“Bembeyaz bulutlar bir tepe üzerine neşe içinde kümelenmiş, birbirleriyle şakalaşıyorlar.” Bu büyülü yeri gördüğümde aklımdan ilk geçen sözcüklerdi bunlar. “Büyülü” diyorum, çünkü burası muhteşem oluşumuyla insanı kendine hayran bırakan Pamukkale…
UNESCO’nun Dünya Mirasları Listesi'nde bulunan Pamukkale ve bu değere ev sahipliği yapan Denizli civarı mutlaka görülmesi gereken yerler. Eğer Güneydoğu Anadolu, Karadeniz, Kapadokya gibi turları yaptıysanız, artık bence Denizli’nin sırası gelmiş demektir. Lakin tarihi ve doğal yönden bu kadar zengin bir ilimiz için bir üzücü durum, yeteri sıklıkta tur düzenlenmiyor olması. Denizli’ye gitmek için imkânlarınızı zorlamanız gerekebilir. Fakat civarda çok şirin oteller mevcut. Uzun lafın kısası, ben kendime bir tur ayarladım ve yola koyuldum.
Yaklaşık 8 -9 saatlik bir yolculukla şirin mi şirin Denizli’ye ulaşıyoruz ve Karahayıt bölgesinde yer alan otelimize yerleşiyoruz. Zaten bu bölge otellerin yoğun olduğu bir yer.
Karahayıt ve Kızılsu
Karahayıt demişken Pamukkale’nin gökkuşağı renklerine bürünmüş, daha küçük hali olan Kızılsu’ya uğramamak olmaz. Kızılsu, Karahayıt sınırları içinde yer alan, yerden 60 derece sıcaklıkta çıkan suyun çevresinde kırmızı, yeşil, beyaz renkli travertenlerden oluşan muhteşem bir doğa harikası. Ayrıca söylenene göre, buradaki sular birçok cilt hastalığını da tedavi etmekte imiş. Benden söylemesi.
Bu bilgileri oradaki görevlilerden aldıktan sonra hemen ellerimi bu suya daldırıyorum. Su o kadar sıcak ve o kadar yumuşak ki… Bıraksalar saatlerce kalıp suyla oynayabilirim. Yeri gelmişken, bölge hakkında bir efsaneyi paylaşayım:
Çok eskiden Çökelez Dağı eteklerinde yaşayan, fakir oduncu bir aile varmış. Bu ailenin kızı, o kadar çirkinmiş ki erkek çocuk anneleri onu görünce yollarını değiştiriyormuş. Fakirliği genç kızın umurunda bile değilmiş ama çirkinliği canına tak etmiş. Çökelez Dağı'nın eteklerinden kendini boşluğa bırakmış. Su ve tortu dolu havuza düşmüş. Burada uzun süre suların içinde baygın kalmış. O esnada havuzun suyu o çirkin kızı güzelliğe boğmuş. Oradan geçmekte olan Denizli Beyi'nin oğlu, kanlar içinde güzel kızı görünce alıp evine götürmüş. Kız iyileşmiş ve evlenmişler. O günden sonra kadınlar güzelleşmek için bu ılıcaları ziyaret etmeye başlamış.
Hierapolis Antik Kenti
İstemeye istemeye ayrıldığım Kızılsu’dan sonra ilk durağımız Hierapolis Antik Kenti oluyor. Benim gibi tarihe ve arkeolojiye meraklı iseniz, bu kent tam size göre. Neler yok ki bu antik kentte… Tiyatro, agoralar, lahit ve ev tipi mezarlar, bir su medeniyeti olan Roma döneminden kalma hamamlar, Apollon kutsal alanı, Oktuknus tapınağı kalıntıları…
Yalnız bu kenti bahar ve yaz döneminde geziyorsanız, mutlaka başınızda şapkanız, gözünüzde gözlükleriniz ve yanınızda güneş koruyucu kreminiz olsun. Yoksa o insanın içini ısıtan, çok masum görünümlü, enerji deposu neşeli güneş, cehennem gibi kızgın bir alev topuna dönüşüveriyor.
Amazon kraliçesinin adının verildiği bu muhteşem antik kente ilk önce Bizans kapısından muhteşem bir giriş yapıyoruz. Burası hem Roma döneminde, hem de Bizans döneminde Hıristiyanlığın gelişmesi ve ilerlemesinde daima merkezi konumda olmuş. Hz İsa’nın havarilerinden Aziz Filipus’un burada öldürüldüğünü öğreniyoruz rehberimizden. Yol boyunca her iki tarafımızda da lahit ve ev tipi mezarlar dikkatimizi çekiyor. Ev tipi mezarların içine ölen kişilerin özel eşyaları da konulurmuş. Maalesef, tarihi eser kaçakçılığı yüzünden çok fazla bir obje kalmamış. Mezarlığın ön taraflarında genelde o dönemin soylu ve zengin kişilerine ait mezarlar yer almakta. Arka taraflara doğru gidildikçe daha küçük ve dar mezarlar karşılıyor bizleri. Napolyon’un o meşhur sözü akıllara geldi mi? “Para, para, para.”
Hierapolis’de en dikkat çekici ve ilginç yapılardan birisi de tiyatrosu. Diğer antik kentlerdeki tiyatrolardan ayrılan özellikleri de söz konusu. Mesela bu tiyatroda gladyatör dövüşleri de yapılırmış. Bunu sahne altındaki çukurluk bölümle oturma sıraları arasındaki yaklaşık bir metrelik yükseklik farkından anlamak mümkün. Seyircileri vahşi hayvanların saldırılarından korumak için yapılırmış bu yüksek duvarlar. Tiyatro o kadar büyük ki, yaklaşık 9.500 seyirciyi ağırlayabilecek kapasiteye sahip. Seyircilere ayrılan bir yere oturup gözlerimi kapatıyorum. Kendimi Roma döneminde yapılan bir gladyatör seyrine götürüyorum. Her tarafta heyecanla bağıran çağıran insanlar, vahşi hayvanlar ve Roma dönemi kıyafetleri içinde bendeniz... Tam kendimi kaptırmış, o döneme gitmişken yine rehberimizin bas sesiyle seyrimi terk etmek zorunda kalıyorum. Çünkü öğle yemeği vakti gelmiş. Nedense geçmişe yolculuk yaparken insan hiç mi hiç acıkmıyormuş, ya da bana öyle geliyormuş.
Çok ama çok acıktığımı ancak rehberimizin bizi güzel bir yere yemeğe götürmesiyle anlıyorum. Bahçe içindeki restoranın önünde bir tavus kuşu karşılıyor bizleri. Anlatımımdan cansız olduğunu sanıyorsunuz ama gayet canlı ve alımlı bir tavus kuşu idi bizimkisi. Maalesef kuyruğunu açıp bize o muhteşem şovunu sergilemese de masaların kenarlarında salına salına gezindi kendileri.
Pamukkale Travertenleri
Yemekten sonraki durağımız yazımın başından beri ismini büyülü yaptığım Pamukkale oluyor. Bembeyaz travertenler kümesi, gülümseyerek; bizi bağrına basıyor. “Hoş geldiniz” diyor…
60 derece, hatta belki de daha fazla sıcaklıkta oluşmuş kükürtlü tabaka, bu muhteşem güzelliği oluşturmuş. Travertenlere ayakkabı ve çorapla girmek yasak. Çünkü bu harika oluşum hemen bana değer verilmiyor deyip küsüyor ve kararmaya başlıyormuş. Bir de görevli konulmuş buraya. Ayakkabı, çorap veya ona benzer herhangi bir şeyle girmeye kalkarsanız, görevli hemen düdüğünü çalıyor ve siz hemen çıkmak zorunda kalıyorsunuz. Bizler de çıplak ayakla traverten gezimize başlıyoruz. Ama durun bakalım, Aman Allahım! Nasıl bir kaygan zemin öyle? Hani çocuklar kışın karda kayıp kayıp zemini sabun gibi kaygan hale getirirler ya… Burada da durumlar aynen öyle. Dengenizi koruyamazsanız çok kötü bir şekilde düşüp bir yerinizi sakatlayabilirsiniz.
Neyse, hiç acele etmeden geniş bir havuza benzeyen travertene ilerliyorum ve içine giriyorum. Su o kadar sıcak ve berrak ki… Çok ilerilere gitmeden küçük bir fotoğraf molasının ardından çıkıyorum travertenden. Zaten otele doğru dönüş yolculuğu da başlıyor.
Afrodisias Antik Kenti
Ertesi gün, güzel bir kahvaltıdan sonra ilk durağımız, Sanat ve Güzellik Tanrıçası Afrodit’in adına yapılan Afrodiasas Antik Kenti. Gerçekten de bu antik kent bir sanat merkezi... Kentin girişinde devasa büyüklükte bir tetrapylon, o kadar muhteşem ki… Karşımıza paket taşlarla döşenmiş zafer yolu çıkıyor. Kim bilir hangi generaller, kraliçeler, krallar yürümüş bu yolda... Çevrelerindeki coşkulu halkı selamlayarak...
Neşeli şarkılar mırıldanarak geniş bir stadyum alanına geliyoruz. Tamı tamına 262 metre uzunluğunda ve 50 metre genişliğinde ve 30.000 civarında misafiri ağırlayabilecek konuma sahip bu stadyum. Daha önce gezdiğim antik kentlerde hiç rastlamadığım bir yapı. Burada ağırlıklı olarak atletizm müsabakalarının yapıldığını öğreniyoruz. Antik kent Afrodiasas’ın içinde bir de yapılan kazı çalışmalarından çıkan heykellerin sergilendiği bir müze var. O dönemlerde heykel sanatının had safhalarda gelişmiş olduğunu müzeyi gezerken anlıyorum. Tam anlamıyla fevkalade…
Müze gezisinin ardından Afrodit tapınak kalıntıları ve tiyatroya doğru ilerlerken, sıra sıra bloklar halinde dizilmiş tiyatroların sembolü olan ağlayan ve gülen yüzlerin heykelciklerinin kazındığı taş duvarlar karşılıyor bizleri. O kadar muhteşemler ki… Kafamda o döneme ait türlü türlü hikâyeler kurarak ilerliyorum. Bu duvarların aynı zamanda biletleri de simgelediğini söylüyor rehber. Ne güzel dram oyunu için ağlamaklı yüzler, komedi için gülen yüzler. Hierapolis kadar büyük olmasa da bu tiyatro da yaklaşık 10.000 seyirciyi ağırlayabilen bir alana sahip. M.Ö 1. yüzyılda İmparator Sezar ve Azatlı kölesi Zailos tarafından yaptırılmış ve Afrodit’e adanmış. Tiyatronun orta kısmı daha sonra arena haline getirilmiş; vahşi hayvan ve gladyatör dövüşleri için… Of çok korkunç. Aşk, güzellik ve sanat Tanrıçası Afrodit’in kentinde üstelik...
Ve Afrodit tapınağının kalıntılarına ulaşıyoruz. Muhteşem ve devasa büyüklükteki bu kalıntılar beni kendine hayran bırakıyor. Bu tapınakta söylenceye göre sadece erkek rahipler çalışıyormuş. Bu tapınak, İon tarzında inşa edilmiş. Tapınağın uzun kenarında on üç, kısa kenarında sekiz sütün bulunuyormuş. Afrodit tapınağı Paganların (çok tanrılı dinlerin) haç mekânıymış. Bu kısa kısa bilgilerden sonra bu kentin ortaya çıkarılmasında emeği geçen Prof. Dr. Kenan Erim’den bahsetmeden geçersem hem Afrodit, hem de Prof. Dr. Kenan Erim’e saygısızlık ederim gibime geliyor.
Ama önce antik kentin kazı çalışmalarında meşhur fotoğraf sanatçısı Ara Güler’den başlamak istiyorum, dilerseniz. Ara Güler, tesadüfî olarak bu bölgede kaybolur. Bir köye gelir ve köydeki insanların o sıralar henüz varlığı bilinmeyen Afrodiasas Antik Kenti’ne ait sütun ve taşları evlerinin, işyerlerinin belirli bölümlerinde kullandıklarını görür. Fotoğraflarını çeker ve dönemin sanatçı ve aydınlarına gösterir. Fakat kimse bu resimlerle ilgilenmez. Bunun üzerine çektiği fotoğrafları, bir ABD dergisine gönderir. ABD’deki dergi yöneticileri renkli olarak çekim yaparak gönderirse dergide yayınlayacaklarını iletirler. Bunun üzerine Ara Güler tekrar aynı yere gelir. Fotoğrafları tekrar renkli olarak çeker ve bir de yazı ilave ederek dergiye gönderir. Yazının daha detaylı olarak yazılması istenince Ara Güler, Prof Dr. Kenan Erim’le görüşür ve yazılar yazılır. Daha sonra Prof. Dr. Kenan Erim gerekli izinleri alarak, kazı çalışmalarına başlar. Tüm ömrünü Afrodiasas Antik Kenti’ni ortaya çıkarmaya adar. 1961 yılında vefat ettiğinde tapınak kalıntılarının yanına gömülür. Mütevazı bir mezarı var Kenan Erim’in. Ona teşekkürlerimi sunmak için mezarının başında dualar ediyorum.
Ve İstanbul’a dönüş vakti. Sanatın renkli ışığında aydınlanmak, tarihin gizemli yollarında kaybolmak ve efsunlu Pamukkale’de bulutlarla dans etmek istiyorsanız, şirin Ege’nin horozlarıyla ünlü kenti Denizli tam size göre.