“Cruise ile Dünyanın Keşfi” yazı dizimin bu bölümünü Carnival Breeze gemisini tanıtarak ve 11 günlük Akdeniz yolculuğumuzda uğrayacağımız; Venedik - Dubrovnik - Messina - Napoli - Olbia - Roma - Livorno - Monaco ve Barselona limanları hakkındaki bilgileri ve izlenimlerimi aktaracağım.
Gezimiz Venedik limanından başlıyor. Carnival Breeze, 2012 yapımı ve Carnival filosunun en yeni gemisi… 3700 yolcu kapasiteli bu yüzen sarayda bulunan 1380 personel; misafirlerin her an hizmetinde, ellerinden gelen en iyi hizmeti ve güler yüzü göstermek için canla başla çalışmaktadırlar. Bunu yaşamış ve görmüş bir gezgin yazar olarak, yukarıda yazdığım klişe cümle hiç de yabana atılmamalı… Bu gemilerdeki disiplin ve düzenin yarısı bizim hayatımızda olsa, şu an bu kadar çırpınmazdık. Bu güzel ülkemizde yaşayan dünyanın en mutlu insanları olabilirdik. Dikkat edin bakın; disiplin, düzen, hizmet ve güler yüzden bahsettim. Evet, çalışkanız ama yetmiyor.
Carnival gemilerinin birinci öncelikleri, misafirlerini eğlendirmek ve hoşça vakit geçirmelerini sağlamaktır. Bunun için geminin üzerine aqua park bile kondurmuşlar. Şelaleler, su fıskiyeleri ve su oyunlarını seyretmesi bile yeter…
Ayrıca üst güvertede bir açık hava sineması da bulunmakta… Gemi bir taraftan uçsuz bucaksız denizlerde yol alırken; hele sevdiğiniz güzel bir de film veya müzik varsa, seyahatin tadına varılmıyor.
Ana lobi ve Atrium’da 8 kat boyunca rengârenk asılı duran fenerler, karnaval havası yansıtmaktadır.
Gezimize dönersek, Venedik ve Dubrovnik ile ilgili gezilecek yerleri ve adaları sizlere daha önceki iki cruise seyahatim esnasında (MSC Magnifica ve MSC Divina) anlatmıştım. Bunları tekrar etmek istemiyorum. Ama bu güzel yazılarımı elbette şu linklerden okuyabilirsiniz:
MESSİNA / SİCİLYA
Messina, Sicilya’nın 3. büyük şehridir. Sicilya adasının kuzeydoğu ucunda 8. yüzyılda Yunanlılar tarafından kurulmuş olup, hemen karşısındaki ana kara kıyısındaki Villa San Giovanni’den Messina boğazı ile ayrılmaktadır. 240 bin nüfusu vardır. Akdeniz’de önemli bir geçiş noktasında bulunduğundan Roma İmparatorluğu’ndan Gotlara, Araplar ve Normanlardan İspanyollara kadar çeşitli milletlerin istilasına uğramıştır. Ayrıca 1783, 1894, 1908 yıllarında geçirdiği 3 büyük depremin ardından yeniden inşa edilmiştir.
Şu anda ekonomisinin büyük bir kısmını; askeri ve sivil limanlarından ayrıca Cruise turizmi, zeytincilik, narenciye ve şarap yapımı ve ticaretinden kazanılan paralar ile yürütmektedir.
Gemimizin yanaştığı liman, şehrin ana merkezinde ve yürüyerek şehri gezebilirsiniz. Şehrin görülebilecek tarihi anıtları arasında, öncelikle gemiden şehre bakıldığında kubbesi hemen fark edilen Tempio Votivo di Cristo Re tapınağı ilk gözümüze kestirdiğimiz yerdi. Yüksek bir tepede bulunan bu tapınağa yarım saatlik bir yürüyüş ile ulaştık. Zaten buraya giderken şehrin yarısını da gezmiş olduk. Tabii ki buradan şehir manzarası muhteşemdi. Barok tarzında 1937’de inşa edilmiş olan bu yapının yanında bir de kulesi olmayan çan bulunmakta…
Şimdi buradan gezimize geriye sahile doğru devam ediyor ve Messina Katedrali’ne ulaşıyoruz. 12. yüzyılda yapılmış olan ve şehrin merkezinde bulunan 28 kolon üzerine kurulmuş olan bu katedral görülmeye değerdir. Biz buraya planlı bir şekilde yürüyerek öğlen saatinde ulaştık. Katedralin hemen yanında binaya bağımlı olan saat kulesinin de ayrı bir hikâyesi var. Bu kule üzerinde, 1930 yılında yapılan dünyanın en büyük astronomik saati vardır. Saat 12.00’de çalan bu saat, üzerindeki hareketli heykelcikleri ile Messina’nın önemli sivil ve dini olaylarını anlatmakta ve ayrıca ay hareketi ve güneş sistemini de tasvir etmektedir.
Önemli bir turist cazibe merkezidir.
Bu arada şehri gezerken muhteşem çeşmeleri de sizlere tanıtmadan yapamazdım… İşte size şırıl şırıl akan suları ile bu yaz sıcağında insanın içini serinleten çeşmeler…
Messina Katedrali’nin bulunduğu meydan, bir kafede oturup sıcak veya soğuk bir şey içmek yahut hafif bir öğlen yemeği yemek için çok müsait… Buradan etrafı seyretmek de keyifli oluyor. Messina’nın sokaklarında tur atarak, yıllar boyu korunmuş o muhteşem binaları seyretmek çok güzel bir duygu… Ama ben bu şehre daha önce geldim, burasını biliyorum yahut burası beni açmıyor kilise mi gezeceğim diyenlerinize şimdi alternatifleri sıralıyorum…
Bir defa Messina bir Sicilya şehri olduğuna göre, bir taksi şoförü ile yarım günlük şehir turu için pazarlık edeceksiniz. Burası turistik bir bölge olduğundan sizi nasıl ve ne kadar zamanda gezdirebileceklerini baştan biliyorlar ve ona göre fiyat söylüyorlar. Sizi bilgilendirebilmesi açısından bildiğiniz lisanda konuşan bir taksi şoförü bulmanız çok önemli… Anlaştıktan sonra 1 saatlik bir kara yolculuğu ile Francis Ford Coppola’nın The Godfather filmini çektiği kasabalardan birisi olan Savoca’yı ve buradaki meşhur Bar Vitelli’yi ziyaret edebilirsiniz. Mafya babasının hikâyesini ve film karelerini seyrederek burada yerel bir içki olan Granita’dan içebilirsiniz. Daha sonra da sokaklarında yürür ve muhteşem manzaraya sahip Normanlardan kalan kaleyi keşfedebilirsiniz. 15. ve 16. yüzyıllarda yapılmış olan 2 kiliseyi de görebilirsiniz. Daha sonra 30 dakikalık bir yolculukla Forza d’Agro köyüne gidebilir, yine göz alıcı bir manzaraya sahip olan bu dağ köyünde çevrenin keyfini çıkarır ve The Godfather 3 filmindeki meşhur Sicilya düğününün yapıldığı kilisede fotoğraf çektirebilirsiniz.
Bir diğer alternatif ise, ister geminizin isterseniz yine limanın önünde karşınıza çıkacak olan taksiler ile yapacağınız Taormina ve EtnaYanardağı turlarına katılabilirsiniz. Taormina çok güzel korunmuş ve Avrupa sosyetesinin akın akın geldiği, dağı ve aynı zamanda da plajı olan bir tatil beldesi… Burasını daha önceki Katanya gezisi bölümünde anlatmıştım. Okumanızı ve mutlaka gitmeniz gereken bir yer olarak tavsiye ediyorum.
Evet sevgili dostlarım, Sicilya’ya bir defa gelmekle olmuyor. Zaten eğer gemi ile gezmeye alışırsanız, çeşitli turlar arasında mutlaka daha önce gördüğünüz bir şehre de uğruyorsunuz. Onun için bu seferlerde her defasında değişik yerler görmeyi seçeceğinizden, bana bir gün yetmez demeyin. 2-3 kere nasıl olsa Messina’ya geleceksiniz. Çünkü Akdeniz’in Cruise geçiş rotası üzerinde yer alıyor.
Etna Yanardağı ise sizin ilginizi ne kadar çeker bilmem ama benim ilgimi hiç çekmedi. Ama gitmek isteyenler; kapalı yürüyüş ayakkabılarını ve şapkalarını yanlarına alsınlar ve 2900 metre yüksekliğe tırmanmak için kondisyonlu olsunlar… Bunun için Messina’dan 2 saatlik bir yolculuk yapacaksınız…
Akşam oldu ve artık gemimizin kalkış vakti yaklaştı. Yorulduk, ama bu tatlı yorgunluktan sonra odamızda her şey hazır bekliyor olacak. Başka şehre gitmek için bavul toplamamıza gerek olmayacak ve en önemlisi akşama nerede, ne yiyelim ve bu akşam nerede eğlenelim derdiniz olmayacak. Ancak menüdekileri seçmekte zorlanabilirsiniz, çünkü hepsi birbirinden güzel görünüyor.
Gemimiz limandan ayrılırken bizi limanın sembolü olan San Raineri heykeli selamlıyor ve tüm denizcilere “Yolunuz açık olsun” diyor.
Arrivederci Messina,
Sorrento
Gemimiz Messina’dan ayrıldıktan sonra Napoli’ye doğru yol alıyor. Sabahın erken saatlerinde Napoli limanına demirlediğimizde programımızda bu sefer Sorrento’ya tren ile gitmek var. Napoli istasyonuna 7 Euro taksi ücreti ödeyerek vardık. 8 Euro’ya gidiş-dönüş tren biletlerimizi aldık ve yarım saatlik bekleyişten sonra trenimize bindik. Hemen bir yer bulma ve insanları inceleme faslından sonra etrafımıza göz gezdirmeye ve üzerinden geçtiğimiz köprü ve sahil manzaralarını seyretme keyfine daldık. Trenimiz bu arada Vezüv Yanardağı’nın yanından geçiyor ve Pompeii harabelerinin istasyonunda duruyor. İsterseniz bu 8 Euro’luk tren bileti ile burada inip 2 saatlik gezi molası verip sonra yolunuza devam edebilirsiniz. Bizim vaktimiz kısıtlı olduğundan Pompeii ziyaretimizi başka bir sefere bırakmayı tercih ettik ve etrafın muhteşem manzaralarını seyrederek 1 saatlik yolculuk sonunda Sorrento’ya geldik.
Sorrento, Avrupa sosyetesinin de rağbet ettiği çok hoş bir kasaba… Meşhur Amalfi Kıyısı’nın kasabalarından bir tanesi… Efsanevi denizkızlarının ıslıkları ile Odysseus’u kayalıklara çağırdığı yer burası, denizkızlarının evi Sorrento… Hemen karşısında da zenginler cenneti Capri Adası… Buranın her sokağını dolaşmak ayrı bir keyif… Çiçeklerle donanmış evleri… Sokaklarının arasına serpilmiş çok cici dükkânlarından alışveriş etmemeniz ise mümkün değil. İstasyonda inince 10 dakikalık bir yürüyüşle merkez meydana (Piazza Tasso) geliyoruz.
Çevreyi ve rengârenk vitrinleri ile bizi içeri davet eden dükkânları seyrede seyrede deniz kıyısına kadar geldik (Giardini Pubblici). Allah’ım o ne güzel manzara öyle! Hemen bir kahve molası ve ardından ara sokaklara dalıyoruz. Dondurmacıların önünden öyle bakarak geçemezsiniz… İçeriye girmiş ve kendinizi ya dondurma yerken ya da limoncello içerken buluyorsunuz. İsterseniz bu güzel dondurmaların nasıl yapıldığı hakkında bilgi, hatta kurs bile alabilirsiniz.
3 saatlik şehir turumuzun sonunda, gemimize yetişmek için Napoli’ye doğru geri dönüşe geçtik. Esasen buradan feribot ile yarım saatlik bir yolculuk sonucu Capri veya Ischia adalarına, oralardan da saatlerinizi uydurabilirseniz Napoli’ye geri dönebilirsiniz. Ama Sorrento’da deniz kıyısındaki uçurum misali kayaların üzerindeki teraslardan aşağıya bakmak, uzaktan Capri Adası’nı ve denizin üzerinden güneşin batışını izlemek de ayrı bir keyifti.
Olbia/Sardunya Adası
Gemimiz bu gün Sardunya Adası’nın Olbia limanına yanaştı. Sabahın erken bir saati olduğu için gemiden çıkmak için hiç acele etmedik. Burada yapılacak ve gezilecek yerler listemiz pek kalabalık değil… Eğer hava biraz sıcak ve güneşli olsa idi, belki bir plaj sefası yapardık. Ne de olsa Akdeniz’in ortasında bakir kalmış bir ada olarak bilinen burada deniz sefası güzel olabilirdi. Ama fotoğraflardan da gördüğünüz gibi, ada halkını koca bir gemi dolusu turistin gelmesini pek umursamaz havada bulduk.
Biz yine de gemiden sallana sallana çıktıktan ve 10 dakikalık bir yürüyüşten sonra Olbia’nın ana caddesine ulaştık ve vakit geçirecek bir yer arayışına girdik. Önce rengârenk çatısı olan bu kilise dikkatimizi çekti. Küçük bir kilise olmasına rağmen şirin bir görünüşü vardı. Buradan sonra ana caddeyi boydan boya geçerek kasabanın diğer ucunda bulunan tren istasyonuna vardık. Buradan Gallura bölgesine gitme niyetindeydik. Gallura bölgesi; gelenekleri ile yaşayan halkın, kendisini ve çevresini koruduğu ve organik tarımın bayağı gelişmiş olduğu söylenen bir bölge… Yarım saatlik bekleyiş sonunda tren gelmeyince sıkıldık ve bu arada tek tük açılan kafe ve restoranlarda vakit geçirmeye karar verdik.
Gemiden çıkan turistler ana caddede bir aşağı bir yukarı gezerek yahut kafelerde oturarak vakit geçirdiler. Sonradan açılan dükkânları gezdik ama dişimize ve gönlümüze göre alışveriş yapacak bir şey bulamadık. İşte size fotoğraflarla bazı dükkânların içerisini gezdireyim…
Tabii ki burası da İtalya’nın bir adası olduğundan; balık, zeytin, şarap ve el sanatları bakımından zengin görünüyordu. Olbia, özellikle iyi ve sağlıklı gıda ve midye çiftliklerinin çokça bulunduğu bir yer imiş. Ama heyhat bunların daha iyisi bizde de olduğundan bizden başka bütün turistlerin ilgisini çekti galiba… Midye de ne kadar sağlıklı, ayrıca tartışılır… Hava sıcak olsaydı ne yapardık acaba diye tekrar bir notlarıma bakıyorum. Buranın meşhur tatil köyü Porto Cervo’da hem denizin hem de Sardunya şaraplarının keyfini çıkarabilirmişiz! Evet, sevgili dostlarım, sizlere gemimizden çektiğim bu manzaralar eşliğinde bu bölümü de sonlandırıyor ve bir dahaki durağımız Livorno limanında buluşmak dileğiyle diyorum…
Vatikan
Sardunya Adası’nın sakin bir kasabası olan Olbia’dan ayrıldıktan sonra rotamızı Roma’nın liman kasabası Civitavecchia’ya çevirdik. Gemimiz programa göre sabah saat 7.00’de yanaşacak ve akşam saat 21.00’e kadar burada olacak… Bu kadar uzun süre burada kalacak olmasının sebebi, Roma’nın buraya 1 saatlik mesafede olması ve dönüş için de insanların iki ayaklarının bir pabuca sokulmaması! Çok doğru bir düşünce…
Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra erkenden limana çıkıyoruz ve önceden aldığımız bilgiye uygun olarak limandan 15 dakikalık bir yürüyüş sonrası Roma’ya gideceğimiz tren istasyonuna varıyoruz. Zaten yol sormanıza gerek yok. Millet kalabalık bir güruh halinde ne tarafa gidiyorsa o tarafa yönelin doğru yere gelirsiniz… Bu limanda, gemideki yolcuların gezme tercihleri için şöyle bir istatistiki sonuç gözlemledim… Yolcuların % 10-15’i gemide kalıyor (geziye yemek, dinlenmek, kitap okumak için gelenler), % 10-15’i Civitavecchia kasabasında kalıyor (sakin bir gün geçirmek isteyenler ve daha önce Roma’yı defalarca görenler), % 20’si geminin turları ile rahat ve riske girmeden Roma turuna katılıyor (yaşlılar, lisan bilmeyenler ve zenginler), geriye kalan % 50’si de tren ve taksi ile kendi başına Roma ve Vatikan’ı gezmeye gidiyor (bunlar daha çok gençler, daha az paraya daha çok yer görmek isteyenler ve yürüyen maceracılar)… E hal böyle olunca bu demektir ki Roma trenine 1000’den fazla kişi binecek… 20 dakikada bir tren geleceğini varsayarsak, biraz itiş kakış da olsa kısaca yarım saate kadar bineriz. Evet, öyle de oldu. 40 dakikalık bir yolculuktan sonra Roma’nın Vatikan’a yakın olan istasyonu San Pietro’da kalabalığa uyarak indik ve elimizdeki 18 €’luk biletle yine kalabalığı takip edip orada bekleyen belediye otobüsüne atlayarak, hop 10 dakikada Vatikan’a ulaştık.
Evet, Roma gezimizi Vatikan’dan başlayarak anlatacağım…
Sabahın erken bir saati olduğu için her yer sakin ve tertemiz… St. Peter’s Bazilikası’na girmek için fazla bir kuyruk yok ve 10 dakikalık bir bekleyişten sonra işte kilisesinin içerisindeyiz… Vatikan’ın dünyanın en zengin devleti olduğunu ve Papa’nın da burada yaşadığını göz önünde bulundurursak bu küçücük ülkenin ayrı bir dünya olması normal…
Burada amacım, Cruise ile Civitavecchia limanına dolayısıyla Vatikan ve Roma’ya gelenlere 1 günlük rota çizerek yol göstermek ve görülmesi lazım yerleri onlara kısaca anlatmaktır. Bunları da daha çok kendi çektiğim fotoğraflar ile yapacağım. Vatikan’ı görmemiş olanlara burası için 4 saat ayırmalarını tavsiye ediyorum.
Dünyanın en büyük kilisesi Vatikan’dadır. Dünyanın metrekare başına en çok turist düşen, bu turistlerin başına da en çok papaz, kardinal ve rahibe düşen ülkesini merak ediyorsanız doğru yerdesiniz; aradığınız ülke Vatikan. 4. yüzyılda Kral Konstantin tarafından Aziz Peter’in mezarının üzerine kurulmuş olan St. Peter’s Bazilikası, dolayısıyla Vatikan; yıllar süren kuşatma altındaki kale gibi Roma’nın adeta içine hapis olmuştur. Roma ile Vatikan’ı sadece bir duvar ve bir meydan ayırıyor. Vatikan, gezilecek yerler dendiğinde aslında dörde bölünüyor; San Pietro Meydanı, San Pietro Bazilikası, Sistine Şapeli’ni de içine alan Vatikan Müzeleri ve Vatikan Bahçeleri. Şimdi bunları kısa kısa anlatmaya çalışayım…
San Pietro Meydanı (Piazza San Pietro): Papa VII. Alexander’ın isteği üzerine 1650 yılında Bernini tarafından tasarlanmış olan bu meydan, tam ortasındaki İskenderiye’den imparator Caligula tarafından getirtilen dört bin yaşındaki dikilitaşı çevreleyen ve Roma’dan Vatikan’a doğru gelenleri adeta kucaklarmışçasına yarım ay şeklinde dizilmiş sütunlardan oluşuyor. Meydanı Roma’dan ayıran ise düzenli kalabalıklardan oluşan ve kiliseye girmeye çalışan insanların oluşturduğu sıralar… Sıranın tek iyi yanı ise içeriye girmeyi beklerken bol bol fotoğraf çekmeye vaktiniz oluyor.
San Pietro Bazilikası: San Pietro Meydanı’nda o kadar sıra beklerken neredeyse üzerindeki Latince “IN HONOREM PRINCIPIS APOST. PAULUS V BURGHESIUS ROMANUS PONT. MAX. AN. MDCXII PONT VII” yazısının anlamını sökeceğimiz Saint Peter’s Bazilikası’na artık girmek üzereyiz. Ön cephedeki yazıda bazilikanın inşasının bitirilmesinde önemli rol oynayan Camillo Borghese nam-ı diğer Papa V. Paul’e selam söylüyorlarmış.
İçeriye girmeden de önce akıllardaki; (en azından biz bilmiyorduk) ilk iki soruya cevap verelim; San Pietro (St. Peter’s) kimdir ve bazilika nedir? St. Peter’s, İsa’nın 12 havarisinden biri ve dolayısıyla ilk Papa olarak kabul edilen azizmiş. St. Peter’s Bazilikası da onun mezar yeri olarak kabul ediliyormuş. Bazilika kelimesinin ise üç farklı anlamı varmış; birincisi Roma kamu binası, ikincisi haç şeklindeki gibi orta alanı ve koridorları olan kilise ve son olarak da resmi törenler için Papa tarafından yetkilendirilen büyük kilise. Bu arada öyle dünyada bizim sandığımız gibi sadece 1-2 tane bazilika yokmuş, yüzlerce bazilika varmış. Hatta bunlardan Saint Esprit Kilisesi ve Saint Antoine de Padoue Bazilikası nerede biliyor musunuz? İstanbul’da…
Evet, artık San Pietro Bazilikası’na doğru yola çıkabiliriz. Bazilikaya doğru yürürken, batan güneş gibi turuncu ağırlıklı rengârenk kıyafetleri ile saray soytarısına benzeyen İsviçreli muhafızlar ile karşılaşıyoruz. Evet, gerçekten İsviçreliler ve gerçekten de Papa’nın muhafızlarılar… Her ne kadar İsviçrelileri savaşlarda tarafsız kalmaları ile tanısak da aslında bundan yüzyıllar önce savaş yetenekleri, disiplinleri ve sadakatleri nedeni ile İsviçreliler paralı asker olarak çokça tercih ediliyormuş. Yaklaşık 100 kişilik elit bir birlik 15. yüzyıldan beri Papa’yı korumaktan sorumluymuş.
İsviçreli muhafızların yanından usul usul uzaklaşıp artık St. Peter’s Bazilikası’na girebilirsiniz. İçeriye girer girmez yerden metrelerce yukarıya uzanan parlak mermer duvarlar, sanki mermerden değil de hamurdan yapılmış gibi duran heykeller, ucundaki püsküllerden kırışıklıklara kadar en ince ayrıntısı düşünülmüş mermerden halılar; ziyaretçileri adeta ihtişamın içine, derinliklerine doğru çekiyorlar. St. Peter’s Bazilikası’nı gezerken bu muazzam zenginliğin yüzyıllar boyunca milyarlarca insanı nasıl etkilediğini daha iyi anlıyorsunuz.
St. Peter’s Bazilikası’nda çok da göz önünde olmayan ve cam duvarlar arkasında korunan; kemiklerinden duruşuna, bakışlarından elbisesinin kıvrımlarına kadar sanki günü geldiğinde canlanacak gibi duran Michelangelo’nun Pieta Heykeli’ni de mutlaka görmelisiniz. “Ben İsa’yım” diye bağıran bir meczup tarafından elinde çekiç ile saldırılan Pieta Heykeli, sizi hayrete düşürecek gerçeklikte detaylara sahip bir şaheser…
St. Peter’s Bazilikası’nda yürürken tam da kubbenin altına geldiğinizde Bernini tarafından yapılan ilgi çekici ama ulaşılması yasak olan mihrap ile de karşılaşacaksınız. 1600′lü yıllarda tasarlanan ve sanki bronzdan değil de polyesterden yapılmış gibi kıvrımlı mihrabı ile bazilikaya adını veren çarmıha gerilerek öldürülen St. Peter’in mezarı, mermer tabanın hemen altındaki platformda duruyor. Bazilikanın altındaki Le Grotte Vaticane denilen yeraltı odalarında ise St. Peter’in mezarı kadar gösterişli olmasa da önceki Papaların mezarları bulunuyor. Şansınıza çok kalabalık değilse, St. Peter’s Bazilikası’ndan çıkmadan önce gidilmesi gereken son bir yer daha var; bazilikanın Michelangelo tarafından tasarlanan kubbesi… 800′den fazla işçinin nasırlı elleri ile inşa ettikleri, ama ironik bir şekilde o kadar da narin bir sanat eseri gibi duran kubbeye çıkabilmek için biraz emek harcamanız gerekiyor. Başınızı döndürmeye yetecek kadar dönerek çıkacağınız ve iki insanın yan yana geçmekte zorlanacağı merdivenlerin sonunda ise kesilen nefesinize değecek, muhteşem Roma manzarası ile karşılaşacaksınız…
Vatikan Müzesi’ni gezmeden sakın Roma’dan döndük demeyin. Bu müze, içerisinde 8 adet müze ve 5 galeri barındırmaktadır. Mısır tarihi eserlerinden Roma heykellerine, duvar ve tavanları Raphael tarafından tablolaştırılmış sanat eserlerini barındıran odalarına kadar dünyanın en zengin sanat koleksiyonu buradadır. Vatikan’ın arka kapısına doğru yönelin ve kale gibi duvarların kenarından devam edip müze girişini bulun…
O da ne kuyruk demeyin sakın… E olacak o kadar… Siz bu kuyruğa takılmak istemiyorsanız etrafta dolaşan rehberlerden birisine takılın ve sizi hem sıra bekletmeden içeriye soksun hem de içerisini İngilizce-Fransızca veya Almanca olarak 3 saat boyunca anlatsın… Bunun bedeli 30 € civarında ve müze giriş bedeli de dâhil… Zaten 15 veya 18 € giriş bilet ücreti olduğu için bence değer, içeride de size rehberlik yapar. Tabii bu arada bu rehberin 10 kişiye ihtiyacı var ki onu kurtarsın, merak etmeyin 10 dakika beklemekle 10 kişi toplanırsınız. Ama içerisi müthiş ve görmeye değer… Vatikan Müzesi için çeşitli zamanlarda gösteriler ve etkinlikler yapılmaktadır. Hele bir de ziyaretiniz böyle bir güne denk gelirse yemeyin de yanında yatın. Detayları öğrenmek için resmi Vatikan müze web sitesini ziyaret edebilirsiniz: http://www.museivaticani.va/3_EN/pages/MV_Home.html
İçeriye girince Michelangelo tarafından yapılan “Son Yargı” ve “Adem’in Yaradılışı” resimlerinin bulunduğu ve papayı seçmek üzere kardinallerin toplandığı Sistine Şapeli’nin tavanını incelemeden gelmeyin. Müzeye girdiğiniz zaman, Vatikan’nın ziyarete yeni açılan meşhur Castel del Gondolfo bahçelerini de gezebilirsiniz.
Eveet sevgili dostlarım, Vatikan anlatmakla bitmez ama daha fazla anlatırsam sonra Roma’yı gezmeye vaktiniz kalmaz ve de gemiye vaktinde yetişemezsiniz…
Roma
Vatikan’ı gezdik ve şimdi karnımız acıktı. Müzeye girdiğimiz yerden çıktıktan sonra tam karşısındaki sokakta bulunan pizzacılardan birisinde öğle yemeğinizi yiyebilirsiniz. Ama esas pizzanın merkezine gitmek istiyorsanız; Corso Vittorio Emanuele’e paralel ara sokaklardan birinde olan, Pizzeria da Baffetto’yu bulmanız gerek. Roma’nın en iyi pizzacısında, ilk şoku kapısındaki kuyruğu gördüğünüzde yaşayacaksınız. Kapıdaki sıranın uzunluğu ile pizzanın lezzeti arasında doğru orantılı bir ilişki olduğunu düşünsek de yine de tatilde sıraya girmek tek başına yeterince sıkıcı olabilir. Hele bir de gemiye dönmek için vaktiniz kısıtlı ise, isterseniz bunu bir dahaki sefere yapacağınız özel Roma ziyaretinize saklayın. Çünkü Roma’da 1 gün değil, 1 hafta da gezseniz yetmez… Ama ille de bu seferde bu pizzayı yiyeceğim diyorsanız, kardeşim bunun nasıl aşılacağını iyi bilir. Nerede kuyruk var orada iyi pizza vardır der. Bunun tecrübesini Napoli’de Pizza Michelin’i bulduğumuzda denemiştik. Kapının önünde beklerken, fark etmesek de kasabın vitrinine bakan kedilerdeki azim ve odaklanma vardı hepimizde ve başka yere gitme fikri aklımızdan tamamen çıkıp gitmişti. Şimdi başa dönelim; Vatikan’dan çıktıktan sonra biraz ilerideki Cipro Metro İstasyonu’nu sora sora bulduk ve tek biletle hem şehrin kalbine hem de Popolo Meydanı istikametine yakın Flaminio Metro İstasyonu’nda indik. Burada İspanyol Merdivenleri’ni ve karşısındaki meşhur ve pahalı butiklerin bulunduğu Via del Corso Caddesi’ni gezmelisiniz.
Daha sonra elinizdeki haritaya uygun yönde Trevi Çeşmesi’ni bulun ve bu yönde ilerlerken de aralardaki küçük sokakları gezin. Bir daha gelmek için de bu çeşmeye arkanızı dönüp para atmayı unutmayın. Böylece hem Roma’ya yine gelmeyi hem de kiliseye bir bağış yapmayı garantilemiş olursunuz.
Şimdi yolunuzu Piazza Navona’ya doğru çevirin. 15. yüzyıldan beri insanların yaptığı gibi… Burada alışverişe dalın ve bir de kahve molası verin. Barok tarzında çeşmeler ve etkileyici binalar ile çevrili Roma’nın en güzel meydanında Bernini’nin 1651 yılında yaptığı 4 Nehir Heykelini ve Moro Heykel ve Çeşmesi’ni inceleyin. Bu tarihi meydan; çok etkileyici, genç ve yaşlı herkesin takıldığı, bir şeyler atıştırdığı ve 1-2 saatini geçirdiği bir yer… Onun için burasının da keyfini çıkarın. Merak etmeyin gemiye dönmek için daha vaktiniz var.
Görülecek yerler listesindeki sıramız şimdi Colosseum’da… 50.000 kişinin aynı anda ana giriş katındaki 80 ayrı kapıdan stadyuma giriş ve çıkışının planlandığı bu eserin, yapıldığı M.S. 80 yılında nasıl düşünüldüğünü göz önünde bulundurursak bu bir mühendislik harikasıdır. Gladyatörlerin savaştıklarını, vahşi hayvanları öldürerek halkı eğlendirdiklerini ve Romalıların Colosseum’daki oyunlarda nasıl haykırdıklarını düşünün ve bunların uğultularını hissetmeye çalışın.
Buradan sonra; bir zamanlar senatonun bulunduğu, Sezar ve Cicero’nun ateşli demeçlerini verdikleri Cumhuriyet Meclisi, “Roman Forum”u gezin.
Sonrasında haritamıza bakarak yönümüzü, 1885 yılında yapımına başlanan ve tamamlanması 40 yıl süren Venezia Sarayı ve Müzesi ile meçhul asker anıtının bulunduğu ve Roma’nın merkezi sayılan Venezia Meydanı’na çeviriyoruz. Burası, muhteşem görüntüsü ve etkileyici manzarası ile benim sevdiğim yerlerden biri… Bir zamanlar Mussolini’nin konuşmalarını yaptığı meşhur balkona çıkınca; sarayın önündeki Birleşik İtalya’nın ilk kralı Victor Emmanuel’in anıtı bütün haşmetiyle sizi selamlamaktadır. Ama dikkatinizi, sarayın tepesinin iki kenarında bulunan atlı arabalı Romalı askerlerin heykellerine çekmek isterim…
İçeride bulunan müzeyi gezin, en üst kata çıkın ve yukarıdan muhteşem Roma manzarasını seyredin. Tabii ki burada bulunan kafede de bir kahve molası vermeyi ihmal etmeyin. Terastan Forum Roman’ı, Colosseum’u, en eski kiliselerden biri olan hemen bitişikteki Santa Maria in Aracoeli Kilisesi’ni, Capitoline Tepesi’ni ve Roma’nın diğer abidelerini rahatlıkla görebilirsiniz.
Şimdi görmediğiniz bir de Pantheon kaldı. Ön cephede 8, arka cephede ise 2 sıra halinde 4’er granit Korint kolonundan oluşan ve içerisindeki kubbeyi taşıyan tek bir kolonun dahi olmadığı çok enteresan bir mimaride yapılmış olan bu yapıyı da mutlaka görmelisiniz. İşte size biraz da tarihçesi… Pantheon “tüm tanrıların tapınağı” anlamına gelen ve antik Roma’nın tüm tanrıları için tapınak olarak inşa edilmiş bir yapıdır. Pantheon kavramı bugün ise meşhur kimselerin gömülü olduğu anıtlar için de kullanılır. Tüm Roma yapıları içinde en iyi korunmuş olanı ve muhtemelen de dünyada o dönemden kalan en iyi korunmuş binadır. Kubbesinin tam ortasındaki delikten gökyüzünü görmek mümkündür. Binanın tasarımı genellikle Trajan’ın mimarı Şamlı Apollodorus’a atfedilir ancak Hadrianus veya onun mimarlarına ait olması da muhtemeldir.
7. yüzyıldan bu yana önemli bir Hristiyan kilisesi olarak kullanılan Pantheon, aynı zamanda Roma’nın en eski betonarme kubbeli binasıdır. Bu kubbenin çapı 43 metredir. Bu kadar geniş çaplı bir kubbenin o günün teknolojisi ile betondan yapılması bugün için hala bir soru işaretidir.
Eveeet şimdi artık Termini Tren İstasyonu’na doğru yola çıkalım isterseniz. Yolumuzun üzerinde birçok tarihi bina, heykel, hoş ve pahalı mağazalar ve bakımlı yemyeşil bahçeler göreceğiz… Termini Tren İstasyonu’na geldiğimizde yine her zamanki gibi danışmadan(!) yardım alıyoruz ve yarım saat bekledikten sonra trenimize binip, gemimizin bizi beklediği Civitavecchia limanına gidiyoruz. Dönüş yolculuğu, geliş gibi kargaşa içerisinde olmuyor ve dönerken tren her istasyonda durmadığı için de yarım saatlik rahat bir yolculuktan sonra liman şehrimize varıyoruz. Daha 2 saatimiz var, hava da güzel; hemen deniz kıyısında bir kafeye oturuyoruz ve yorgunluğumuzu atıyoruz. Akşam yemeğimiz nasıl olsa gemimizde hazır, bizi bekliyor. İsterseniz bir de bu tur için ne kadar harcadık ve bu tur için gemi ne kadar fiyat vermişti bir bakalım…
Tabii ki gemi turundaki kadar rahat ve kolay bir gün geçirmedik ama yine de diyorum ki 120 € nerede, 50 € nerede? Hem de Roma’yı kendi başımıza keşfettik. Oleey!!!
Bu bölümü de sonlandırırken sizlere Civitavecchia kasabasının kalesinden veda ediyorum…
Yarın yeni limanımız, Livorno’da buluşmak üzere hoşça kalın diyorum.
Livorno’dan; sanat ve estetiğin şehri Floransa’yı ve Pisa kasabasındaki Pisa Kulesi’ni ziyaret edeceğiz…
Floransa
Gemimiz Carnival Breeze, bu sabah Livorno limanına oldukça erken yanaştı. Onun için rahat rahat kahvaltımızı yapıp, daha önceki deneyimlerimizden öğrendiğimiz gibi limandan şehir merkezine çift yön 5 Euro’luk shuttle araçlar ile gideceğiz ve merkezden de Floransa’ya gitmek için bir taksi ile anlaşmaya çalışacağız. Shuttle’ın bizi bıraktığı yere vardığımızda 8 kişilik bir van-minibus’ın etrafında 3 değişik milletten 6 kişi toplanmış, Pisa ve Floransa turu için pazarlık ediyorlardı. Tabii bu grupta Türk olmadan olur mu? Hemen 7 ve 8. kişi olarak pazarlığa ortak olduk fakat sıkı pazarlık etsek de taksi şoförü 480 € olan fiyatından 5 sent aşağıya inmedi. Biz de sonuçta kişi başı 60 € vererek bütün gün boyunca Toskana Vadisi, Pisa ve Floransa’yı dolaşacağımız aracımıza bindik. Önce en uzak yer olan Floransa’dan gezimize başlıyoruz. Yolculuğumuz boyunca şoförümüz bir rehber gibi; geçtiğimiz Toskana Vadisi’ni, şarapların ve peynirlerin güzelliğini, tarımsal çevreyi ve sonra da gideceğimiz yerleri anlattı.
1 saat 15 dakikalık yolculuktan sonra Floransa’ya vardık. İlk molamızı tepelik bir yer olan ve tüm Floransa’yı kuşbakışı gören (26) Michelangelo Meydanı’nda verdik.
Buradaki 20 dakikalık molada şehrin süper manzarasını önce kendim sonra da sizler için fotoğrafladım.
Bu meydanın ortasındaki Michelangelo’nun meşhur David Heykeli etrafında şöyle 2 tur attım. Yakından inceleme fırsatım oldu. Ama şoförümüz bunun aslının benzeri olduğunu, orijinalinin şehirdeki (20) Galleria dell’Accademia’da bulunduğunu söyledi. Oraya girmek içinse önceden internetten bilet alıp 2 saat kuyrukta beklemek gerekiyormuş. Tabii ki biz bunu yapamayız, çünkü zamanımız kısıtlı (biletler 17 € civarı)… Bulunduğumuz yerden Arno Nehri ve üzerindeki meşhur (27) Vecchio Köprüsü’nü, (1) Ulusal Kütüphane’yi, (5) The Duomo’yu, (17) Vecchio Sarayı’nı, (19) Uffizi Sarayı’nı ve (9) Santa Croce Kilisesi’ni rahatlıkla görebiliyordum. Daha önce de söyledim ya, İtalyan şehirlerindeki bu tip turistik taksilere teslim olduğunuzda sizi rahatlıkla görülecek yerlere ve mekânlara götürüp gezdiriyorlar. Hatta şoförümüz bize Floransa’nın sokak haritasını bile verdi. Takip edeceğimiz rotayı çizip kendi telefon numarasını da üzerine yazıp, hatta bakın şimdi şaşıracaksınız; kendi ikinci telefonunu da verdi. Buluşma yerini kaybedersek; endişelenmeyelim, rahatça dolaşabilelim ve arayabilelim diye… Bizi gemiye salimen götürmeyi garanti etmek için her şeyi planlamışlar. İşte turizm budur. Veee şimdi sizlere Floransa’yı gezmek için ilk defa yeni bir yol gerçekleştiriyorum. Floransa’nın bu sokak haritasını ve görülebilecekler listesini sizlere sunuyorum. Güle güle gezin… Haritadaki numaralara göre tarihi yerleri size elimden geldiğince fotoğraflı kısa bilgi olarak vereceğim.
Şimdi gelelim Floransa’nın kısaca geçmişini anlatmaya…
Floransa (İtalyanlar Firenze diyorlar), ilk yerleşim yeri olarak Etrüskler tarafından kurulmuş ve daha sonra Romalılar zamanında şimdiki Genova’dan başlayıp Roma’da sona eren tarihi Cassia Yolu üzerinde bulunan “çiçekler şehri” olarak adlandırılmıştır. Bu ismin ileriye dönük bir kehanet olarak da seçildiği düşünülebilir çünkü 1400’lü yıllarda başlayan Rönesans’ın ilk çiçek açtığı yer olmuştur. Apenin Dağları’nın eteğinde ve Arno Nehri’nin kıyısında olan Floransa, küçük bir kasabadır. Mona Lisa’nın o esrarengiz bakışının arkasında saklı olan gizem kadar, Ortaçağ’dan kalma o daracık sokaklarının zarafeti ve zaman zaman kale gibi muhteşem uyumlu renklerdeki malikâneleri ve içlerinde sakladıkları esrarengiz ama bir o kadar da güzel sanatsal hazineleri ile meşhurdur.
1348 yılındaki büyük veba salgını sonucu halkın yarısı telef olsa da bu salgın, ileride Floransa’nın parlak günlerinin gelmesine ve Avrupa’nın sanat merkezi olmasına engel teşkil etmedi. Hele 1434 yılından sonra zengin ve varlıklı bir banker olan Cosimo de’ Medici’nin ortaya çıkışı gelecekteki 300 yıl için Floransa’nın parlak ve altın çağının başlangıcı oldu. Medici ailesi, resim ve heykel gibi sanatsal konularda Floransa’nın gelişmesinde hep pozitif rol oynadılar. Cosimo de’ Medici; Brunelleschi ve Donetello’ya, torunu Lorenzo de’ Medici ise Michelangelo ve Botticelli gibi çağın en usta sanatçılarına hep destek verdi. Mediciler sayesinde İtalya Rönesans’ı da en parlak günlerini yaşadı. Medici ailesi o kadar güçlü bir hale geldi ki Avrupa’da hep soylu evlilikler yaptılar ve hanedanlarını devam ettirdiler. İçlerinden 2 adet Fransa Kraliçesi ve 3 tane de Papa çıkması Medicilerin ne kadar kudretli olduklarının bir kanıtı değil mi? Medici hanedanı hükümranlığında bulunan Toscana Dükalığı; hiç erkek çocuğu olmayan III. Cosimo’nun 1737 yılında ölmesi ile sona erdi ve bundan sonra Dükalık, Habsburg-Lorraine hanedanlığı ile devam etti.
Medici ailesinin Floransa’ya kazandırdığı eserleri görmek için artık gezimize dönüyor ve aracımızın bizi bıraktığı yerden yürümeye başlıyoruz. Şehre araç girmesi yasak olduğu için 4 saat sonra burada buluşmak üzere dağıldık. Burada her yere ulaşım yürüyerek olduğundan, yürüme engellilerin ona göre çözüm üretmeleri gerekiyor. Gezimize kısa başlıklar halinde The Duomo ile başlıyoruz…
(5) The Duomo (Santa Maria del Fiore): Mermer kaplı dış cephesi, sonradan yapılmış olsa da yine çok güzel… Buraya bitişik sekizgen kubbesi ile şehrin her tarafından görülebilen (6) Baptistery (Vaftizhane) için de söylenecek çok fazla şey var ama sitemizdeki diğer yazar arkadaşlarımın yazılarını tekrar etmek istemiyorum. Floransa’ya gidecekler, onların yazılarını da muhakkak okuyorsunuzdur… Ben size sadece görülebilecekler listesi olarak haritamı takip ederek Floransa’yı anlatacağım…
(14) Strozzi Sarayı: 1489 yılında inşasına başlanmış ve Filippo Strozzi tarafından tamamen kendi isteği doğrultusunda, şehrin göbeğinde kale gibi görünümlü ve 3 katlı olarak modern Rönesans’ın incelikleri dikkate alınarak yapılmıştır. Ancak Filippo Strozzi’nin ölümünden sonra, 1505 yıllarında varisleri tarafından burada oturulmaya başlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya’nın en önemli sanat gösteri ve sergilerine ev sahipliği yapmıştır. Şu anda Strozzi vakfı burada en gözde sergi ve gösterileri sunmak için çalışmaktadır.
19. yüzyıldan kalma, Vittorio Emanuele II’ye atfedilmiş olan Cumhuriyet Meydanı şehrin merkezindedir. Burjuva sarayları ve kültürel kafeleri ile meşhurdur. Futuristik sanatçılar hala buralardaki kafelerde buluşurlarmış.
(17) Palazzo Vecchio: Aynı zamanda Belediye Binası olan saray, seçilmiş olan sinyorların geçici olarak çalıştıkları ve yaşadıkları yerdi. 1298 yılında yapılan sarayın içerisinde bulunan 500 ismindeki salon, İtalya’daki en büyük oda olup Vasari’nin freskleri ve Michelangelo’nun heykelleri ile süslenmiştir. Kaleye benzer binanın önünde ise aslının içerde sergilendiği meşhur David Heykeli (1503-1504) bulunmaktadır.
(27) Vecchio Köprüsü ve bir adet selfie pozum: Arno Nehri üzerinde, II. Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından havaya uçurulmayan en eski tek köprüdür. 1345 yılında Vasari tarafından Cosimo I de’Medici için yapılmış olup şu anda üzerinde mücevher ve altın satıcılarının dükkânları bulunmaktadır.
Signoria Meydanı: Floransa’nın merkez meydanıdır. 1565 yılında Bartolomeo Ammannati’nin yaptığı Deniz Tanrısı Neptün havuzu, bu havuzun etrafında denizkızları ile erkek tanrılar ve at heykelleri bulunmaktadır. Ortasında da Neptün Heykeli vardır. Meydanı çevreleyen tarihi binaları ve sarayları ile meşhurdur. Yukarıdaki resim 1742 yılında Bellotto’nun yaptığı tablodan alıntıdır.
Zarif St. Trinita Köprüsü ise Vecchio Köprüsü’nün hemen aşağısında yer almakta olup, 1567 yılında Bartolomeo Ammannati tarafından inşa edilmiştir. II. Dünya Savaşı’nda yıkılan köprü daha sonra aslına uygun olarak yeniden yapılmıştır. Köprünün 4 ucunda bulunan ve 4 mevsimi ifade eden heykeller aslına uygun olarak sonradan yapılmış olsalar da başları sağlam olarak Arno Nehri’nin dibinden çıkartılmış ve restorasyona tabi tutulup 1958 yılında tamamlanarak yerlerine yerleştirilmişlerdir. Bunları seyretmek ve fotoğraf çektirmek bizler için ideal birer görsel şölendi.
Via Guicciardini’deki seramik atölyeleri ve dükkânları Floransa’nın seramik ve el sanatlarındaki ustalığını sergilemektedir. Eski sanatçıların eserlerini bulamasanız da yine de hediyelik olarak alınabilecek objeler barındırmaktadırlar.
(24) Pitti Sarayı: 15. yüzyılda Pitti ailesi için yapılmış olan bu yapı, daha sonra onların rakibi Medici ailesi tarafından satın alınmış ve büyütülmüştür. İçerisindeki Palatine sanat galerisinde, Titan ve Raphael’in eserleri sergilenmektedir.
(9) Santa Croce Kilisesi: Michelangelo, Galileo, Machiavelli ve Rossini’nin mezarları bu kilisenin içerisinde bulunmaktadır. İçerisi Gotti’nin yaptığı 14. yüzyıl freskleri ile süslüdür. Ön cephesi 19. yüzyılda yapılmış olan bu gotik kilise ayrıca Donatello’nun birçok çalışmalarını da sergilemektedir.
Artık yorulduk değil mi? Bir sandviç molası verelim diyorum… İşte size bir şarküterinin vitrini… E biz de acıkmışız… Haydi, içeriye girelim ve hemen nefis bir sandviç yaptırıp, elimize alıp yiyelim.
E vaktimiz de azaldı. Daha çok görülecek yer var ama biz “Cruiser”lar gerisini bir dahaki sefere bırakalım diyoruz.
4 saatimiz dolduğuna göre buluşma noktamıza geri dönüyor, yorgun savaşçılar gibi aracımıza biniyor ve yarım saatlik bir yolculuk için PISA’nın yolunu tutuyoruz. Şimdi arabada uyumak serbest… Gelirken devamlı konuşan 4 millet mensubunun ağzını bıçak açmıyor. Yorgunluktan herkes gözüne dinlenme molası yaptırıyor.
Rotamız Pisa ve 32 km yolumuz var. Pisa’da görüşmek üzere hoşça kalın!
Pisa
Gemimiz Carnival Breeze ile yanaştığımız Livorno Limanı’ndan, kiraladığımız taksimiz ile yaptığımız Floransa turumuzun ardından, dönüşte Pisa’ya uğradık. Taksi şoförümüz bize Toskana vadisindeki 45 dakikalık bir yolculuktan sonra Pisa kasabasını gezdirdi. Surlarla çevrili Pisa’nın bu tarihi eski şehrine ve tarihi Duomo Meydanı’na, 2 numaralı kapıdan girerek; Katedral, Vaftizhane, eğik çan kulesi ve muhteşem mezarlık binasının bulunduğu Mucizeler Meydanı (Campo dei Miracoli)’na geldik. 3 saat sonra aynı yerde buluşmak üzere randevulaştık. İlk olarak hemen karşımıza çıkan ve yapımına 1174 yılında başlanan, daha sonra da eğilmeye başlayan çan kulesi ile Pisa tarih gezimize başladık.
Arno Nehri’nin buradan geçip Livorno’da döküldüğünü düşünürsek; kumlu, biraz da çamurlu ve aynı zamanda kalkerli bir zemini olan bu nehrin bir nevi yatağına yapılan çan kulesinin, zaman içerisinde eğilmesine şaşmamak lazım. Eskiden Floransa’nın limanı olan ve şu anda 6 mil denizden içeride bulunan bu şehir, zamanının en ihtişamlı ve zengin dönemlerini bu çan kulesinin yapıldığı zamanlarda yaşamış. Pisalıların 11. yüzyılda başlayan güç ve sanattaki en yüksek mertebeye ulaşma arzusu, bu çan kulesinin yapımı ile doruğa ulaşmış. Pisa; 1062 yılında Arapları, donanmalarının gücü sayesinde bozguna uğrattıktan sonra ekonomik açıdan en kuvvetli günlerini o tarihten itibaren yaşamaya başlamış.
Pisalılar burada, görkemli anıtlarla dolu kendi kutsal şehirlerini yaratmak için; 13. yüzyılda Roman tarzındaki Katedrali, bir dantel gibi mermerden işlemeli ön cephesi ve kolonları ile İslami çizgilerle bezemişler, Vaftizhane’yi ise Kudüs’ün Kutsal Kabir Kilisesi modeline uygun inşa etmişlerdir. Bütün yapılar beyaz mermer ile kaplanmış olup, dikeyine koyu yeşil mermerlerle derzler ve ara süslemeler yapılmıştır. Bu anıt kompleksi içerisinde bir de müze bulunmakta ve Pisa’nın tanınmış artist ve sanatçılarının en kıymetli eserleri de burada sergilenmektedir.
1174 yılında yapımıyla birlikte eğilmeye başlayan çan kulesi, 1990 yılına kadar halkın yukarıya çıkmasına kapalı imiş. Bu zamana kadar zeminden 4,9 metre eğikliği hesap edilen bu 13,050 tonluk kulenin düzeltilmesi için çalışmalar yapılmış. Çelik bir kuşak ile eğikliğinin aksi yönünde tellerle daha fazla eğilmemesi için geçici olarak desteklenmiş. Mühendislerin bu arada çözüm üretmeleri için 800 tonluk bir ağırlık da zemine yerleştirilmiş ve altındaki toprak ve kum boşaltılarak, 1838 yılındaki dikliğine kadar düzeltilmiştir.
2001 yılında tekrar ziyarete açılan ve şu anda fazla yük olmaması için 30 kişiden fazlasının aynı anda ziyaretine izin verilmeyen bu kuleye çıkmak için kuyruk oluşması da normaldir. Ünlü bilim adamı Galileo Galilei’nin doğduğu ve meşhur ivme deneylerini gerçekleştirdiği bu kasabada, kilise dışındaki yapıların içlerini gezmek tabii ki paralı… Benim size tavsiyem bilet gişesine gidip, bu birbirinden bağımsız ve her biri ayrı güzellikte olan yerlerden; dolaşmayı gözünüzün kestiklerini içeren kombine bir bilet almanızdır. Böylece rahat rahat müzeyi de gezebilirsiniz.
Eveet dönüş zamanımız da geldiğine göre artık buluşma noktamıza doğru hareketleniyoruz. Aracımız ile 20 dakikalık bir yolculuktan sonra işte yine Livorno’dayız. Gemimizin kalkmasına daha 1,5 saat olmasından dolayı kısa bir şehir turu yapmayı da ihmal etmiyoruz. Yorgun ama bir o kadar da güzel geçen bu gezinin ardından akşam olunca gemide bir kadeh içki eşliğinde denizin doyumsuz seyri muhteşem oluyor. Hepinize sağlıklı, bol gezmeler diliyorum benim sevgili dostlarım… Hoşçakalın.
Monte Carlo
Carnival Breeze gemimiz sabahın erken saatinde Monte Carlo limanına yanaştı. Güneşin doğuşu ile birlikte sabahın ilk ışıklarını Monte Carlo üzerinde seyretmek çok güzel bir duygu… Sabah kahvaltısını erkenden yaptıktan sonra güzel bir günde, yürüyüş ayakkabılarımızı ve şapkamızı giyerek yola koyuluyoruz.
Liman çıkışında bizi karşılayan turizm ofisi yetkilileri, sorularımıza anında verdikleri cevaplarla birlikte elimize de birer şehir haritası tutuşturuyorlar. Kısa bir incelemeden sonra limandan doğruca sahil istikametinde devam ederek kapalı bir otoparka giriyoruz. Otoparkın içinde; bizi yarların tepesinde bulunan Cousteau’nun Okyanus Bilimleri Enstitüsü ve Müzesi, meşhur düğünün yapıldığı kilise, Caroline Rainer’in yazlık evi ve Krallık Sarayı’nın bulunduğu “Rock” denilen semte götürecek olan asansöre ulaşıyoruz. Hoop 2 dakika sonra kendimizi nefis bir parkta ve şehrin doğusunu seyredebileceğimiz muhteşem bir manzaranın ortasında buluyoruz.
5 dakikalık bir yürüyüşten sonra Prens Rainer’in büyük dedesi Prens Albert’in 1910 yılında yaptırdığı ve bir zamanlar Kaptan Jacques Cousteau’nun idareciliğini yaptığı bu önemli bilimsel araştırma merkezine geliyoruz. Cousteau’nun yaptığı sualtı keşiflerinin fotoğraflarının, gemilerinin ve ekipmanların yanı sıra o akvaryum mutlaka görülmeli… Hemen 14 €’ya bilet alıp içeriye giriyoruz. İşte size akvaryumdan ve müzeden bazı fotoğraflar... Güzelliği tarif etmeme, tahmin ediyorsunuz ki imkân yok!
Bu enstitünün dünya çapında bir üne sahip olması çok normal… Gerek içerisine kurulduğu bina, gerekse binanın içinde sergilenenler, kitapları ve bilimsel yazıları; Cousteauların dünyaya kazandırdıkları bu engin miras için insanda minnet duygusu uyandırıyor.
Daha sonra Monaco Prensesi Grace ve Prens Rainer III’ün gömülü olduğu St. Nicholas Katedrali’ni geziyoruz.
Adeta geminin düzenlediği turların da bizi takip eder gibi bir halleri var. Hangi anıt ve görülecek yere gitsek onlara rastlıyoruz. Demek ki elimizdeki haritayı doğru okuyor ve onların 50-60 $ verdikleri parayı cebimizde tutuyoruz. Şimdi eski ve korunmuş daracık sokaklarda dolaşıyor ve saatimiz 12.00’ye geldiğinde Kraliyet Sarayı’nda olmayı planlıyoruz. Niçin? Çünkü saat tam 12.00’de kraliyet muhafızlarının nöbet değişim töreni var. Bakalım nasılmış bir de onu görelim ve sizin için 1-2 fotoğraf çekelim.
Bu seremoniyi de izledikten sonra yan yoldan aşağıya doğru yürüyoruz. Artık eski şehirden ayrılıyor ve Fontvieille semtindeki Formula 1 yarışlarının başlama noktasını ve Monaco Prensi Albert’in özel antika araba müzesini görmek istiyorum. Araba müzesi saat 13.00’de açılıyor. 10 dakikalık bir bekleyişten sonra 6 € vererek içeriye giriyoruz. İşte size 100 adet birbirinden kıymetli arabalardan favori olarak seçtiğim 2 fotoğraf… 6 €’ya gerçekten değer…
Şimdi sırada biraz da çarşı, pazar ve bir kahve molası var.
Gemimiz saat 17.00’de kalkacağına göre, kahve molasını kısa tutuyoruz ve Monaco’da görülmezse olmaz dediğimiz meşhur Casino Monte Carlo’ya doğru tırmanmaya başlıyoruz. Ama o da ne, haritamda bir işaret görüyorum. Sahilden Casino hizasında bir asansör var. Doğru oraya ve oley 2 dakikada yine yorulmadan tepedeyiz! İşte size filmlerde gördüğümüz meşhur Casino… Tabii ki açık değil ve saat 17.00’den sonra açıldığı için yalnızca o muhteşem binanın çevresini ve giriş lobisini gezebiliyoruz.
Hava epey sıcak ve artık gemimize dönme vakti yaklaşıyor. Buradan yokuş aşağı yarım saatlik kolay bir yürüyüş ile şehrin içlerini de dolaşarak limana varıyoruz. Geminin yanaştığı iskelenin diğer tarafına meğerse platform yapmışlar ve insanlar burada denize giriyorlar. Canım bir çekti bir çekti ki hemen odaya gidip mayomu giyesim ve o masmavi sulara kendimi atasım geldi. Ama ne mümkün, geminin kalkmasına 10 dakika var.
Evet sevgili dostlar, Monte Carlo işte böyle bir yer ve Cruise ile gelenler için 1 gün içerisinde yapılabilecek ve görülebilecek belli başlı yerleri sizlere aktarabildiğimi umuyorum. Tabii bir dahaki sefere buradan trene binip 20 dakikalık bir yolculuk sonucu denizden 500 metre yükseklikteki bir Ortaçağ köyü olan “EZE”ye gideceğim, hatta vaktimiz olursa Nice’i bile ziyaret edebilirim. Çünkü buralar birbirlerine çok yakın mesafeler ve tren veya otobüs ile kesemize uygun dolaşacağız.
Yarın gemideki son günümüz ve Barselona’da artık gemiden ayrılacağız.
Barselona
Livorno Limanı’ndan hareket ettikten sonra sakin bir denizde yaptığımız yolculuğumuzun ardından gemimiz Carnival Breeze Barselona limanına yanaştığı zaman saatler 7.30’u gösteriyordu. Bugün artık gezimizin sonuna gelmiş bulunmaktayız. Dün akşamdan hazırlayıp kabinimizin önüne bıraktığımız valizlerimiz çoktan limandaki dağıtım merkezine gitmiş ve umarım sağlam olarak bizi beklemektedir. Onun için rahat rahat kahvaltımızı gemimizde yaptık ve saat 11.00 sularında içerisinde seyahat etmekten çok memnun kaldığımız Carnival Breeze’e bir daha görüşmek dileğiyle veda ediyoruz…
Liman zaten şehrin merkezinde ve Kristof Kolomb Heykeli ile marinanın yakınında olduğu için inince yönünüzü bulmakta herhangi bir zorluk çekmiyorsunuz. Limanın hemen önünden taksiye bindik ve şoföre bizi meşhur Ramblas Bulvarı’ndan geçerek otelimize götürmesini söyledik. Otelimiz şehrin merkezinde olduğu için odamıza yerleştik, hemen Barselona sokaklarını keşfe çıktık. Otelden çıkıp 2-3 saatlik bir çarşı ve sokak turu yaptıktan sonra otelimizden aldığımız harita ile şehirde görülecek yerler listesindeki müzelerden, öncelikle Katalunya Ulusal Sanat Müzesi’ni ve çevresindeki park ve tarihi binaları gezmeye başladık.
Yürüyerek yaptığımız çevre tanıma gezimiz ve keşfimiz biraz uzun sürdüğünden buraya saat 15.00 civarında geldik ve kapanış saatine kadar içerisini dolaştık. Çok güzel bir müze olan bu binanın içerisinde dinlenmek için güzel bir kafe ve dinlenme salonları var. Hele o auditorium var ki çatısı görülmeye değer…
Müzenin önünde ve çevresinde gezilmesi gereken havuzlar ve yüksek merdivenler var ki her akşam bu havuzlarda müzik ile koordineli su dansı gösterisi varmış. Saat 20.00’ de başlıyor ve biz bunu kaçırmak istemediğimizden, müzenin önündeki merdivenlerde müze gezisi sonunda yorgunluğumuzu atmaya karar verdik. İyi ki öyle yapmışız… Merdivenlerde zaman içerisinde 100 kişi falan oturmaya başladı. Tabii bu kadar kalabalığa, uyanık seyyar İspanyollar duyarsız kalır mı? Müzik çalanlar mı, yoksa hokkabazlık yapanlar mı arasınız… Yoksa şarkı söyleyenler mi? Bira ve çerez de ister misiniz bunları seyrederken? Seyyar satıcı çocuklarda buz gibi kutu bira 2 €. 2 bira içtim bütün 5 € verdim. Bozdurup getireyim dedi, gitti. Bakalım bizim para üstü gelecek mi? Biz bu arada etrafı seyrediyoruz ve müze tabii ki bu arada kapandı. Sonra girişine kokteyl masaları konup arkamızda zengin bir kokteylli nişan töreni yapılmaz mı! Buyurun bakalım eğlenceye… Evet, saatler ilerledikçe su gösterisini seyredecek kalabalık aşağıda ve etrafımızda çoğaldı. Demek ki gösteri saati yaklaştı. Bu arada para üstünü merak edenlere bildireyim. Para üstü geldi valla. Helal olsun bu İspanyol’a diyorum. Onu da müzisyene verdim, tamam oldu.
Müzik ve Su gösterisi saat 20.00’de başladı. Gerçekten güzel ve görülmeye değer… 1 saat kadar seyrettikten sonra artık yorulduğumuzun farkına vardık ve otelimize gitmek üzere bir taksiye bindik. Taksi fiyatları da öyle pahalı değil. 7-8 € verdik mi bizi merkezde her yere götürüyorlar. Tabii ki taksimetreyi açıyorlar.
Ertesi gün kalktığımızda, kahvaltımızı otelin yakınındaki bir kafede yaptık. Tabii ki kahve ve kruvasan… Gemide bedava 80 çeşit kahvaltılığa alışmış bizim gibi cruise yolcularının, bu iki çeşit kahvaltıya 6-8 € ödemesi zoruna gidiyor.
Bugün Hop On Hop Off Bus (HOHO) otobüslerinden bilet alıp, üst katına kurulup şöyle önce tam gün bir Barselona turu yapmayı planlıyorum. 26 € günlük ve 2 günlük fiyatı da olan bu turlar, bence bir şehri yürüyerek tanımak için ideal. Üstü açık iki katlı olan bu otobüslere aldığınız bilet ile belli olan 20 tane durak var ki bunlar görülmesi gereken yerler listesinde oluyorlar, istediğiniz yerde inip orayı gezip bir sonraki veya istediğiniz durakta yeniden binip devam ediyorsunuz, size bunun linkini de veriyorum:
http://www.city-discovery.com/barcelona/tour.php?id=1829
O gün içerisinde kaç defa inip bindiğiniz önemli değil. Kulaklıklarınızı da takınca geçtiğiniz yerlerin bilgilerini anında öğreniyorsunuz. Elimize zaten Barselona durakları ve gezilecek yerlerin de işaretli olduğu harita ve kulaklık veriyorlar. İşte HOHO’dan aldığımız bilet ile önce inmeden tam turu yaptık ve sonra ilk olarak Poble Espanyol durağında indik. Giriş 4 € ve içeride İspanya’nın bütün bölgelerinin özelliklerini yansıtan ve o yörenin hediyelik eşyalarını satan küçük dükkânları olan ve oranın mimarisinde inşa edilmiş bina ve meydanlarla karşılaşıyorsunuz.
Tüm İspanya’yı özellikleri ile hatta yemekleri ile de tanıyabilirsiniz. Biz tabii sabah gezdiğimiz için eğlencesini göremedik. Onun için burasını akşam görmek ve yaşamak lazım. Kim bilir ne İspanyol müzikleri eşliğinde ne yemekler ve tapaslar yerdik. Neyse bizim akşama daha başka bir yerde planımız var! Siz yine de bir akşamınızı buraya erken gelip 1 saat gezdikten sonra mutlaka burada değerlendirin.
Kapının önüne çıkıyoruz ve durakta 5-10 dakika bekledikten sonra tur otobüsümüze biniyoruz. Önümüze Montjuic Dağı’na çıkan teleferik durağı çıkıyor. Buradan tüm şehrin panoramik manzarasını seyredebilirsiniz. Biz buraya çıkmadan devam ediyoruz.
Merkezi yerlerden olan Katalunya Meydanı’nda iniyoruz ve sokak aralarındaki enteresan dükkânlara girip çıkıyoruz. İşte size birkaçından çektiğim fotoğraflar… Bu aşağıdakileri bitki zannetmeyin emi benim sevgili okuyucularım. Bunlar mum… Ama ne mumlar vardı o dükkânda. Size dükkânın da fotoğrafını göstereyim bari… Bakın fiyatları da üzerlerinde…
Bu arada Barselona Katedrali ve Picasso Müzesi’ne uğruyoruz.
Picasso Müzesi’nde kuyruk vardı ve giriş ücreti galiba 11 € idi. Sıraya girdik ve tablolarını seyredip çıktık. Heyhat bir tane bile alamadık. Katedralde ise akşam meşhur Katalonya Festivali varmış. Onu seyretmeyi programımıza aldık ve tekrar HOHO otobüsümüze binerek, bu sefer Gaudi’nin meşhur bitmeyen eseri Sagrada Familia Katedrali’nde indik. Amanın da amanın, içeriye girmenin imkânı yok. Kuyrukta 250 metre sıra var. Dışarıdan seyrettikten sonra yine otobüsümüz ile Gaudi’nin meşhur apartmanlarını ve yapıtlarını panoramik görerek, deniz kıyısına indik ve Kristof Kolomb Heykeli önünden HOHO otobüsü hattımızı değiştirerek Nou Camp Stadı’na giden başka bir HOHO otobüsüne bindik. Adamlar stadı gezdirmeye 6 €, müzeleri gezdirmeye şu kadar €, maç olunca şu € falan diye para basıyorlar. Tabii futbol takımı bu kadar meşhur olunca bu normal. Stat önü turistik FC Barcelona hediyeleri satan dükkânlarla dolu. Ama zaten bunlar tüm Barselona’daki merkezdeki dükkânlarda satılıyor. Ama en ucuzu nerede diyorsanız? Size söyleyeyim; İzmir Kemeraltı’nda 15-20 TL. Tunus’ta ise 10$ idi ve gerçekleri gibiydi. Şehir turunu kısaca böylece anlattıktan sonra şimdi gelelim meydanlara ve binalara; tabii ki hepsi muhteşem ve bakımlı. Hepsi süper güzel korunmuş ve turistler için mükemmel birer görsel şölen. Bizim de kulağımıza küpe olsun diyoruz ama geçmiş olsun. Yıkılan yıkılmış, yakılan yakılmış. Biz hala rezidans ve avm yapmakla meşgulüz.
Şimdi bakın sizi nereye götürüyorum…
Barselona’nın ortasında bir pazar… Ama ne Pazar! Mercat de Santa Caterina. İşte bir tarafta balık, meyve ve sebzeler, diğer tarafta hem bunları pişirenler hem de taburede veya ayakta durarak yediğiniz tapas ve atıştırmalıkları satan büfeler… Hem biranızı veya şarabınızı içerken, dostlarınızla sohbet edebiliyor hem de karnınızı çeşitli şeylerle doyuruyorsunuz. Hepsi tek çatı altında o kadar zevkli ve güzel bir yer ki bir daha gittiğimde ilk gideceğim yer burası doğrusu. İzmir’in Konak Pier’i de keşke böyle olsa! Tabii bir kadeh şarap içmeden buradan gidilmez.
Yine akşamı yaptık, ama katedraldeki Catalan Festival randevumuzu da unutmadık. Haydi oraya gidelim. Bu gece İspanya’nın iki ezeli rakip olan takımları yarışıyorlar. En yüksek insan kulesi yapan takım tabii ki kazanıyor. İşte size kazanan takım; Kırmızılar. Beyazlar düştü ve 1 kişi yaralı... Ee o kadar olacak tabii.
Gece turumuza devam ediyoruz ve gece barlarına şöyle bir göz atıyoruz. Tabii İspanyol danslarını seyretmeden olmaz, ama kenar mahallelerde gerçek bir dans barı bulmamız lazım. Bu hakkımızı Madrid’e saklıyoruz ve sokakları gezmeye devam ediyoruz.
Gece hayatı ise cıvıl cıvıl ve fotoğraflardan görüleceği üzere rengârenk… Bu gecelerde neler yapılmaz ki! Ya Rabbim sen bize güç ver, sağlık ver diyorum. Bakın sizin için de dilekte bulundum, ona göre artık. Bu akşamı da sokaklarda atıştırmalıklarla geçiştirdikten ve kadehimi şerefinize kaldırdıktan sonra artık yatma zamanı… Yarın gezmek için ayaklarımız bize lazım. Onları dinlendirelim diyorum.
Hepinize sağlık ve afiyetle mutlu bir hayat temenni ederim, benim sevgili dostlarım.