Cennetten Bir Parça: Seyşel Adaları

Hint Okyanusu'nda birçok adacıktan oluşan Seyşel Adaları, cennetten bir parça sanki. Kıyılarını çevreleyen Hint Okyanusu, turkuazdan tutun camgöbeğine kadar mavinin ve yeşilin her tonunu sergileyerek ufukta mora dönüşmekte. Köpüklü dalgaların yaladığı bembeyaz kumsalların ve denize serpilmiş kurşuni iri kayalıkların oluşturduğu sahiller, zümrüt yeşili palmiyelerin yükseldiği dağlarla bütünleşiyor. Yürüyerek, bisikletle ya da kiralık otomobille gezerek, denizde yüzerek, şnorkelle ya da dalış yaparak doğanın güzelliklerini keşfetmek ve sakin, huzurlu bir tatil geçirmek isteyenler için günümüz dünyasında zor bulunur bir ortam.

Bu güzelim adalara Barbaros Hayreddin Paşa'nın da gittiğini biliyor muydunuz?

Osmanlı devletinin ünlü Kaptan-ı Deryası Barbaros Hayreddin Paşa, bu adı ve unvanı almadan önce henüz adı Hızır Reis iken ve kardeşleriyle birlikte Akdeniz'de korsanlık yaptığı yıllarda Cezayir'i denetimi altına almıştı. Ancak İspanyollar Cezayir halkını ayaklandırmışlar, üstelik kuzey Afrika'daki Arap beylikleriyle birleşerek Cezayir'e saldırmışlardı. Yavuz Sultan Selim'in Cezayir Beylerbeyi ilan ettiği Hızır Reis gerçi ayaklanmayı bastırıp 1519'da İspanyol donanmasını yendi, ama bu savaşlarda hem iki ağabeyini kaybetti, hem de savaşlar pek de istediği gibi yürümedi. Hızır Reis bunun üzerine iyice bezmiş olmalı ki gemilerini ve reislerini toplayıp Cezayir'i bırakarak Hint Okyanusu'ndaki Seyşel Adaları’na doğru yelken açtı. Eski korsanlık günlerini özlemişti.

O günlerden yaklaşık 500 yıl sonra da Seyşel Adaları civarında halen korsan saldırılarına rastlanmakta. Adaların korsanların uğrak yeri olmasına şaşmamalı, zengin ticaret gemilerinin güzergâhında bulunuyor. Biz de her ne kadar korsanlık yapmaya olmasa da 2014 Kasım ayında İsviçre'nin soğuğundan uzaklaşmak için Seyşel Adaları'na gittik ve üç değişik adada yaklaşık üç hafta süren harika bir tatil geçirdik. En büyük adası olan Mahé Adası’nda üstelik bir de Barbarons sahilleri bulunuyor, adı bizim Barbaros'u çağrıştırıyor. Gerçi adalar sonraları Fransız ve İngiliz sömürgesi olmuş, yerlerin isimlerini de haliyle kendileri koymuş olmalılar. Ama bizim Barbaros Hayreddin Paşa'nın Hint Okyanusu'nda, binlerce kilometre uzaklıktaki bir sahile isim babalığı yapmış olabileceği düşüncesi bile hoş.

Seyşel Adaları’nın Coğrafi Yapısı, Bitki ve Hayvan Türleri

Hint Okyanusu'ndaki adalar konumları itibariyle ekvatorun 4o güneyine, Madagaskar'ın 1200 km kadar kuzeydoğusuna düşüyor. Adaların toplam yüzölçümü yaklaşık 500 km2,  binlerce kilometre karelik çok geniş bir alana yayılan irili ufaklı 92 mercan ve granit ada ve kayalıklardan oluşuyor. Bu adaların en büyüğü 142 km2lik Mahé Adası. Diğer önemli adalar Praslin (Pralen), La Digue (La Dig), Silhouette (Siluet) ve Aldabra atolü. Milyonlarca yıl önce ana karadan ayrılan Seyşellerde dünyanın başka hiçbir yerinde rastlanmayan bitki ve hayvan türleri korunmuş. Seyşellerin sembolü olan deniz hindistancevizi, siyah papağanlar ve dev kaplumbağalar bunlardan sadece bazıları. İnsanların buralara yerleşmeğe başladıkları yıllarda her adada rastlanan dev kaplumbağalar şimdi yeryüzünde yalnızca Aldabra atolünde yaşamlarını sürdürebiliyorlar.

Adalar volkanik değil, merkez ya da İç Seyşeller grubunu oluşturan adalar granit ve dağlık bir araziye sahip. Milyonlarca yıl önce Afrika kıtasıyla Hindistan'ın birbirinden koparken ayrıldıkları yerde sıkışıp kaldıkları anlaşılıyor. Aldabra atolü gibi mercanların oluşturduğu adalar ise Dış Seyşelleri meydana getiriyor.

Seyşel Adaları’nın Tarihi

Arap denizcileri bu takımadaları 7. yüzyılda keşfetmişler, bu bilgi yüzyıllarca ağızdan ağıza aktarılmış. 1500'lü yıllarda Portekizlilerin Arap denizcilerin önderliğinde doğuya doğru yaptıkları seferlerde ilk olarak haritalardaki yeri belirtilmiş. Tatlı su kaynakları ve hindistancevizi bakımından zengin, ancak insanların yaşamadığı bu adalar, 18. yüzyılın sonlarında Fransızlar tarafından koloni haline getirilmiş, Afrika'dan ve Madagaskar’dan getirilen kölelerle küçük plantasyonlar ve ilk yerleşim birimleri kurulmağa başlanmış. Adalar 19. yüzyıl başlarında İngilizlerin eline geçmiş ve 1976'ya kadar İngiliz sömürgesi olarak kalmış. 1976 yılında tam bağımsızlığını ilan etmiş ve sosyalist cumhuriyet olmuş. 1980'li yılların sonundan itibaren komünist ve sosyalist rejimlerin birer birer yıkılmağa başlaması üzerine Seyşeller de yüzünü batılı ülkelere dönmüş durumda. 1993'te kabul ettiği yeni anayasa ile İngiltere'yi örnek alarak iki partili demokratik sisteme geçiş yapmış bulunuyor.

Seyşel Adaları’nda Ekonomi 
Adaların başlıca ürünleri olan hindistancevizi ve vanilya, tarçın, muskat gibi baharat fiyatlarındaki düşüş üzerine son yıllardaki en önemli gelir kaynağını turizm sektörü oluşturuyor. Balıkçılık da önemli bir üretim ve ihracat kolu. Diğer ülkelere taze balık, deniz ürünleri ve ton balığı konservesi satılıyor. Dev ağlarla denizin dibini tarayarak balık soyunu tüketen balıkçı gemilerinin bu adalarda balık avlaması, ekosistemin korunması amacıyla yasaklanmış. Yasağa uyulup uyulmadığı Seyşel devletince ve Amerikan uyduları yoluyla kontrol ediliyor.

Adaların önce Fransız, sonra da İngiliz sömürgesi olduğu devirlerde sömürgeciler; hindistancevizi, vanilya, tarçın, pamuk üretiminden epey zengin olmuş. 1860'larda köleliğin yasaklanmasıyla özgürlüğe kavuşan kölelere biraz toprak, tarla bahçe vermişler, eskisi gibi beyaz efendilerin topraklarını ekip biçmeğe devam edeceklerini düşünmüşler. Fakat iş hiç de umdukları gibi olmamış. Sömürgeciler kendi tarla bahçelerinde çalıştıracak adam bulamaz olmuşlar, eski köleler zahmetli işlere devam etmek yerine kendi bahçelerine diktikleri üç beş ağacın meyvesiyle yetinmeğe başlamışlar. Hele hindistancevizi çok verimli ve bakımı kolay, hindistancevizleri olgunlaşana kadar beklemek yetiyor, zaten ağaçlardan kendiliğinden düşüyorlar. Hava da her mevsim güzel, oooh otur bahçende ağaçların altında, tam "armut piş ağzıma düş" olmuş yani. Aslında o iri hindistancevizlerinin kafalara düşmesi hiç de arzulanacak bir şey değil, onun için tam ağacın altında oturmamağa dikkat etmiş olmalılar. Eh, hayat böyle kolaylaşınca artık kim gider de boğaz tokluğuna beyazların tarlasında çalışır? Bu duruma bir türlü akıl erdiremeyen Beyaz Adam bunun üzerine zencilerin işe yaramaz, tembel insanlar olduklarına kanaat getirmiş, Hindistan'dan, Madagaskar'dan yabancı işçi getirtmek zorunda kalmış.

Sosyalist rejim herkese ev, bahçesinde iki üç dikili ağaç, temel sağlık hizmetleri ve iyi bir okul eğitimi sağlıyor. Ortalama gelir yüksek, fiyatlar Avrupa ayarında, oteller, restoranlar, araba kiralama gibi turistik hizmetler pahalı. Turizm sektöründe fiyatlar Avrupa düzeyinde ama hizmet için aynı şey geçerli değil, birçok yerde baştan savmacılık ve amatörlük görülüyor. Konaklama olanakları genelde iki kategoride var; pahalı uluslararası lüks oteller ve uygun fiyatlı, "self-catering" denilen yatak ve kahvaltı veren pansiyonlar. İkisinin ortasında, 3 ya da 4 yıldızlı oteller bulmak zor. "Para önemli değil" diyenler için, hizmetinizin özel olarak görüldüğü, sizden başka kimsenin bulunmadığı özel adacıklardaki villalarda da kalabilirsiniz. Fiyatların kişi başına günde 700 Euro’dan başladığını duyduk.

Normal bakkal dükkânlarındaki fiyatlar da yüksek, herhalde herkes kendi karnını doyuracak sebze ve meyveyi kendi bahçesinde bedava yetiştirdiği için bakkala kimse gitmiyor. Tabii artık yavaş yavaş batının kapitalizmine de açıldıkları için halk artık sosyalist rejimden bıkmağa başlamış, biraz şikâyet edenlere rastladık. Turizm sektöründe iyi olanaklar var, ancak henüz Seyşel halkında pek fazla girişimci ruhu görülmüyor. Bunda, sosyalist rejimin girişimciliğe özendirmemesinin yanı sıra turizm alanında eğitim olanaklarının henüz pek sağlanmamış olmasının da rolü büyük. Dışarıdan gelip yatırım yapanlara çok olanaklar sağlanıyor. Hintliler ve özellikle Çinliler yatırım yapmağa başlamış bile.

En ilginci de adada Türk nüfusu olmamasına rağmen Türkiye'den bayağı mal geliyor olması. İlk girdiğim bakkalda karşıma Türkiye'den gelen meyve suları, Ayçiçek yağı, çocuk bezleri, mercimek ve Nuh'un Ankara makarnası çıktı. Derhal bir paket aldım. Pişirmeyeceğim, Seyşellerden bir anı olarak saklayacağım. Kurtlanana kadar…

Seyşel Adaları’nda Dil, Din, Kültürel Yaşam

Resmi diller Kreolce, Fransızca ve İngilizce, halkın eğitim düzeyi yüksek, ağzını açan şakır şakır üç dili de konuşuyor. Kreolce ilginç bir dil, yerleşimin ilk zamanlarında adaya Afrika'nın dört bir yanından getirilen zenci köleler aralarında anlaşabilmek için basit bir Fransızca geliştirmişler. Afrika lehçelerinin dil yapısına dayalı, Fransızca kelimelerden oluşan bir dil. Şimdi yazı dili olarak ta kullanılıyor, aynı Türkçedeki gibi Fransızcayı okunduğu gibi yazıyorlar, Fransızcanın "gereksiz" dilbilgisi kurallarını atmışlar. Karayiplerdeki Kreolceyle epey benzerlikleri olduğunu öğrendik. Toplam nüfusu 86.000 kadar olan adaların halkı da karışık. Hepsi siyah Afrikalı değil, belli bir tip ayırt etmek zor. Zayıfı, şişmanı, zencisi, beyazı, Çinlilerle, Hintlilerle, Araplarla ve Avrupalılarla karışmışları var. Aile yapısı da ilginç, bir ailede kadının ve erkeğin eski eşinden ya da sevgilisinden olma her tip çocuğa rastlanabiliyor. Dinleri % 90 Katolik, ama büyücülük, falcılık gibi Afrika inançlarından kaynaklanan adetleri de günlük yaşamlarının bir parçası olarak sürdürülüyor. Kültürel hayat daha çok müzik üzerine yoğunlaşmış. Pazar günleri plajlarda mangal yakıp piknik yapmak sosyal hayatlarının önemli bir parçasını oluşturuyor. Tropik kuşakta olduğu için 12 saat gündüz, 12 saat gece; sabah 06.30'da güneş doğuyor, akşam 18.30'da her yer aniden kapkaranlık oluveriyor. Gece hayatı pek yok. Başkent Victoria'da iki sinema var, bir tanesinde yalnızca Hint filmleri izlenebiliyor. Birkaç diskotek dışında başka eğlence yerlerine rastlanmıyor. Yaşam sakin, başkent dışında kalabalık yerleşim bölgeleri yok.

Bahçeler, parklar çok bakımlı, her gün çiçeklere, ağaçlara bakılıyor, kesilip budanıyor ve her yer tertemiz. Yemekler çoğunlukla balık ve deniz mahsulleri ağırlıklı; sağlıklı ve lezzetli. Genelde ızgara veya hindistancevizli köri ya da kreol domates sosunda pişiriliyor. Yanında pilav ya da patates kızartma, salata. Sebzelerden balkabağı, ekmek ağacının meyvesi gibi birkaç tür sebze var.

Gezimize Kasım ayının ilk haftasında başlıyoruz. Seyşel Adaları’ndan Praslin, La Digue ve Mahé adalarında kalıyoruz, ayrıca Felicité ve Coco adalarına bir günlük turla şnorkel ile yüzmeğe gidiyoruz.

Praslin Adası
 Soğuk, yağmurlu, sisli, rutubeti insanın iliklerine kadar işleyen sevimsiz bir kış günü Zürih'ten Dubai'ye uçuyoruz. Burada kemiklerimiz ısınıyor, Dubai'yi gezip orada bir gece geçirdikten sonra ertesi gün Seyşellerin en büyük adası olan Mahé Adasına iniyoruz. İner inmez nemli, ama özlemini çektiğimiz sıcak hava karşılıyor bizi. Havaalanı bana Ankara'nın 30-40 yıl önceki eski havaalanını hatırlatıyor. Hemen ısınıveriyorum Seyşellere. Buradan arabayla limana getiriliyoruz, oradan da vapurla ilk durağımız olan Praslin adasına geçiyoruz. Praslin adasında seyahat acentesinin bir şoförü bizi otelimize getiriyor. Deniz kenarında sevimli, tek katlı, önünde terasıyla iki sıra halinde odalar. Ancak deniz, kıyıya yakın mercan kayalıkları olduğundan ve yosunlardan ötürü yüzmeğe elverişli değil, biz de yüzmek için başka plajlara gidiyoruz.

Adanın en güzel plajlarından biri Anse Lazio. Oraya 45 dakikalık bir otobüs yolculuğu sonunda varıyoruz. Adada fazla yol yok, olan yollar da dar, kaldırımsız ve aydınlatmasız. Trafik soldan, trafik kurallarına pek uyan yok ve genelde turistlerin kullandığı kiralık arabalara rastlanıyor. Ada dağlık olduğundan yollar inişli çıkışlı ve virajlı, bereket ki yollarda fazla taşıt yok. Otobüsümüz gereğinden hızlı gidiyor çünkü. Üstelik eski bir model, frenleri tutar mı bilmem. Karşıdan bir otobüs gelse kaçacak yer yok, kendimizi uçurumdan aşağıya denize yuvarlanırken hayal ediyorum. Son durakta inip sıcakta ter içinde yokuş yukarı 10 dakika kadar yürüyoruz. Tepeye vardığımızda aşağıda gözlerimizin önüne serilen eşsiz manzarayı görünce bu zahmetli ve uzun yolculuğu yaptığımıza değdiğini anlıyoruz. 5 dakika sonra palmiye ağaçlarıyla kaplı beyaz kumsaldayız.

Adanın bir başka güzel plajı da Anse Georgette'te bulunan Lemuria golf otelinin plajı. Burası ücretsiz, ancak otelden özel randevu alınarak giriliyor. Fazla kalabalık olmasını önlemek için alınmış bir önlem.

Kasım ayında denizin sıcaklığı 35, hava sıcaklığı da 35 derece. Nem var ama arada hafif rüzgâr esiyor, çok hoş bir iklim. İnsanı sürekli bunaltmıyor. Türkiye'de, İzmir'de ya da Antalya taraflarında yazın çok daha boğucu sıcaklar olur.

Vallée de Mai, adanın milli parkı. Bu parkı gezmek için yarım günümüzü ayırıyoruz. Milyonlarca yıldır el değmemiş bu vadide yetişen bazı palmiye türlerine dünyanın hiçbir yerinde rastlanmıyor. Bunlardan biri, Seyşellerin sembolü haline gelen coco de mer, yani deniz hindistancevizi palmiyesi. Ağırlığı 20 kiloyu bulan bu hindistancevizi yalnızca Praslin adasında yetişiyor. Görünüşü dişi üreme organını andıran ve cinsel gücü arttırdığına inanılan bu cevizin değeri eski devirlerde altınla ölçülmekteymiş.

Yükseklikleri 20 metreye varan ağaçların arasında gün ışığı neredeyse görünmez oluyor. Ağaçlardan birinin dalları arasında, dünyada yalnızca bu adada yaşayan çok az sayıdaki siyah papağanlardan birini keşfediyoruz.

Praslin Adasında altı gün geçirdikten sonra ikinci durağımız olan La Digue Adası'na doğru yola çıkıyoruz.

La Digue

Vapurdan inince seyahat acentesinin ayarladığı şoförün bizi karşılayıp otelimize bırakması gerek, ama şoför ortalıkta yok. Diğer turistler birer ikişer kendilerini karşılayan rehberleri ve şoförleriyle birlikte arabalara binip uzaklaşıyorlar. Sonunda sora sora bizi karşılaması gereken şoförü limanın dışında bir yerde buluyoruz. Adam önce bize bir tersleniyor, ben falanca acenteyle iş yapmıyorum, onlar tarafından geliyorsanız sizi götürmem, diye postasını koyuyor. Hoppalaa. Başka acenteden geldiğimizi öğrenince lütfedip bizi otele götürüyor. Bu olay yüzünden canımızı sıkmak istemiyoruz. Otelimiz harika. Özenle düzenlenmiş büyük bir bahçe içine serpiştirilmiş birkaç kolonyal stili binadan oluşuyor. Oda, daha doğrusu odalar geniş, rahatlıkla 3-4 kişinin kalabileceği kadar büyük.

La Digue Adasının kıyılarındaki denize serpilmiş tuhaf şekilli dev kayalar, James Bond filmleri, mayo ve içki reklam filmleri için eşsiz bir kulis yaratıyor. Ada, Praslin ve Mahé adalarına oranla turistik bakımdan daha az gelişmiş, ancak hızla gelişmekte olduğu gözle görülüyor. Son model kiralık otomobiller, günü birlik gelen turistlerin kalabalığı adanın yetersiz altyapısını zorluyor. Aslında ada küçük, motorlu araca gerek yok, her yerine yürüyerek ya da bisikletle gidilebiliyor. Ancak tropikal yağmura tutulursanız çaresiz yola devam etmek zorundasınız. Yolda sığınacak bir yer yok, olsa bile en az bir saat beklemek gerekiyor. Üstelik sığınak, yağmurluk, şemsiye de kâr etmiyor. O süre içinde gideceğiniz yere yürümek daha akıllıca, zaten yağmurun ardından çıkan güneş ortalığı hemen kurutuyor.

La Digue'den Felicité ve Coco adalarına yaptığımız motor gezisinde okyanusun sualtı zenginliklerini keşfediyoruz. Şnorkel ile yüzerken bambaşka bir dünya gözler önüne seriliyor. Mercan kayalıklar arasında dolaşan irili ufaklı, saydam, kırmızı, mor, parlak mavi renkli, sarı-siyah çizgili, yassı, uzun, çeşit çeşit balıklar ve suyun üzerinde sizinle birlikte yüzen deniz kaplumbağaları.

Mahé Adası

Son durağımız Mahé Adası. Konakladığımız yer havaalanına 45 dakika mesafede, adanın güneyinde sakin, güzel bir koyda, adı gibi güneşli Anse Soleil'de. Yakınlarda iki tane beş yıldızlı uluslararası otel var, ama biz küçük otelimizden çok memnunuz. Bahçe içinde bir ev, yatak odası, banyosu, oturma odası ve mutfak kısmı var. En güzeli ise deniz manzaralı terası. Otelin önünde kumsal uzanıyor, plajın sağında ve solundaki kayalık bölgede şnorkel yapılabiliyor. Soldaki kayaların ardına gizlenerek batan güneşin kızılımsı ışınlarında denize girmek ya da terasta "rum coco" içmek ayrı bir zevk.

Adayı gezmek için bu kez araba kiralıyoruz. Başkent Victoria'da Londra'daki Big Ben'i anımsatan saat kulesini, Hint tapınağını, kiliseleri ve bir camiyi görüyoruz.

Victoria'nın ünlü çarşısı, balıkçıların ve köylülerin ürünlerini satabilmeleri için bundan 60 yıl kadar önce İngiliz vali tarafından hizmete açılmış. Renk renk şemsiyelerin gölgesinde kurulmuş tezgâhlarda taptaze balıklar, sebze ve meyveler, çeşit çeşit baharat ve hediyelik eşyalar sergileniyor. Ortadaki pazar yerini çevreleyen iki katlı yapının üst katında kumaş ve giyim eşyaları satan butikler sıralanmış.

Victoria sokaklarında her köşe başında müzik çalanlara, kendi doldurdukları CD'lerini satanlara rastlamak mümkün. Kulağa hoş gelen kreol ritimleri zaten her evden dışarıya taşıyor. Burası müziğin, güneş ışığının ve renklerin dünyası. Victoria'ya gelene kadar geçirdiğimiz iki hafta içinde adaların sakin, huzurlu yaşamına çok çabuk alışmış olmalıyız ki başkentin kalabalık şehir havasını, mesai çıkışı sıkışık trafiğini yadırgıyoruz. Dinlenip denize girmek için Victoria'nın ünlü plajı Anse Takamaka'ya uğruyor ve plaja adını veren takamaka ağaçlarının gölgesinde oturuyoruz.

Dönüş yolunda Kralın Bahçesi, Jardin du Roi'yı geziyoruz. Bu bahçede tropikal iklimde yetişen tarçın, karanfil, vanilya, muskat, şeker kamışı, demirhindi gibi her tür baharat ve bitkiye rastlamak mümkün. Girişteki küçük satış mağazasında adada yetişen baharat ve elişi ürünleri satılıyor.

Artık gezimizin son günlerindeyiz. Barbarons plajını görmeden olmaz, diyorum. Arabayla adanın batı kıyısını kuzeye doğru keşfe çıkıyoruz. Bir tur atıp Victoria üzerinden geri dönmeyi planladık. Barbarons koyuna hâkim olan otelde tadilat yapılıyor, ama hiç değilse uzaktan plajı görüyoruz. Geçtiğimiz yerler inanılmaz derecede güzel.  Batı sahillerinden Victoria'ya varmak için Sans Souci Yolu'na sapıyoruz. Dağların arasından kıvrıla kıvrıla giden yolda bir çay üretimi çiftliğine uğrayıp vanilyalı Seyşel çayının tadına bakıyoruz. Bir süre sonra yaylanın en yüksek yerinde, manzaranın en güzel görülebildiği Viewing Lodge'dayız. Mahé Adasının güney ucundan kuzeyine kadar kuş bakışı görülebilen batı sahilleri gözlerimizin önüne seriliyor. Çevredeki yemyeşil dağlarla mavi denizin nefis bir uyum içindeki manzarasına doyum olmuyor. Akşama doğru Victoria üzerinden otele dönüyoruz.

Otelin elektrikçisi ilginç bir adam. Sıcaktan şikâyet ederek çalışırken eşim ona, "İsviçre'de hava sıcaklığı şu anda 5 derece. Yoksa soğuktan inlemeyi mi yeğlerdiniz", diye sordu. Adam durdu, bir şey demedi. Ertesi gün bizi görünce kararını açıkladı: "Düşündüm de soğuktan donmaktansa sıcaktan bunalmayı tercih ederim".

Artık tatilimizin son günü… Son bir kez daha denize girdik, son kez güneşin batışını izledik. Ertesi sabah gün doğarken sempatik, konuşkan şoförümüz yol boyunca Seyşeller hakkında dedikodular anlatarak bizi havaalanına getirdi. Tatilimizin bittiğine üzülerek bu güzel adadan ayrılıyoruz.

Belma Pekin - Ekonomist ve Yetişkinler Eğitimcisi (Zürih-İsviçre)

Yazar Hakkında

gezdünyayı

İsviçre'de yaşıyorum. Seyahat etmekten, değişik ülkeleri, çeşitli kültürleri tanımaktan hoşlanıyorum.