri örtülmüş bir yatak... Ben de rehberimizle aynı şekilde yapılmış çocuk odasındaydık. Benimle eşimin dizi arasında ancak bir adımlık mesafe vardı. Ortamızda da yine çamurla yapılmış küçük bir ocak yeri, üstünde de tek bir kap. Başka hiçbir şey yok. Ne yiyorsunuz dediğimde, günde 2 öğün yediklerini ve sadece kan, süt ve et tükettiklerini söyledi.

Evet kan, kendi yetiştirdikleri keçi ve inekleri kestiklerinde önce kanını alıyorlar. Bunu bazen sade bazen de sütle karıştırarak içiyorlarmış. Bu kahvaltı, akşamları da et. Ortalama yaş ömürlerini sorduğumda 100 yaşını geçtiklerini söyledi ancak köyde çok çok yaşlı birisini görmedim. Biraz karanlıktan, biraz evin basıklığından yavaşça dışarı çıkarak köyün arkasındaki çocuk yuvasına doğru yürüyemeye başladık. Evet köyün bir yuvası var, arazinin ortasında bir kulübe. İçerde ders vardı; İngilizce, matematik ve yerel dilleri Swahilice’yi öğreniyorlar. Ortamın yokluğuna inat hepsi mutlu ve sağlıklı değişik yaşlardan bir sürü çocuk bize söyledikleri güzel şarkıdan sonra aracımıza binip yolculuğumuza devam ettik.

Çadırımız

Yolda gördüğümüz sayısız Masai köyü, yürüyen çocuk ve yetişkinler ile uçsuz bucaksız toprakları geçerek Serengeti Milli Parkı’nın kapısına geldik. Giriş formalitelerini tamamladıktan sonra aracımız tüm heybetiyle yavaş yavaş kapıdan geçti. Bu ana kadar çok az hayvan, çok fazla Masai yerlisi görmüştük. Ancak buradan sonra artık Masai yerleşimi yok, sadece hayvanlarla beraberiz. Serengeti, Masai dilinde "sonsuz toprak" demek. Gerçekten sonsuz toprak, 15 bin kilometrekarelik, göz alabildiğine uzanan bir alan.

İlk konuklarımız -ki aslında konuk olan biziz- Thomson antiloplar oldu. Narin vücutları, ürkek bakışlarıyla inanılmaz zarif canlılar. Ben kızıma onları gösterirken belki de karşımdaki baba da kızına bizi gösteriyordu.

İlerlemeyi sürdürdükçe zebralar, ağacın tepesinden bize bakan zürafalar etrafımızı sarmaya başladı. Etrafta hiçbir yerleşim yok, sadece içinde ne olduğunu görmediğimiz belimize gelen sarı otlar, ara ara “simba kayalığı” adı verilen kayalıklar var. “Simba” Masai dilinde aslan anlamına geliyor. (Elbette Aslan Kral filmini izleyenler bunu biliyordur). Biraz sonra rehberimiz yavaşladı, “gördünüz mü?” diye sordu. Biz şaşkın şakın bakınırken daha önce bahsettiğim otların içinde yatan çakalı gösterdi. Bizden rahatsız olarak hareketlenmeye başlayınca ancak görebildik. Anladık ki uçsuz bucaksız otların içinde birçok ev sahibi bizi izliyor.

Artık öğlen olmuştu, sabah otelden aldığımız kumanyalarımızı yemek için ziyaretçilere ayrılan bir alana gittik. Araçtan inip ağaçların altında gölge bir yere yerleştik. Güneş ne kadar sıcaksa, gölge o kadar serindi. Etrafımızda bizim gibi safari yapan dünyanın değişik ülkelerinden pek çok gezgin vardı. Ama tam yanımızdaki büyük ağacın altında toplanmış yemek yiyenler okul gezisine çıkmış Tanzanyalı çocuklardı. Kızım “bizim için buraya gelmek bir hayalken onlar okul gezisiyle gelmiş” dedi. Onlar içinde Antalya'ya gelip denize girmek bir hayal; önemli olan elindekinin değerini bilmek, onunla barışık olmak ve ondan zevk alabilmek.

Yemekten sonra otlara yatarak biraz keyif yaptıktan sonra yola koyulduk ve o kayalıklara neden simba kayalığı dendiğini anladık. Çünkü rehberimiz bir kayalığın önünde durdu, biz yine bakınırken elindeki dürbünü uzatıp bize az ilerimizde güneşin altında şekerleme yapan aslanı gösterdi. Doğadaki tüm yırtıcılar sadece aç olduklarında avlanıyorlar. Aslanlar üç-dört günde bir, timsahlar yedi günde bir avlanırmış. Antilop, zebra, yaban öküzü, bufalo gibi otçullar ise gün boyunca sürekli yiyorlar.

Saat ilerlemiş, hem uçak hem de araç yolculuğunun yorgunluğu üstümüze çökmüş ve hava yavaş yavaş kararıyordu.  Artık kampı bulma zamanıydı, biraz heyecanlı biraz endişeliydim. Çünkü bu arazide çadırda kalacaktık. Hadi ben çılgınca hayalimin peşinde buraya gelmiştim ama eşim ve kzımda o çadırda kalacaktı, etrafından hiçbir güvenlik bariyeri olmadan. Kış olduğu için hava erken karardı, yolda ertesi günü katılacağımız balon safari için ilgili büroya uğradıktan sonra kalacağımız Kati Kati Kamp’a doğru yola çıktık.

Bu kamp mobil bir kamp, sabit bir yeri yok, hayvanlara yakın olmak için belli aralıklarla yer değiştiriyor. Öğrendik ki tam yedi Kati Kati Kamp var, bizimki dört numaralı; yolda tabela veya bir işaretleme elbette yok. Karanlıkta ilerliyoruz, aç ve yorgunuz.  Tam o anda karşımıza bir aslan çıktı, daha doğrusu farlarımız bir anda onu aydınlattı. Tüm heybetiyle dişi bir aslan...  Aslanlar sürü olarak yaşar, mutlaka etrafta başka dişiler ve bir erkek aslan daha vardı, hatta yavrular. Nerede ve ne kadar uzakta olduğumuzu bilmediğimiz bir kamp... En yakın asfalt 3 saatlik mesafede, sonsuz toprakların ortasında, zifiri karanlıkta, bir aracın içinde dört kişi ve aracın bir metre önünden yavaşça yürüyerek sol taraftan sağ tarafa doğru geçen bir aslan... Ne mi yaptık? Hemen aracı çevirdik, farlarımızla aslanı ve etrafını aydınlattık ailenin kalanını da görebilmek için. Maalesef ailenin kalan bireylerini göremedik, aslan bize hiç aldırmadan tüm endamıyla yavaşça otların arasında kayboldu. Tekrar yola koyularak kampımızı aramaya devam ettik.

Kampa vardığımızda saat 9'u bulmuştu, önce çadıra yerleştik, elimizi yüzümüzü yıkayıp yemek için yemek çadırına geçtik. Harika yemeklerin ardından çadırımıza dönerken bir görevli bize eşlik etmek için geldi. Ben “fenerim var biz gideriz” dediğimde, yandaki çalıları göstererek “bazen aslan, çakal olabiliyor, ben size eşlik edeyim” şeklinde bir açıklama getirdi!

Çadırımıza girdik, her tarafı dikkatli bir şekilde kapatmamızı söylediler, böcek ve yılan için uyardılar. Çadır oldukça büyük ve yüksek; içinde 3 tane yatak, duş, tuvalet ve lavabo var. Yemekte duş yapmak isteyip istemediğimiz, sabah kaçta uyanmak istediğimizi sormuşlardı. Duş için su ısıtılarak getiriliyor, kişi başı yirmi litre, çadırın dışındaki depoya dolduruyorlar ve başınızın üzerindeki zinciri çekince banyo keyfi başlıyor. Su sesi kesilince dışardan bir ses  “daha fazla suya ihtiyaç olup olmadığını soruyor. Biz de ikinci kişi için su istediğimizi söylüyoruz. Birkaç dakika sonra yeni sıcak su hazır. Üçümüz de duşumuzu yaptıktan sonra çay içmek için de sıcak su istedik o da iki dakika sonra hazırdı.

Lavabonun yanında herkes için bir tane kapalı şişe suyu var. Kesinlikle dişlerinizi bu su ile fırçalamanız gerekli. Aynı şekilde yatakların başında da birer adet su var. Gitmeden 3 hafta önce sarı humma ve tifo aşılarımızı olduk, seyahatten iki gün önce sıtma ilaçlarımızı başladık. Burayı gezmek için bu kadar riske değer mi derseniz cevabım: EVET, DEĞER. Kati Kati Kamp, Serengeti'yi yaşamak istiyorsanız kesinlikle ve kesinlikle en doğru adres.

Evet çadırdaydık ancak o kadar konfor sağlanmıştı ki gece yatarken kızım “sabah inşallah uyandırma telefonu yanımda çalmaz”  deyiverince çok güldük, kullandığımız sular taşıma su, elektriğimiz solardı.

Sabah saat 4:00'de  “Jambo jambo” diye seslenen görevliye biz de “jambo jambo” diyerek gözlerimizi yeni güne açtık, daha doğrusu açmaya çalıştık. Dışarısı hala zifiri karanlıktı, biraz kalın giyinerek balona gideceğimiz araca bindik. Karanlıktaki yaklaşık 1,5 saatlik yolculuğun ardından balonun kalkacağı yere geldiğimizde gün aydınlanmaya başlamıştı. Balonun kaptanı önce birlikte seyahat edeceğimiz  Alman aileye kendini tanıtıp bilgi verdikten sonra yanımıza geldi. İngilizce kendisini tanıtmaya başladı, ben de “Merhaba ben Levent" dedim. İlk anda duyduğu Türkçe’yi algılamakta zorlanan pilotumuz Kayserili, Kapadokya'dan 4 yıl önce buraya gelip yerleşmiş Nihat Bey. Bu süre içinde karşılaştığı ikinci Türk misafirleri bizmişiz. Biraz sohbetten sonra balonumuz uçuş için hazırdı. Hemen içine atladık, yavaş yavaş havalandık.

Rüzgarın esintisiyle süzülürken bu kez havadan 'sonsuz topraklar'ı seyre daldık. Gün aydınlanmış, hayvanlar büyük göçe başlamıştı. “Büyük göç” artık Serengeti'den yavaş yavaş kuzeye Masai Mara'ya geçiyor. O heybetli bufalolar, zebralar sürü halinde ilerliyor, zürafalar sakin sakin besleniyor. İnanılmaz bir sessizliğin içinde kah balonun gölgesinden korkup koşan bufalolar kah bizimle hiç ilgilenmeyen antilopları izlemeye doyamamıştık ki havalanalı bir saati geçmiş. Normalde kırk beş dakikalık uçuşu hemşeri ayrıcalığyla biraz daha uzatarak iniyoruz. Bekleyen aracımızla özel hazırlanan kahvaltı soframıza  vardığımızda ilk olarak patlayan şampanya ile bu güzel başlangıcı kutluyoruz. Masamızın az ilerisinde antiloplar geziniyor, mükellef açık büfeden aldığımız lezzetli yiyeceklerle onlara eşlik ederek kahvaltımızı yapıyoruz. Kahvaltı sonunda ise Nihat Bey sertifikalarımızı vererek bizi uğurladı.

Kahvaltı, etrafta gazellalar

Rehberimiz Gift’le Serengeti'de yeni bir gün... Yola çıkar çıkmaz az ilerideki büyük bir ağacın yanında duruyor, biliyoruz ki bir hayvan var ama nerede? Ağacın dallarına bakın diyor, bir aslan ağaca yatmış uyuyor, harika bir görüntü.

Ağaçtaki arslan nerede

Yola devam ediyoruz, büyük bir fil sürüsü, etrafta yaban domuzları, antilopların yanında gezinen sırtlanlar, tam bir belgesel izliyoruz. Ekranın önünde değil içerisindeyiz.

Az ileride yolumuzu büyük bir maymun sürüsü kesiyor, büyük bir erkek, pek çok dişi ve yavrular. Anneler küçük olan yavruları karınlarının altında, biraz büyüdüklerinde sırtlarında taşıyorlar, yere inmiş taze otları yiyorlar ama yırtıcılara karşı hep tetikteler. Bugünün en büyük ödülü az ileride bizi bekliyormuş, bu seferki ağaçta yatan bir leopar. 'Big Five'tan bugüne kadar gizlenen son üyeyi de uzun uzun keyifle izledik. Sanki sevimli bir kedi uyuyor. 'Big Five' iri cüsseli, güçlü, avlanması zor olan, aslan, leopar, fil, gergedan ve bufalodan oluşuyor. Bunların içinde en tehlikelisi bufalo. En çabuk sinirlenen ve bu nedenle özellikle meraklı insanlara en çok saldıran onlar. Artık ortama o kadar alıştık ki kah oturduğumuz yerden arabanın camından kah ayağa kalkıp arabanın üstünden etrafı içimize sindiyoruz. Tam o sırada yolun hemen yanında yatan bir erkek aslan gördük. O kadar kendisinden emin ki bizi hiç umursamıyor bile. Biz de güzel hatıra fotoğrafları çekerek yavaşça uzaklaşıyoruz.

Kızımın başının üstüne bakın

Yolda bir su kenarına geldiğimizde çok hoş bir manzarayı izliyoruz derken rehberimiz büyük bir timsah ile su aygırı sürüsünü gösterdi. Her adımda başka bir heyecan. Gün batımına doğru yavaş yavaş kampın yolunu tuttuğumuzda fotoğraflarda gördüğüm Afrika'nın kızıl gökyüzünün tipik ağaçlarının fotoğraflarını çeken bu kez beni. Uzaktaki zürafa sürüsü ve safari araçları bu harika renk cümbüşünde modellik yaptılar.

Yorgun, toz içinde ama çok mutlu ve huzurlu şekilde kapma döndük. Kamp ateşinin etrafında biraz dinlendikten sonra “jambo jambo” haberleşmesi eşliğinde duşlarımızı aldık. Akşam yemeğine giderken tüm şarj olması gereken cihazlar yanımızdaydı. Jeneratör saat 19-22 arasında çalışıyor, yemek çadırındaki bir masanın üstü bir sürü prizle cihazların şarj edilmesi için ayrılmış. Güzel bir yemeğin ardından son gecemizi geçirmek üzere yine bir görevli eşliğinde çadırımıza gidiyoruz.

Sabah biraz keyif yaparak daha geç kalktık, sakin sakin etrafı izleyerek kahvaltımızı yaptık. Buradaki yemekler ve kahvaltı birçok otelin açık büfesinde bulacağından hem daha zengin hem de daha lezzetli. Sadece Türk kahvesi yok.

Geri dönüş başlıyor hedef Ngorongoro Krateri. 40 milyon yıllık bir krater gölü. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra milli park girişindeyiz. Tek sıkıntı milli parkların giriş çıkışlarında yapılması gereken işlemlerin uzunluğu. Bilgisayar sistemine yeni geçilmesinden kaynaklanan sıkıntılar dolayısıyla yaklaşık iki saat beklemek zorunda kaldık. Bu süreyi de öğlen yemeklerimizi yiyerek geçirdikten sonra yeni bir bölgeyi keşfe hazırdık.

Ngorongoro Krateri'nin manzara terasından fotoğraflarını çektikten sonra 600 metre aşağıya indik. Dümdüz bir ova, irili ufaklı bir sürü göl, hayvanlar için hayati bir bölge; buraya tuz ihtiyaçlarını karşılamak üzere geliyorlar. Büyük göç sırasında kaybettikleri tuzu geri alabilecekleri tek yer. Krater yaklaşık on dokuz kilometre çaplı bir daire gibi. İçindeki göllerden bir tanesi tamamen flamingo dolu, göz alabildiğine pembe bir halı.

Bu bölgenin diğer özelliği de gergedanlar, Serengeti’de yok denecek kadar azlarken burada çok sayıda görme şansınız var. Ancak insanlara çok yaklaşmayı sevmedikleri için uzaktan dürbünle izlemek zorunda kaldık .Çok sayıda zebra ve yaban öküzü sürülerini her yerde görmek mümkün.  

Güzel bir gezinin ardından yeni otelimizin kapısından içeri girdiğimizde sanki bir vahaya gelmiş gibiydik. Ngorongoro Farm House; burası da mutlaka kalınması gereken bir yer. Mükemmel bir peyzaja sahip bahçede odamıza ilerlerken dev ağaçların, kaktüslerin yanında çok küçük kaldık. Odamızın adı Tembo (Fil anlamına geliyor), çok geniş konforlu odamızda su sınırlaması olmadan harika birer duş yaptık. Tüllerin içindeki dev yataklarımız kendimizi birer kral ve kraliçe gibi hissetmemizi sağladı. Kızım yatağının önündeki orman manzarasını görünce perdeler açık uyumak istediğini söyledi ve onun sayesinde sabah yeşil güzelliğe uyandık. Akşam yemeği ve sabah kahvaltısı tek kelimeyle mükemmeldi. Kratere bakan terasta birer keyif çayı içtikten sonra Arusha'ya gitmek üzere yola çıktık.

Küçük pervaneli uçağımızla yaptığımız inanılmaz yolculuk ve Zanzibar adasındaki palyaço balıkları ile yüzmemiz, hayalimizde canlandıramadığımız gel-git olayını yaşadığımızdaki şaşkınlık, denizin ortasındaki kum tepesinde yediğimiz harika karidesler, 192 yaşındaki dev kaplumbağalarla yaşadıklarımızı da bir sonraki yazımızda paylaşmak üzere...