Yavaş Yavaş Ölürler Seyahat Etmeyenler: Fas

Dün batırdığımız güneşi bu sabah yeniden doğurduk Süveyre'de. Fotoğrafçılar için sabah güneşi ve akşam güneşi çok önemlidir. Bu yüzden ekip arkadaşlarım Süveyre'yi sabah güneşi ile fotoğraflarken ben de dün gezdiğimiz çarşıyı ikinci kez gezmek yerine sabah kahvesi eşliğinde ikinci gün yazımı yazmayı yeğledim. Sabah sabah Fransız çiftlerin gelip kahvaltı ettiği ve 80'lerin Fransız müziklerinin çalındığı çarşı içi kafelerden birisi burası. Kahvaltıları fotoğraflardan görmeniz mümkün ancak küçük tabakta ekmek batırmak için zeytinyağı getirmeleri kendi hazırladığım kahvaltıları anımsattı bana. Ayrıca tereyağları oldukça lezzetli.

Bugünkü varış noktamız Marakeş. Fas'ın üçüncü büyük şehri ve eski başkenti. Marakeş'in daha doğusu artık çöl ve ondan ötesi de Cezayir, Moritanya ve Mali. Bu yüzden Marakeş; Arap, Afrikalı ve Berberilerin karışımından oluşan bir şehir. Marakeş'e gidiyorsanız, Atlantik Okyanusu ile kilometrelerce devam ettirdiğiniz aşka elveda demek zorundasınız. Sağınızda sizi takip eden mavilik artık yerini zeytin ağaçlarına bırakır. İlginçtir, burada zeytin ağaçlarının gövdeleri yok, doğrudan yerden başlayan dalları var. Coğrafyaya göre farklılaşan insan türüne göre belli ki ağaçlar da farklı özellikler taşıyorlar bizim ağaçlarla aynı meyveleri veriyor olsalar bile. Fas bir Akdeniz ülkesi olduğu için portakal ağaçları da oldukça bol. Çoğu dalında kalmış portakallar var yol boyunda. Böyle olunca da portakal suyu çok ucuz ve oturduğumuz kafelerde bol bol portakal suyu içiyoruz.

Marakeş'e kadar olan yolumuz yaklaşık 200 km'lik ve iki saatlik bir yol olmasına rağmen fotoğrafçılarla gezmenin güzelliği olsa gerek sık sık aracı durdurup güzel kareler yakalamaya uğraşıyoruz. Marakeş'e vardığımızda bizi toprak rengi bir şehir karşılıyor. Üç kattan fazla bir yapının olmadığı bu kızıl şehir, o Fas kitaplarında gördüğümüz şehrin ta kendisi. Sokaklarda faytonlar, otobüsler, motosiklet ve bisikletler. Trafik düzeninin olmadığı tam bir keşmekeş. Aracımızdan inip o "sinirlerimizi bırakıp gitmemiz gereken" şehre dalıyoruz. O ünlü Cami Ül-Fena Meydanı'na geldiğimizde okuduklarımdan çok daha fazlasını gördüm burada. Bu meydanın anlamı "fanilerin toplanma yeri". Rivayete göre de daha eskilerden kesilen kellelerin ibret olsun diye sergilendiği alan. Bana kalırsa burası tam adına yakışan "fena" bir yer, ama bu fena yeri görmelisiniz.

Eski Türk filmleri için önceleri, "aşk, kin nefret, ihtiras... hepsi bu filmde" diye reklamlar yapılırdı hatırlarsanız. Bu reklamı Cami Ü'l Fena Meydanı'na uyarlayın. Aklınıza gelen her şey bu meydanda; Berberi çalgıcılar, erkek köçekler, maymun ve yılan oynatanlar, fal bakanlar, büyücülük yapanlar, kına yakanlar, muska yazanlar, hırsızlık ve dolandırıcılık yapanlar, portakal suyu, kavrulmuş nohut, hamur işi ve bilmediğimiz birçok yiyeceği satanlar...

Oğuz Sipahi'nin "selamlaştıktan sonra parmaklarınızı sayın" sözü aklımızdan çıkmıyor ve sürekli diken üzerinde bu alanı gezmeye çalışıyoruz. Ama buradaki insanların rahatsız edici yapışkan tavırları sinirlerinizi zorlasa da görülmeye değer bir yer olduğunu düşünüyorum. Afrika'nın en büyük seyyar pazarı olma özelliğine sahip bu çarşıda birisinin fotoğrafını çektiğinizde para vermeye ya da kavga etmeye hazır olun demektir. Ayrıca sizi biraz iyi görüp ağzını yüksekten açıp hatta bunu kavgaya kadar götürmeye meyilli tiplerde çoğunlukta. Burada çarşılara "suk" deniliyor ve dericiler, ayakkabıcılar, baharatçılar olmak üzere birçok çarşıdan geçip Şehir Müzesi'ne giriyoruz. Şunu belirtmek gerekir ki Fas, halen turizmde gözünü açamamış. Hindistan ve Nepal'de yaşam buraya göre çok ucuz olmasına rağmen müze ve diğer turistik yerler fazlasıyla pahalıydı. Fas'ta ise çoğu yere giriş ücretsiz ya da çok az ücret alınıyor.

Bu ünlü meydanın hemen karşısında Kutubiye Minaresi 8 yüzyılı aşkın bir zamandır tarihe meydan okuyor. Çarşı girişinde park edili bir fayton ile pazarlık yaparak bir de şehri fayton ile gezmeye çıkıyoruz. Buradaki binaların tümünün kızıl renkte olması gerçekten şehri kendine has bir hale getirmiş. Gün batımında bu kızıl şehri ve çarşıları bir de yüksek bir kafenin terasından seyrettik.

Akşam kalacağımız yer ise dün geceki gibi kiralık bir ev. Turistler için yapılmış site biçiminde fazlaca bloktan oluşan ve geceliği yaklaşık 600 dirhem (60 dolar = 150 TL) olan orta halli evler. Beş kişi olarak kaldığımızı düşününce oldukça tasarruflu bir şekilde turumuza devam ettiğimizi söyleyebilirim. Artık yarın çöllere yelken açmanın vakti geldi.

Tanrılar Şehri Marakeş'ten Kuru Topraklara Yolculuk

Sevdiğim müziklerin başında Endülüs Halk Müziği olan flamenko gelir ki oldum olası Türk Halk Müziği’ne çok benzettiğim yanları olmuştur. Hatta üniversite yıllarımda arkadaşlarımla müzikli sohbetler yaparken bağlama ile gitarı sık sık yan yana getirirdik, çalıp söylerdik. Kendi türkülerimizi bağlama gitar ile çalsak da flamenko formatında bu türkülerin çalınabileceğini savunurdum. Yıllarca gizli bir proje olarak içimde sakladığım bu hayali ileride gerçekleştirmeyi umut ediyordum. Bu umut içimde diri iken, Bursa'da 2005 yılının Haziran ayından bir afiş gördüm. “Gerardo Nunez ile Arif Sağ Aynı Sahnede.” O hayatım boyunca unutamayacağım konsere gittim ve yıllardır kafamdaki bu projeyi kim benden duyup hayata geçirdi diye de düşündüm durdum.

Şu an bulunduğumuz ülke Fas’ın müziklerindeki melodiler Arap ve Endülüs müziklerini andırırken ritimler açık ara Afrika’ya benziyor. Yanımda getirdiğim Endülüs Halk Şarkıları’nı, şoförümüz Muhsin’in arada bir açtığı Fas radyolarını ve buradan satın aldığım yerel müzikleri dinleyerek tanrılar şehri olan bu kızıl şehir Marakeş’ten yola koyulduk.

Marakeş'ten güneye yani Batı Sahra'ya, o uçsuz bucaksız çöllere dönsek de yönümüzü, o görmek için heyecanlandığımız görüntüleri Atlas Dağları'nın saatlerce saklayacağından haberimiz yoktu. Hava sıcaklığı fazla olmasına ve daha kızgın kumlardaki develeri hayal etmemize rağmen Atlas Dağları'nın tepesindeki karlar bize ayrı bir mevsim karmaşası yaşattı.

Gün boyu tırmandığımız bu sıra dağları öyle küçümsemeyin çünkü Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna olan mesafeden daha fazla bir mesafeye uzanmış (2.400 km), Fas, Cezayir ve Tunus’u kapsayan sıra dağlardan bahsediyorum. Bu sıra dağların en yüksek bölgesi ise Fas sınırları içerisinde (4.167 mt). Bu sıra dağlara mükemmel bir kıvrımla tırmanıyorsunuz. Bizim başımıza güneş geçmişken yanı başımızdaki Atlas Dağları’nın başına kar geçmiş durumda. Öğle yemeğini adını hatırlamadığım küçük bir kasabada yedik.

Fas’ta bizim Türk olduğumuzu anlayan yerli halk hemen kendi söyleyiş tarzı ile “marhaba” diyor. Geçirdiğimiz dört günde onlarca kişi bize “marhaba”dan sonra “Polat Alemdar” diyorlar. Anlıyorum ki bir bölümünü bile izleyemediğim bu dizinin müdavimi olan kişi sayısı hiç azımsanmayacak ölçüde. Türkiye’nin nerede olduğunu, hangi dili konuştuğunu, başkentini ara ara sorup yanıt alamadığımızda ama buna rağmen Polat Alemdar ismini herkesin duyması açıkçası beni hiç üzmedi. Çünkü bizim ülkemizde yapılan halk röportajlarından bilirsiniz, halkımızın hangi sorulara cevap veremediğini ve dalga konusu olduğunu. En azından Polat Alemdar sayesinde Faslılar Türkiye diye bir ülke olduğunu biliyorlar.

İşte öğlen saatlerinde Fas sosları ile kızartılan tavuklarımızı yedikten ve yarım saat telefonlarımızı şarj ettikten sonra tam çıkacaktık ki beyaz entarili olan bir Faslı nereden geldiğimizi sordu. Sonra aracımıza binmek üzereydik ki arkamızdan bağırdı: “Mustafa Kemal”. Tüylerim diken diken oldu…


Büyük Sahra’yı görmeden önce ilk durağımız Varzazat (Quarzazate). Burası tam Fas fotoğraflarında gördüğünüz toprak rengi kerpiç evlerle dolu tarihi bir kent. Kent girişinde yılan oynatıcıları ve hediyelik eşya satan seyyar satıcılar bizi karşıladı. Buradan yılanı ikinci kez boynuma aldım ve yere eğildiğimde o kendine özgü sesi çıkararak elimin arasından kaydı. Derisi pul pul ve oldukça sert ama tiksindirici bir hayvan değil, en azından benim için. Bu şehrin önemli bir özelliği var çevresinde bizim gezip görebildiğimiz iki tane çok büyük film stüdyoları var. Örneğin Russell Crowe’un oynadığı Gladyatör dahil çok fazla film bu stüdyolarda çekilmiş. Bu filmler için adeta Roma dönemini andıran oldukça gerçekçi bir şehir devleti inşa etmişler ve bunu da turizme açmışlar.

Varzazat’tan sonraki rotamız daha da güneyde ve Sahra’nın başlangıcı olan Zagora. Bu şehre vardığımızda hava kararmak üzereydi ve burda bir restoranda akşam yemeğimizi yedik. Adını ve tadını bilmediğimiz yerel yemeklerden ziyade bildiğimiz karışık ızgarayı söylesek bile tadı ve pişirme şekli itibariyle damağımıza farklı bir ülkede olduğumuzu haber veriyor. Biz yemekte iken yanımıza kendisinin rehber olduğunu söyleyen bir kişi geldi ve çöle 100 km’lik bir yolumuz kaldığını, bizim cipimizin o yollara gidemeyeceğini, yolu bulamayacağımızı söyledi ve bir gecelik bir çöl turu için bizimle pazarlığa oturdu.

Gezi arkadaşlarımın üçüne bu konuda muhalefet etsem de tek kaldığım için o arkadaşla anlaştık. Onların getirdiği sekiz kişilik Toyota Prodo marka cipe atladık ve iki saate yakın bir sürede karanlıkta çöle ulaştık. Yarın sabah güneşi ile develeri fotoğraflayacak olsak bile bana çölün bu gece hali huzur verdi. Bedevi çadırı yumuşak kumun üzerinde keçe kaplı bir şekilde çok güzel hazırlanmış.

Asıl olan çadır değil de çadırın dışı! Yıldızlar bir geceyi ancak bu kadar aydınlatabilir. Köyüme gittiğimde dedemlerin evinin dam başında yatarım ve geceleri kayan yıldızları izleyerek uyumak kadar güzel bir şey yok. Ama gece yıldızlara bakarak sayısız uyuma tecrübeme karşılık Fas’ta gördüğüm yıldız manzarasını hayatımda hiç görmemiştim. Farklılığı sadece gökyüzünde değil 20 derecelik açıda bile sayısızca parlak yıldız görebiliyorsunuz. Çıplak ayağınızın altında serin bir ince kum, başınızı yukarı kaldırmasanız bile görebileceğiniz binlerce parlak yıldız ve tertemiz bir hava. Bu güzel bedevi çadırında huzur dolu bir uykuya dalıyorum bugün.
 

Umarım gece şansımız yaver gider ve kutup ayısına denk gelmeyiz.

Yavaş Yavaş Ölürler Seyahat Etmeyenler

“Yavaş yavaş ölürler seyahat etmeyenler. Yavaş yavaş ölürler okumayanlar, müzik dinlemeyenler, vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar” diyor Şili’li Şair Pablo Neruda. Şiirin devamını mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum. Bu şiirden çok etkilenip, yavaş ölmekten korktuğum için midir bilinmez ama bu seyahatimde bir yandan okuyup bir yandan yazarak müzik dinliyorum aracın arka koltuğunda.

Aracımız bir çölde diğer çöle gidiyor. Sabah gözümü bedevi çadırında tertemiz bir havaya açtığımda diğer ekip arkadaşlarım güneşin tam doğumunda develeri fotoğraflıyorlardı. Güneş iyiden kendini gösterdikten sonra deve sütü eşliğinde bedevi kahvaltısı yaptık. Sonrasında kum tepeleri üzerinde yarım saat boyunca “off road” yaptık. Bilmeyenler için parantez açayım, Offroad, normal yol dışında doğada zor koşullarda arazi araçları ile yol almak demek. Kum tepelerine tırmanan, saplanacak sandığımız ama her engeli aşan bir cip ile yol almak bu gezide hepimizin çok keyif aldığı anlardan birisiydi.

Zogara’dan Merzuga’ya doğru yola çıktık, yani bir çölden başka bir çöle. Amacımız akşama kadar 300 km’lik yolu kat edip akşam gün batımında develeri fotoğraflayabilmek. Yol kısa gibi gelebilir ancak buradaki yollar insana daha uzun geliyor. Gidiyorsun gidiyorsun, sonra bir bakıyorsun tabelaya ancak 50 km gitmişsin. Böyle durumlarda buradaki kilometre anlayışının bile farklı olduğunu düşünmeye başladık bir ara.

İhtiyaç molalarımız dışında çok fazla durmadan yaptığımız yolculuğun ardından Mezuga’ya (Merzouga) yani Sahra’nın başlangıcına geldik. Sahra Çölü ya da Büyük Sahra Çölü, dünyanın en büyük sıcak çölü. Sıcak çölü diyorum çünkü “çöl” kelimesi insana sıcağı, kuruluğu ve develeri anımsatsa da aslında çöl, sadece sıcak bölgeleri değil soğuk ve kurak bölgeleri de içine alan coğrafi bir tanımdır.

Atlantik kıyılarından başlayıp Kızıldeniz’e kadar uzanan bu çöl, Amerika Birleşik Devletleri kadar bir toprak parçası desem sanırım şaşırırsınız. Sahra Çölü'nün içinde olan Cezayir, Çad, Mısır, Libya, Moritanya, Mali, Nijerya, Sudan, Tunus gibi birçok ülke var Fas haricinde. O açıdan sanmayın ki Sahra bir ülkenin içinde. Ülkelerdir Sahra’nın içinde olan. Zaten Arapça’daki “Sahara” sözcüğü çöl anlamına geliyor. Çöllerin diğer bildiğimiz bir özelliğini dün gece pratikte yaşadık. Yani gece ile gündüz sıcaklık farklarının çok fazla olması. Çöl atmosferinin düşük nemliliği gece ve gündüz arasında çok büyük sıcaklık farklarının oluşmasına neden oluyor. Gece çıplak ayakla bastığınız kumlar size soğuk gelirken gündüz olduğunda ayağınızı yakabilir.

Güneş batmadan Merzuga’ya vardık ve acaba ATV mi kiralayıp çölde bu şekilde gezsek yoksa ambiyansa uygun bir deveye binip daha ağır mı bu toprakları arşınlasak diye aramızda tartıştık ve sonunda deveye karar verdik. 5 tane deveyi iki saat için kiralayıp Sahra’nın içine doğru daldık.

Neden insan bu toprak yığınını, bu kuruluğu, bu hiçliği görmek için kilometreler öteden buralara gelir? Yüzlerce turist, onlarca BMW Enduro Motosiklet grubu bu kum yığınlarını görmek için gelmişler, aynı bizim gibi... Her ne kadar kumdan başka bir şeyin, hatta “kumdan kalelerin” bile olmadığı bu toprakları görmeye neden gelir sorusuna, ancak oraya gidip oraları gördükten sonra içselleştirip cevap verebilirsiniz. Ama bu cevap dışarıya karşı yanıtlanamayan sadece kendi kendinize verebildiğiniz bir “iyiki gelmişim” cevabıdır. Uçsuz çöle çıplak ayaklarımı bastığımda, ayağıma sarılan kumu ezip geçerken Ahmet Kaya’nın “Kum Gibi” parçasının aklıma gelmesi çok normaldi. Bir yandan mırıldanıp bir yandan bindik develerimize. Bir gün sadece toprak olacağını bilmek, buradaki toprağı görünce daha bir anlam kazanıyor. Kızıl toprağın rengi ölümün soğukluğunu bir parça olsun ısıtıyor.

Develeri çölde ağır hareket eden hayvanlar olarak bilirsiniz eminim benim gibi. Evet susuzluğa en fazla dayanabilen bu hayvanlar yavaş yürüseler de emin olun o adımlar bize göre hızlı. Çünkü bir saatte iyi bir yol aldığımızı gittiğimiz yerin yarısını fotoğraf çekmek amaçlı yürüyerek geri dönerken anladık. Buradaki develerin eti, sütü, derisi ve yünü haricinde bir de turistlere çölde binek olma özelliği de para kazandırıyor Fas’lılara. Bu hayvanların uzun bacakları, yumuşak yayvan iki toynaklı ayakları kumda yürümesini kolaylaştırıyor. Bu hayvanlar bir seferde 80-90 litre su içebiliyorlar ve 50 °C sıcaklıkta 9 gün aç ve susuz kalabiliyorlar. İnsanoğlu vücudunda bulunan suyun %12'sini kaybettiğinde ölürken, deve, vücudundaki suyun %40'ını kaybettiği halde ölmüyor.

Bir saatlik deve yolculuğundan sonra sıra o güzel anları fotoğraflamaya geldi. Fotoğrafçılık üstadlarına fotomodellik yapmak yine bana düştü. Ters ışıktan yakalanan mükemmel fotoğrafları çeken fotoğrafçı arkadaşlarımın çekme anında yaşadıkları hazzı izlemekte de bana mutluluk verdi açıkçası. Develeri onların istedikleri açıda yönlendirmeye çalıştım.

Gün batımına yakın bir deve gezisinden sonra bir de güneşi batırdıysanız ve gece yıldızları da bir önceki gün izlemişseniz çölde yapacak başka işiniz kalmamış demektir. Biz de yola çıktık. Gece boyu yol alacağımız bir Fes yolculuğu başladı. Fas’ın en eski şehirlerinden birisi olan Fes’i kitaplar haricinde yakından görecek olmanın mutluluğu mudur yoksa genç araç sürücümüze olan güvensizlik midir bilinmez yol alırken hiç birimiz uyuyamadık. Amacımız gece bu uzun yolu kat edip zamandan tasarruf etmek. Çünkü bizim gezmek için iki günümüz ancak gezilecek üç şehrimiz var haritada…

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı
Ali Yeniay

Yazar Hakkında

Ali Yeniay

"Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?" sorusuna "Gezerek, okuyan ve hatta gezi yazılarını paylaşan" diye cevap veren bir seyyahım ben...