Kuşların Yuvası: Danube Delta - Galati

Kendi ülkenizden başka bir ülkede yaşayınca sanki hazır oradayken bir görevmişcesine her yöresini gezmeyi arzu ediyorsunuz. Aslında bu geç kalmış bir yazı çünkü Danube Delta’ya geçen Eylül ayında gittim ama oturup yazmak şimdiye kısmet oldu. Daha önce herhangi bir deltayı görmediğim için burası çok ilgimi çekiyordu, arkadaşlar ile de bir araya gelip ‘e hadi’ deyince kendimizi Delta’da bulduk.

Romencesi Delta Dunării olan Danube Delta, Avrupa’nın ikinci büyük deltası olması ile biliniyor. 1991 yılından itibaren Dünya Mirasları Listesi’nde de yerini almış. 1998 yılında ise 6264 kilometrekaresi UNESCO’nun İnsan ve Biosfer projesi içerisine alınmış ki bu kilometrekarenin bir kısmı da Ukrayna’nın içerisinde. Dolayısıyla her iki ülkede deltanın içerisindeki göç alanlarına gelen hayvanların doğal çevrelerinde yaşayabilmeleri için korunmaya alınmış.

Delta’nın oluşumunun M.Ö. 4000 yıllarına kadar uzandığı düşünülüyor. Öyle ki Delta’da bulunan bazı kasabalar bile neredeyse Delta’nın tarihi kadar eski. Örneğin; St. George’un varoluş tarihi M.Ö. 3500, Sulina’nın ise M.Ö. 1600 yıllarına kadar gittiği söyleniyor. Delta’ya ulaşmak için Tulcea’dan kalkan vapura ya da Delta içinde bir otelde kalacaksanız onların hızlı botları ile gideceğiniz yere ulaşabiliyorsunuz, onun dışında araç ile ulaşım mümkün değil.

Biz Crisan diye küçük bir kasabadaki butik bir oteli seçtik (Delta Boutique & Carmen Silva), beklentilerimiz burası için aslında oldukça düşük, her ne kadar dünyanın birçok yerinden özellikle kuş gözlemcilerini kendine çekse de yılın her anı dolup taşan bir yer değil haliyle. Zaten olmaması da orada yaşayan hayvanların lehine. Tam olarak bir regülasyonu var mı Romen hükümetinin bilemiyorum ama bölge, UNESCO dâhilinde olduğuna göre mutlaka insanlara yönelik yapıları kısıtlamaları gerekiyordur diye düşünüyorum.

İlk gün otele eşyaları bıraktıktan sonra deltanın Karadeniz’e açılan bölümünü görmek için otelin botuyla gitmeye karar verdik, ertesi güne de esas lagunlarda pelikanları ve diğer kuş türlerini görmeyi ümit ediyoruz. En büyük gölleri Dranov (21,7 km2), Roşu (14,5 km2) ve Gorgova (13,8 km2) da binlerce kuş daha sıcak yerlere göçmeden burada mola vermiş durumdalar.

Yazları yaklaşık 320 çeşit kuş cinsinin burada bulunabildiği söyleniyor ki bunlardan 159’u sadece göçmen kuşlar. Nehir sanki bir otoban gibi Karadeniz’e karışabilmek için sabırsız gibi. Üzerinde de inanılmaz bir trafik. Delta’ya araba ile girmek mümkün olmadığı için tüm trafik su üzerinde akıyor. Çift şerit gidiş, çift şerit gelişli bir yolda gidercesine trafik var, göllerde de böyleyse yakında bırakın 320 cins kuşu sadece 20 sini bulsak kar gibime geliyor. Karadeniz’e açılan yerdeki deniz fenerini gördükten sonra Sulina köyüne uğruyoruz biraz. Köyün ortasında tamirat halinde olan katedralimsi bir kilise var, genelde bu tarz yerleri sevsem de St. Nikholas Kilisesi biraz kasvetli geliyor bana.

Yanımızda olan otelin rehberi dilersek, Karadeniz kıyısındaki kumsala ve oradaki mezarlığa bir otobüs ile 5 dakikada gidebileceğimizi söyleyince gitmeye karar veriyoruz. Mezarlığın özelliği enternasyonel olmasıymış, yaklaşık 30 farklı ülkeden insanların mezarları var. Hatta 18. yüzyıldan kalma korsan mezarları bile var. Mezar taşları üzerindeki hikâyelere bayılıyoruz; Sulina’dan bir kabare şarkıcısı ile İngiliz gemicinin aşkından tutunda, beraber boğulan kız kardeşlerin hikâyesine kadar farklı farklı hikayeler anlatılmış mezar taşlarında. Kumsal, eğer Romanya’da olduğumu bilmesem, ‘aynı Şile’ diyebileceğim kadar benziyor.

Danube Delta 1867’lerde Osmanlı’nın hükümranlığı altındaymış. Daha önce de Romalıların... Bölgenin yönetimi sürekli el değiştirmiş. Bugün Romen tarafında yaşayan popülasyon sadece 20.000 kişi, bunun 4600’ü ise Sulina’da yaşıyormuş yani yaklaşık olarak kilometre kareye 2 kişi kadar düşüyor. Bu bizim gibi İstanbul’lulara mucize gibi görünse de yaşayabilir miydim böyle bir yerde bilemiyorum.

Ertesi gün fotoğraf makineleri ve tele lenslerimiz hazır 9.00 da botun içinde hazır nazır hareket etmeyi bekliyoruz, ondan sonra ver elini göller. Otoban gibi olan ana nehirden çıkıp ta aradaki göllere girip çıkmaya başlayıp, yavaş yavaş süzülerek dolaştığımız yerlerde karşımıza birçok cins kuş sürüsü de çıkmaya başlıyor. Ama 4 saatlik bu turun en etkili anı, pelikanları gördüğümüz an. Durmadan fotoğraf çekiyoruz, içinden inşallah güzel birkaç tane çıkar diye dua ederek çünkü botlar yaklaştıkça pelikanlar da inanılmaz bir dalgalanma ve kaçış başlıyor haliyle. Şimdi belgesellerdeki komple kamuflaj kıyafetleri giyinip, onların içinde kuşları çeken gözlemcileri daha iyi anlayabiliyorum.

Dönüş yolunda rehberimiz bize bir köye daha uğramamız gerektiğini söyleyip Gorgova’ya yönleniyor. Botu bağlayıp indiğimiz yerde birçok kişinin resminin ve kısaca özgeçmişinin olduğu büyük bir tabela var. Hayretle bunların zaman içerisinde bu köyden çıkıp dünya çapında ünlenen buz patencileri olduğunu öğreniyoruz. Öyle ya, kışın bu köyde yapılacak tek aktivite donmuş nehrin üzerinde kaymak. Hele bir de komünist dönemde, ailelerin çocukları için ülkeden tek çıkış biletinin, onun bir sporcu olması gerektiği yönündeki görüş olduğunu düşünecek olursak, bence hiç de yanlış değil.

Eğer bir gece daha kalmış olsak yapılabilecek diğer bir turda deltadaki ormanın (Caraorman) içerisinde atların çektiği arabalar ile yapılan tur. Ancak bu seferlik ona vaktimiz yok, bir kez daha gelebilmek için bir sebep daha olsun diyerek Delta’dan ayrılıyoruz.

Yazı ve fotoğraflar: Banu DemirInstagram: Banuyollarda

BANU DEMİR

Yazar Hakkında

BANU DEMİR

İstanbul Üniversitesi Radyo-TV bölümü ve Marmara Üniversitesi Contemporary Business Management’tan (gece bölümü) mezun olduktan sonra İngiltere Nescot College’da okudum.