Adalara Yolculuk

Öylesine güzel bir İstanbul günüydü ki…

Aslında gün o kadar da güzel başlamamıştı. Bir gün öncesinden yağan yağmurla birlikte hava biraz kapalıydı ve sabah uyandığımda hiçbir yere gitmek istemiyordu canım! İstanbul’daydım ve canım gezmek istemiyordu. Böyle bir şey olması için benim hafızamı kaybetmiş olmam gerekiyordu. Ama her nedense hava kapalıyken içimi bir sıkıntıdır kaplar, ben bile çare bulamam içimdeki hüzne! Ama yanımdaki dost, “Kalk bakalım Adalar’a gidiyoruz, ne dersen de seni dinlemeyeceğim” deyince yapacak bir şey kalmamıştı bana… Koca İstanbul bitmişti de şimdi de Adalar mı kalmıştı, o an ki ruh halim bunu söyletiyordu bana…

Kahvaltı için köşedeki pastaneden sırt çantaları doldurulduktan sonra yola koyulmuştuk bile günün ilk ışıklarıyla… Ada vapurlarının kalktığı yere geldiğimizde içimde sabahki sıkıntıdan zerre bile kalmamıştı. Tam tersine martı olsam takılıp giderdim ada vapurlarının ardına!!! Hangi adaya gidilse daha güzeldi, anlamak için hangi kuyruk daha uzunsa ona yaklaştık. İstanbul adalara mı akın ediyordu ne? Hava da sanki benim ruh halime eşlik ediyordu, sabah kapalıyken birden bire güneş yüzünü öyle bir gösterdi ki, ciddi martı olup kanatlanasım geldi o an göklere…Kınalıada’ydı ilk durağımız… İçimde küçük hercai menekşeleri açıyordu, adaya her baktığımda… Kendimi tutmasam koşacaktım çocuklar gibi, ayaklarımı ıslatan masmavi denizin kumları üzerinde kimseye aldırış etmeden… Neydi beni bu kadar mutlu eden anlamaya çalışmıyordum, sadece iliklerime kadar maviydim ve güneştim, İstanbul’dan uzak ama onun insanlarıyla dolu bu adada…

O anda denizden çıkan yaşlı teyzenin gözlerine baktığımda gördüğüm o pırıltı yüreğimi öyle bir sevgiyle doldurdu ki, kuş olamıyorsam koşacaktım deliler gibi… Bisiklete binmek geldi o an aklımıza… Özgürlüğün bir başka adı yani… Kiraladığımız bisikletle dolaşırken, ilk baktığımda kocaman gözüken ada birden bire küçülüvermişti ve kendimi kuşlar gibi hür hissediyordum! ıAdayı kuşbakışı gören tepedeydik ve ben martılar gibi hürdüm! Bisikletimle ada sokaklarını gezerken, yazlıklarında kahvaltı yapan teyzelere korna çalıyor, küçük çocuklara gülümsüyor ve yaşça benden küçük bisikletçilerle yarışa koyuluyordum! Bir an bisikletin rüzgarına öyle bir kendimi kaptırmışım ki kollarımı açıp kuş olduğumu düşündüm, özgürce… Martılar gibi çığlık atamıyorsam şarkı söylerdim ben de… O an yüzüme kocaman bir gülümseme, ağzıma özgürce bir ıslık takılmıştı farkına varmadan! Yüreğimdeki kara bulutlar dağılıyor, yerlerini deniz kokan, güneş gibi aydınlık bir gülümseme alıyordu!

Başka adalarda vardı daha dolaşılacak! Deniz kenarındaki bisikletçi amcadan öğrenilmişti, Büyükada’nın harika bir yer olduğu!!! Bu sefer deniz otobüsüne binilecekti, nasıl söyledikleri gibi konforlu muydu, görmemiz gerekiyordu! Deniz otobüsünde ön koltukta oturan çocuk mu daha afacan, yoksa ben mi, anlamaya çalışan bir çift göz bana bakıyordu yan koltuktan sevgiyle! Benim mutluluğum dostuma da bulaşmış olacaktı ki, kalabalığa aldırış bile etmeden şarkı söylüyorduk usul usul kıkırdayarak… Öndeki küçük kız parmağıyla beni gösteriyordu annesine… İçimdeki küçük denizler öyle bir kıpırdıyordu ki engel olamıyordum heyecanıma işte…Ve Büyükada’daydık! Fayton mu vardı hocam! Bizde binelim diyecektim ki, gözümü korkuttu o uzun kuyruk! Böylesine güzel bir ada ancak yürüyerek gezilebilir ve yaşanabilir diyerek fayton gezisinden vazgeçtik. Öğle güneşi denizin dalgalarıyla oynaşırken, karnımız yavaş yavaş acıkmaya başlamıştı bile… Zaten sabah alınan simit ve poğaçaların, kim tarafından yenildiğini sormaya gerek yoktu. Tabii ki de benim çığlıksever martılarım yemişti onları… Temiz hava karnımızı öyle bir acıktırmıştı ki, önümüze çiğ balık koysalar yerdik!!! Ama o anda balık yerine denize karşı ekmek arası bir şeyler yeme isteği içimizi öyle bir kapladı ki! Bulduğumuz ilk manavdan poşetler doldurularak mesire alanına doğru yola koyulduk. 

Mesire alanı neresi mi? Sahildeki garsona sorularak öğrenilen, Büyükada cenneti içindeki başka bir cennet tabii ki… Dil Burnu yani… Sanki hayallerimdeki dünya turuna çıkmıştım ve ilk durağımız adalar gibi geliyordu bana… Sırt çantasıyla bugünkü geziden sonra dünya turuna devam edebilirdim o an itibariyle! Yüreğim kanatlanmıştı! Denizin rüzgarına ve mavisine doğru haykırıyordu adeta… Mesire alanına giden yol boyunca sağa döndüğümde soldaki, sola döndüğümde sağdaki güzellikleri kaçıracam diye alevlenen ben öyle yavaş yürüyordum ki, arkadaşım karıncalara olan saygıma kahkahalarla gülüyordu! Yolda tanıştığımız bu adanın yerlisi bir teyze bize adanın tarihini öyle bir anlatıyordu ki, sanki kırk yıllık Büyükadalı olmuştum da birkaç dakika sonra ben ona adayı anlatmaya başlamıştım. Şurası çok güzel burası harika diye! Sonunda yarım saatlik bir yürüyüşle piknik alanına gelinmişti. Ben fotoğraf makinesi almamanın acısını gördüğüm her manzarayı beynime kazıyarak çıkartıyordum! Adayı hatırlamam için gözümü kapatmam yeterli olmalıydı! Büyükada’nın beynimdeki resmine alt yazı olan kelimeler ise: çiçekler, insanlar, yeşil, deniz, güneş, özgürlük ve sevgiyle sarmalanmış bir martının ünlemleriydi!

Güneş ben ikindiye gidiyorum dediğinde, artık dönüş zamanı gelmişti bu hayal diyarından! Ada vapuruyla dönecektik İstanbul’a... Adadan ayrılırken herkese el sallayıp yine görüşürüz demek geliyordu içimden! Vapura binerken öyle mutlu bir ifade vardı ki yüzümde, bulaşıcı bir şeymiş gibi bana bakan herkesin gözlerinin içinin parladığını görüyordum! Sanki koca ada vapurundaki herkes akrabaydı da, toplu bir piknikten dönülüyordu! Yok bunun adı “ada vapuru” değil “mutluluk vapuru” olmalıydı! Yol boyunca herkes yanındakiyle ve çevresindekilerle bir şeyler paylaşmaya çalışıyordu. Yanda oturan teyze elindeki sakız kutusunu uzatıyor, öndeki küçük kız cipsinden ikram ediyor ve gözleri görmeyen amcaya yer vermek için neredeyse vapurdaki tüm gençler yarışa giriyordu. Güneş batış yönüne, vapur Kadıköy iskelesine yanaşırken yanımdan geçen bir martı göz kırpıyordu bana! Bugün için martıya teşekkür etmek istercesine kocaman bir gülüş koydum dudağıma… Martının gözlerine bakıyormuş gibi, dalıp gittim denizin dalgalarına bir süre…

Ve güneş batıyordu...

Ömrüm boyunca hatırlayacağım bir GÜNEŞTİ, İstanbul'un denizine batan, ancak martımın gözünde kimseler bilmeden hep ışıyacak olan!