Evrimin Merkezine Yolculuk: Madagaskar

Yine bir merak; beni bu sefer Hint Okyanusu’nun doğu ucandaki dünyanın dördüncü büyük adası Madagaskar ile Mascerene platosundaki Reunion ve Mauritius Adası’na götürdü. Jeolojik evrim ile biyolojik evrimin nasıl iç içe geliştiğinin tipik örneklerinden olan Madagaskar ve diğer adaları endemik flora ve faunası ve yok olan türleriyle yakından görmek oldukça heyecan verici olacaktı. Geziye katılmazdan önce adalar hakkında kısa bilgileri ve de en önemlisi fotoğraf makinamı yanıma alıp, 13 Mayıs’ı 14 Mayıs’a bağlayan gece saat 01.25 de havalanan uçakla 14 saatlik yorucu bir yolculuktan sonra Madagaskar’ın başkenti söylemesi zor olan Antananarivo’ya (Tana) ulaştığımızda yerel saat 14.30'u gösteriyordu.

Kısa bir gezi şehri tanımak için yeterli oldu. Başkent olmasına rağmen çok kirliydi. Burası böyle olursa diğer şehirleri kim bilir nasıldır? Bu pisliğe insanlar nasıl dayanıyordu anlamak mümkün değildi. Bağışıklık sistemleri çok iyi gelişmiş olmalıydı. Öyle ya Ortaçağ'da Avrupa’yı kasıp kavuran veba denilen illetten daha yeni kurtulmuşlardı. Durgun suların, bataklıkların, yaygın pirinç tarlalarının vazgeçilmezi sivrisineklerin taşıdığı “zika” virüsüyle bulaşan sıtma (sarıhumma) zaman zaman bölgede salgın derecesinde yaşamı tehdit eden hastalıklar olmasına rağmen Antananarivo ya da halkın kısaca “Tana” dediği şehirde halk bu önemli sağlık sorunlarına aldırış etmeksizin günlük yaşamlarına devam ediyordu.

Birçok önemli sorunla boğuşan kentin tarihi oldukça eskiye dayanıyordu. 1612-1630 yılları arasında bir krallığın başkenti olan Tana daha sonra Fransızlar tarafından 1897'de kolonize edildi. Bu 1960'a kadar sürdü ve bu tarihten itibaren Madagaskar bağımsızlığını kazandı. Kötü bir sosyolojik yapısı olmasına rağmen, muhteşem ve değişken doğasıyla adaya gelen insanları büyülemesi, onu dünyada görülmesi gereken yerlerin ilkleri arasına yerleştirdi. Tarihsel derinliğinin yanı sıra, tropikal iklimin yarattığı flora ve fauna birlikteliğinin endemik özelliği ve jeoloji tarihi; Madagaskar Adası'nı tam anlamıyla jeolojik ve biyolojik evrimin daha doğrusu yalnızca evrimin mabedi yaptı.

Uçak Antananarivo’ya inişe geçtiğinde toprak dikkati çekecek kadar kırmızıydı. Yoğun buharlaşma, yağmur, kısaca subtropikal iklim buradaki kayaları halen de devem eden yoğun bir alterasyona uğratarak, hidrotermal süreçler ana kayadaki demir ve alüminyum minerallerince zengin, genelde yengeç ve oğlak dönenceleri arasında yer alan yarı tropikal kuşakta yaygın olarak rastlanılan laterit (Latince: sonra) adı verilen kırmızı topraklar ve kayaları meydana getiriyordu. İşte Antananarivo ve adanın merkezi kesimleri ile güney kesimlerinde yaygın olarak rastlanılan kırmızı topraklar nedeniyle bu adanın diğer bir ismi de Kırmızı Ada olarak biliniyordu. Buradaki yerleşimlerin çoğunun bu topraktan üretilen tuğlalardan yapılmış olması, burayı bir tuğla kent haline döndürerek şehri tuğla rengine büründürmesi görülmeye değer görüntüler meydana getiriyordu.

Bütün bunları gördükten sonra aklıma, binlerce yıllık tarihi olan şehrim İstanbul geldi. Fakir ve sağlık problemleri olan bu adadaki yapılaşmanın halen geleneksel tuğla ile devam ediyor olması; İstanbul’u, dünya görüşü dar, gördüğünü de anlamayan basiretsiz ve bilgisiz idarecilerin rant uğruna ne hale getirdiklerini, bu karşılaştırmayı yaparken bir kez daha üzülerek anladım. Geziye yüksek topraklar diye bilinen ve zenginlerin oturduğu tepelik alanlarda yer alan krallık sarayından başladık. Kente hâkim bir tepede yer alan saray ve kralları hakkında bilgiler veren rehberimiz Ayşe hanımın anlattıkları oldukça ilginçti. Buraya gelenlerin ve yerleşenlerin hep Afrikalı olduğu düşüncesi egemen olmasına rağmen onun anlattıklarından öyle de olmadığını anlıyoruz.  Tarihsel veriler M.Ö. 300'lü yıllarda pigme tipli insanların kanolarla Polenezya’dan gelip adaya yerleşiği ve ilk toplulukları oluşturduğu yönünde. İlk yerleşimler adanın güneydoğu sahillerinde yaygınlaşmış. Bunlar besin maddesi sağlamak için ilk işleri yağmur ormanlarını kesmek olmuş. Kendilerine ekim alanları açmaya başlamaları önemli bir sorunu da beraberinde getirmiş. Adanın endemik türleri; primatlardan Lemurların, bol etli devekuşu benzeri fil kuşlarının, etçil fossaların ve hippopotamusların yok olma süreci de böylece başlamış.

Gezinin ikinci gününde heyecan doruktaydı. Sabahın erken saatlerinde başkenti terk etme zamanı gelmişti. Otelin önünde bekleyen aracımızın üstüne bavullar yüklenmeye başladığında yolculuğun bundan sonraki günlerinin çok daha heyecanlı olacağa benziyordu.
 
Lemurlar Dünyasına Yolculuk

Bu primatları görmek bir yerde evrimi anlamak gibi bir şey olmalıydı. Hem zoolog hem de jeolog olmanın verdiği bilgilerle Madagaskar'ın yağmur ormanlarına girmek benim için gerçekten çok ilginç olacaktı. Kanımca bu özelliklere sahip başka bir coğrafya da gezegende yanılmıyorsam yoktu. Aracımız Lemurları göreceğimiz yağmur ormanlarına doğru hareket ettikten kısa bir süre sonra ana yolu terk etti. Bol çamurlu kırmızı yollar biraz bizi yorduysa da ilk koruma alanı Pareyras Çiftliği'ne ulaştığımızda ve ilk Lemurla karşılaştığımızda yorgunluktan eser kalmamıştı. Lemurlar her taraftaydı. Rehberin elinize verdiği muz parçası onun omuzunuza gelip yerleşmesi için yeterliydi. Bazen çıkardıkları sesler ürkütücü oluyordu. Rehberin dediğine göre bu sesler iki Lemur grubunun karşılaşması sırasında sıkça çıkartılıyordu. Anlamı: “Burası benim alanım senin ne işin var” gibilerden “sen burayı terk et” anlamına gelen tehdit sesleriydi. Bunu öğrendikten sonra onlara yaklaşmak ve iletişim kurmak daha kolay oldu. Bu tanışma sonrasında korunaklı bölgede dünyanın en büyük kelebeği (Güve) olan Argema mimosae (Kuyruklu Yıldız Güvesi) ile karşılaştık. Muhteşem görüntüsü ile bu özelliğini hak edercesine ağaç dalına asılmış vaziyette sessizce dinleniyordu.

Güney Afrika ve Doğu Afrika'da yaşayan ve bu bölgeye has bu kelebeğin kanat açıklığı 10-12 cm buluyordu. Can alıcı renkleriyle dünyanın en zehirli kurbağalarının mekânı Madagaskar adasıydı. Ancak önemli bir ayrıntıyı rehber anlattıktan sonra içimiz rahatladı. Bu küçücük kurbağalar doğal hayattan alınıp da özel koruma yerlerine alındıklarında tehlikeli özelliklerini kaybedip munis bir canlıya dönüveriyormuş. Bu arada ağaç ve yer boğa yılanları rehberlerin elinde sizinle gösteri yapmak için, “birisi beni alıp da boynuna dolasa” diye kıvrılarak sakin sakin size bakıyordu. Rehberimiz Ayşe Hanım daha öncesinden alışık olmalı ki boa yılanını korkusuzca boynuna sarılmasına izin verdi.

Tel örgülerle kaplı, içinde birçok bitkinin bulunduğu dev bir kafesin içine rehberlerin eşliğinde girdikten sonra, “burada ne var? niçin bizi buraya soktular? diye, herkes birbirine şüpheyle baktıktan kısa bir süre sonra. “A”, “bak burada bir tane var”. “Burada da var”. “Görüyor musun ne kadar güzel renkleri var” bağrışmaları bittiğinde, bir kamuflaj ustası olan bukalemunları (Calumma parsonii) görmek mümkün oldu. Ortama o kadar güzel uyum sağlıyorlardı ki onları bir an göremiyordunuz. Gözlerimiz ortama alıştıktan sonra fotoğraflar için en güzel pozları vermeye başladılar.

Anında değişen renkleri ve o meşhur dillerini bir anda avının üstüne göndererek onu avlaması gerçekten görülmeye değerdi. Bukalemunlarla olan fotoğraf şöleni sonrası başka bir koruma alanı olan Andasibe Milli Parkı içindeki Perinet Rezervi’ne doğru yola çıktık. Burada yeri gelmişken Rezevlerden (Koruma alanları) bahsetmek yerinde olacaktır. Bunlar kolonileşme zamanından kalma muazzam araziler. İçinde yağmur ormanları, göller ve el değmemiş doğal yaşam alanları var ve çoğunlukla zengin Fransız ailelerine ait. Bu araziler doğası nedeniyle koruma altında. Hem bilimsel hem de turistik amaçlı olarak kullanılıyorlar. Gelen turistler buradaki ortam ile uyumlu bunglovlarda kalıyor ve araçlarla civardaki doğayı rehberler eşliğinde geziyorlar. Perinet Rezervi de işte böyle bir yer. Vahşi doğa içinde bir gece kalıp adanın en büyük Lemurlarından (Primat) olan ve yerli halkın kutsal kabul ettiği Indri Indri'leri (yerel dilde Babakoto) görmek için sabahın erken saatlerinde yola çıktık. Bir gün öncesinden yağan şiddetli yağmur etrafı çamur içinde bırakmıştı. Nem de oldukça yüksekti.

Ormanın derinliklerine ilerledikçe nem dayanılmaz oluyordu. Bir süre sonra rehberler seslerini taklit ederek indri-indri lerle irtibat kurdu. Bu hayvanların en önemli özelliği, sabah beslenmelerini ağaçları üzerinde meyve, böcekler ve bitkiler ile yaptıktan sonra öğleye doğru bunları sindirmek için ağaçların yere daha yakın alt dallarında son derece süratli hareket ederek dolaşıyorlardı. Bir süre sonra birkaç tanesi yanımıza kadar gelerek rehberin verdiği muzu yemeye başlayınca fotoğraf makinalarının deklanşör sesinden başka bir şey duyulmaz oldu. Kocaman şaşkın gözleri ile durmaksızın etrafı kollayan bu primatlar kim bilir kaçıncı fotoğraf makinasının kendi gözü gibi parlayan objektiflerine poz veriyor olmalıydı. Fazla ilgiden sıkıldıkları hallerinden belliydi. Birden çığlıklar atarak, daldan dala atlayarak ormanın içlerinde kayboldular.

Bu doğa şöleninden sonra ikinci bir şölen daha bizi bekliyordu. Sıra, adanın en ender ve yalnızca gece görülen ve yerli halk tarafından kötü ruhlar olarak bilinen, soyu tükenme noktasına gelmiş olan Lemur'u, Daubentonia madagascariensis (Aye-Aye) i görmeye gelmişti. Bunun için daha bir günlük yolumuz olacaktı. Gezi ekibi sabahın erken saatlerinde yine yola koyuldu. Akşam Hint Okyanusu kıyısında littoral ormanın içindeki Palmarium rezervinde olmalıydık. Bunun için aracımız bizi Pangalanes Kanalı'nın yakınındaki bir köye bıraktı. Bundan sonra motorla kalacağımız yere gidecektik. Köyde ilginç birkaç portre çektikten sonra yola koyulduk. Kanal okyanus kıyısının hemen arkasında yer alan birçok lagünün yapay kanallarla birleşmesi sonucunda yaklaşık 450 km uzunluğunda adanın en önemli ulaşım ağlarından biriydi. Kanalı takip eden ve ulaşımı sağlayan demiryolu da adanın ikinci büyük şehri ve en önemli uluslararası limanı olan Toamasina’ya kadar devam ediyordu. Uzun süren yolculuktan sonra kalacağımız özel rezerve ulaştık. Burası gerçekten görülmeye değer bir yerdi. Burada şöyle bir duyguya kapılmamak mümkün değil. Yağmur ormanlarının içinde ve gezegeninin ulaşılması güç bir yerinde ürkütücü Lemur seslerine karışan okyanus dalgalarının uğultusu arasında, gökyüzündeki milyarlarca yıldızın altında insan olarak ne düşünebilirsiniz ki? İşte burada insan, doğa karşısında ne kadar çaresiz kaldığını bir kez daha anlıyor.

Kalacağımız bungalovu kaybetmemek için sahildeki bir palmiye ağacını işaretlemiştim. Neyse yolu kolaylık bulduktan sonra, kapıyı açıp içeri girdik. Görünüşü çok otantikti. Tümüyle ağaçlardan yapılmış bu yerde yatak tümüyle yerlere kadar sarkan ve yatağı kaplayan bir nevi cibinlikle kaplanmıştı. Bunun sebebini anlamakta gecikmedim. Her yerde örümcek vardı. Rehberimiz bunlardan korkmayın, hepsi zararsız dediğini hatırladım ama “gel de onu sen bana anlat”. Neyse zoolog olmanın vermiş olduğu cesaretle bir süre sonra okyanus’un dalga sesleri arasında uyuya kalmışım.

Sabah bakalım neyle karşılaşacağız diye erkenden kalktım niyetim biraz fotoğraf çekmekti. Makineyi alıp dışarı çıktım. Bembeyaz kuvars kumlarından oluşmuş sahil güneş ışığı altında pırıl pırıl parlıyordu. Filmlerde olduğu gibi suya kadar eğilen palmiye ağaçları görülmeye değerdi. Yağmur ormanlarının içinde kahvaltı yapmak güzel olacaktı. Yemek yerine kısa bir yürüyüşten sonra ulaştık. Etrafta Lemurlar bize günaydın dercesine bir daldan ötekine atlayarak zıplayıp duruyorlardı. Biz de köpek, kedi beslenir ya burada da Lemurlar vardı. O şaşkın ve hayret bakışlı halleri insanları cezbediyordu. Yine birçok fotoğraf çektikten sonra motorla kanaldaki koyları, mangrov ormanını ve içindeki kuşları görmek için yola koyulduk. Bütün gün böyle geçecekti. Akşamüstü bir kanalın hemen yanında bulunan bir balıkçı köyü ziyaret edilecekti. Burada gerçekten insanların ne kadar zorluklar altında yaşadıklarını gördük. Bu kadar zor koşullara rağmen, yüzlerinden hiç eksik olmayan gülümsemeleri yine de onların biraz da olsa mutlu olduklarının işareti gibiydi. Motorla başka bir yere hareket ettik.

Karanlık çökmeye başlamış, ay dolunay döneminde yükselmişti. Rehberlere neyi göreceğimiz sorunca. Eğer şansımız varsa, Daubentonia madagascariensis (Aye-Aye) bize bir şov yapacaktı. Neydi bu Aye-Aye? Bu hayvan yalnızca Madagaskar’da bulunan, soyu tehlike altında olan şempanze, maymun ve insanlara en yakın olan bir primattı. Özellikle yerli halk bu hayvanın uğursuz olduğunu ve kötülük getireceğine inandıklarından ve onu gördüklerinde öldürdüklerinden, ayrıca yabani hayatın yine insan eliyle tahribatı sonrasında bu ilginç primat yok olma tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Bu gün soyu tehlike altında olan bu hayvan gerek yerel halk gerekse hükümet tarafından koruma altına alınmıştı. Genel görünümü ürkütücü olmasına rağmen son derece uysal bir hayvan olan Aye-Aye, büyük gözleri, ince uzun parmakları, büyük ve hassas kulakları, bol kıllı kuyruk ve vücudu ile dikkati çeken bir hayvandı. Uzun tırnaklarını kullanarak ağaçlarda asılı kalabilir. Beslenmede ki en önemli özelliği uzun olan orta parmağını bir stetoskop (dinleme aleti) gibi kullanarak ağaç gövdelerinin içindeki kurt larvalarının hareketlerini hissetmesi ve onları ortaya çıkartarak besleniyordu. Ayrıca en sevdiği meyve de Hindistan ceviziydi. Hava iyice kararmıştı. Özel ışıklarla donatılmış çubukları taşıyan rehberler, Aye-Aye’ın yemesi için hazırladıkları Hindistan cevizini bir ağacın iki dalı arasına sıkıca koydular. Yaklaşık bir saat gibi bir zaman geçmişti ki yavaş yavaş yorgunluk alametleri gösteren bizler, galiba gelmeyecek, boşuna boşuna bekliyoruz mırıldanmaları artarken, rehberlerin heyecanla sağa sola koşuşturmaları, Aye-Aye’in yakınlarda bir yerde olduğunun müjdesini veriyor olmalıydı. Özel ışıklarla aydınlatılmış alanın gerisinde toplanan grup fotoğraf makinalarının ayarlarını yapmakla meşguldü. Profesyonel makine kullananlardan flaşlarını kullanmamaları rica edildikten kısa bir süre sonra Aye-Aye göründü. İlk bakışta çok iri gözleri ve uzun parmaklarıyla bir vampiri andırıyordu. Keskin iki ön dişi önceleri onu kemirici sınıfına sokmuştu ama o bir primattı ve insan soyunun ilk örneklerinden biriydi.

Şov başladı. Gerçekten görülmeye değerdi. Önce keskin ön dişleriyle Hindistan cevizinin sert kabuğunu kısa bir sürede parçaladı. Sonra uzun orta parmak devreye girdi. Sulu kısma ulaşıncaya epey bir zaman geçti. Arada sırada ağzına gelen lifleri tükürerek yere atıyordu. Bir süre sonra meyvenin öz suyuna ulaştı ve herkesin şaşkın bakışları arasında lıkır lıkır sesler çıkararak Hindistan cevizinin suyunu bir güzel içti. Yemeğini bitirmişti, etrafına şöyle bir baktı ve gece karanlığında ağaçların arasında kaybolup gitti. Her kes şaşkındı. Ne yalan söyleyeyim ben çok daha fazla şaşkındım. Neden mi? Çünkü bu şovu bir zoolog gözü izleyenlerin şanslılarından birisiydim. Tekrar motora binip, kaldığımız yere hareket ettik. Yerel halkın ateşler altında bizi karşılama dansının müziği uzaktan rüzgârın eşliğinde kulağımıza gelmeye başladı. Bu safer bir dans şovu bizi karşıladı. Yorulmuştuk. Ertesi gün kanalda üç saatlik Toamasina yolculuğu başlayacaktı. Hemen yattık. Akşam bir aralık uyanmışım. Bir gürültü bir gürültü, ne olduğunu anlamak için kapıyı açtım. Sanki dışarıda kıyamet kopuyordu. Siklon yağmuru ve rüzgârı okyanus dalgalarının gürültüsü ile birlikte etrafı kıyamete çevirmişti. Hiç böyle bir şey görmemiştim. Neyse sabah oldu. Dışarıda kıyamet halen devam ediyordu. Bungalovdan çıkıp sert rüzgârın ve yağmurun altında yemek yenilecek yere zorlukla ulaştık. Herkes endişeliydi. Bu kötü hava koşulları altında kanalda üç saatlik yolculuk yapacaktık. Kahvaltı yapıldı. Bavullar tekneye yüklendi. Yerliler pek endişeli görünmüyordu. Alışık olmalıydılar. Neyse bir süre sonra yağmur ve rüzgâr altında yola koyulduk. Daha sonra hava açtı. Birçok ilginç köyün, su bitkilerinin ve kuşların görüntüleri arasında Toamasina ya ulaştık. Otele yerleştik. Gezi grubu tek bir kişinin çektiği tek kişilik üstü kapalı yerel halkın “tuk tuk” dediği bisikletlerle şehir turu yapmak için konvoy şeklinde üzere yola koyuldu. Devasa Banyan ağaçlarının bulunduğu park ilk duraktı. “Buda” ilk kez Hindistan’da bu ağaçların altında dua etmişti. Bu nedenle yerel halk Banyan ağaçlarını kutsal olarak biliyordu. Parka geldiğimizde, devasa devler bizi karşıladı. Her biri, saçı başı, gövdesi ve kökleri bir birine karışmış yaşlı mı yaşlı insan gibiydi.Kısa bir süre sonra rehber tarafından verilen bir saatlik serbest saat için grup doğal olarak alışveriş için etrafa dağıldı.

Bu adada program dışında olan ama görülmesi gerek iki yeri göremedim. Bunlardan bir adanın kuzey batısındaki taş ormanları ya da bıçak ormanı, diğeri de adanın güney batısındaki çöl ortamında yaşayan ve yalnızca Madagaskar’da bulunan Adansonia grandidieri (Büyük baobab) ağaçları oldu. Yolların çok kötü olması nedeniyle bu ağaçları göremedik ama Reunion adasında küçük bir örneğinin fotoğrafını çektim.

Bir jeolog olarak özellikle "taş ormanları"nı görmek isterdim ama gezi programı içinde değildi. Olsa bile oraya ulaşmak oldukça zordu. Unesco tarafından koruma altına olan bu özellikli yer, doğanın bize bıraktığı önemli bir mirastır. Burası milyonlarca yıl süren Jura yaşlı kireçtaşı platosunun erozyonlar sonucunda, parçalanması sonucunda, yüzeyleri bıçak gibi keskin sivri uçlu, derin vadilerin ve mağaraların oluşmasıyla “Tsingy” Madagaskar dilinde “çıplak ayakla yürünemeyen yer” anlamına gelen karstik bir platodur. Burası jeolojik oluşum bakımından önemli olduğundan daha fazla biyolojik olarak da önemlidir. Buradaki fauna ve flora halen keşfedilmeyi bekleyen endemik bir çok cins ve türü barındırmaktadır.
 
Jeolojik Olarak Madagaskar

300 milyon yıl önce Karbonifer döneminin sonlarına doğru, Karoo rift sisteminin bir parçası olan Somali havzası riftleşme ile oluşmaya başlarken Gondvana da parçalanma sürecine girecektir. Jura’nın erken dönemlerinde, Toarsiyen zamanında 182 milyon yıl önce transform fay boyunca oluşan volkanik faaliyetler, ya da bir taraftan dinozorların koşuşturduğu ikici zamanın ortalarında, Gondvana’nın doğusundaki Hindistan, Madagaskar, Antarktika ve Avustralya levhaları Afrika levhasından ayrılır.

İşte bu zamandan itibaren Madagaskar’ın jeolojik bağımsızlığını ilan etme süreci de böylece başlamış olacaktır. Hindistan, 135 milyon yıl önce kuzeye Lavrasya kıtasına doğru giderken, 100 milyon yıl öncesine gelindiğinde büyük bir transform fayla Madagaskar Hint ana karasından kopar ve bir ada olarak Afrika Kıtası’nın doğusuna yerleşerek jeolojik bağımsızlığını ilan eder. Adanın bugünkü jeolojik görünümünde merkezde ve büyük bir bölümü neoproterozoyik yaşlı genelde kristalen bir temel ile bunun üstüne adanın batısında yaygın olarak görülen fanerozoyik yaşlı sedimenter bir örtü bulunur. Gondvana kıtasının tüm jeolojik özelliklerini taşıyan ada buna paralel olarak ilginç bitki çeşitliliğinin de özelliklerini taşımaktadır ve ayrıca günümüzde fosil olan Jura ve Kretase zamanlarında yaşamış, soyları tükenmiş dinozor ve yine aynı zamanın ammonitleri Madagaskar’ın karakteristik fosilleri olarak doğa müzelerini süslemektedir. Milyonlarca yıllık bu hareketli süreç kıtaları nasıl evrimleştirdiyse, canlı yaşamı da öyle evrimleştirecektir.
 
Yaşayan Fosil Lemurlar

Biliyoruz ki Lemur denilince akla gelen coğrafya Madagaskar Adası’dır. Günümüzde filmlere bile konu olan çocukların sevgilisi Lemurların evrim gibi önemli bir düşüncenin kahramanları oldukları bu filmlerde anlatılmıyordur ama bilim dünyası bunların ne denli önemli canlılar olduklarını biliyordur. Yapılan önemli araştırmalara göre Afrika'da yaşayan Lemur benzeri primatların ya da onların atalarının ki bunlar nokturünal (Gündüz uyuyup gece aktif) primatlardan Lorisoidea alt familyasına ait Lemuriformların 60 milyon yıl önce Eosen döneminde su da yüzen bitki ve ağaç topluluklarını kullanarak ana kıta Afrika’dan Madagaskar’a kadar rüzgar ve akıntılarla geldikleri tahmin edilmektedir. Bu seyahatten önce kısaca Lemurların ait olduğu primat grubunun evrimine kısaca bir göz atalım. Memeli benzeri ilk primatlar, 2. zaman sonundaki büyük yok oluştan hemen önce yani dinozorlar gezegenin hayatından çekilmezden 66 milyon yıl önce evrimleşmeye başlamışlardı. Bunlarla ilgili fosil kayıtları, Kuzey Amerika’da, Çin’de, Avrasya’da, Avrupa’da ve Afrika’da subtropikal koşulların etkin olduğu Paleosen ve Eosen zamanlarına ait çökellerde bulunmuştur. Bu konudaki kesin ve önemli bilgi, erken primatların en fazla Avrasya’da geliştiği ve evrim yollarının da maymunlar ve sonrası insana kadar devam ettiğini yönündedir. Afrika’daki erken primat topluluğu 63 milyon yıl önce dallanarak evrimleşme sürecine girmiştir.

Bu süreç içinde yer alan iki önemli Primat grubu Strepssirhini (Islak Burunlular-Lemuriform Primat) ve Haplorhini (Kuru Burunlular-Tarsieriform Primatlar) gibi iki farklı grup oluşturarak gelişmeye başlamış, bunlardan Haplorhini’nin yolu insana kadar devam etmiş, Strepssirhini ise Madagaskar’ın endemik yaşayan Lemurlarını oluşturmuştur. Ancak bu ilginç evrimleşme de levha tektoniğinin önemli bir rolünün olduğu bilinmelidir. Yukarıdaki şekle göre nokturinal (ıslak burunlu) Lorisoidea’nın 62 milyon yıl önce Afrika’yı Madagaskar’dan ayıran Mozambik Kanalı'nı yüzen bitki toplulukları üzerinde geçerek Madagaskar’a ulaşması ile yaklaşık 54 milyon yıl önce başlayan bu evrimleşme süreci ada da farklı ortamlara uyum sağlayan türlerin gelişmesine olanak sağlamış, kimi türler yağmur ormanlarında, kimisi littoral ormanda, ya da jilet gibi keskin kireçtaşı dağlarında veya çöl alanlarındaki koşullardaki ortam özelliklerine uyum sağlayarak yaşamlarını sürdürmeye başlamıştır. 2010 yılında yapılan çalışma verilerine göre, ada da beş Lemur ailesi, 15 cins ve 101 tür ve alt türle temsil edilmektedir. Bunların çoğu tehlike altındaki türlerdir.
 
Mascarene Adaları

Madagaskar Adası’ının doğusunda yer alan volkanik üç ada Reunion, Mauritius ve Rodrigez dir. Portekizli Pedro Mascarenthas tarafından 16. yüzyılın başlarında keşfedilmiştir. Kaşif Mascarenthas’ın adı verilen Mascarene deniz altı platosundaki bu sıcak noktaların (Hot Spot) oluşumu 65 milyon yıl önce Hint plakasındaki Dekkan bazalt indifaları ile ilgilidir. 28-18 milyon yıl önce denizaltı volkanizması sonucunda resifleriyle ünlü Mauritius adası meydana gelir. Reunion ise çok daha yenidir ve 5 milyon yıl önce aktif olmuştur. Mascerene adalar topluğunun en genci 1,5 milyon yaşında olan Rodrigez adasıdır. Renuion iki önemli volkanı ile dikkati çeker. Bunlardan biri aktifliğini kaybetmiş 3,000 m yüksekliğindeki Piton des Neiges, diğeri ise gezegenin en aktif volkanı 2,632 m yüksekliğindeki Piton de la Fournaise’dir. Bu volkan yapılan araştırmalar ve radyometrik yaş tanımlamalarına göre 500,000 yıldan daha fazla bir zaman aktif haldedir. 1986'daki püskürmesinde lav nehri birçok küçük yerleşim alanını ve ana ulaşım yolunu keserek denize kadar ulaşmıştır.
 
Piton de la Fournaise ye Yoculuk: Reunion Adası

Muhteşem bir doğada Lemurlarla geçen dört günün sonunda Madagaskar’ı terk etme zamanı gelmişti. Bundan sonraki durak yanardağların adası Reunion’du. Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra Reunion adasına inişe geçen uçağın penceresinden yakından o’nu izlemek bir jeolog için oldukça keyif vericiydi. Gezegenin en genç Sheild (Kalkan) biçimli aktif volkanlarından biri olan Piton de la Fournasie’i (2632 m) bu keyfin en can alıcı görüntüsü olarak muhteşem krateri ile sanki o’na dokunacakmışız kadar bize yakındı. Otelimize yerleştikten sonra rehberimiz Ayşe Hanım programda bir tam günümüzü volkanı gezmek ve incelemek için ayırdığını söyleyince oldukça heyecanlandım. Öyle ya dünyanın aktif volkanlarının ilk sırasında yer alan Piton de la Fournaise’yi yakından görme, fotoğraflama ve hatta küçük lav örneklerini alma fırsatını yakalamıştım. Tümüyle volkanik bir ada olan Reunion; volkanları, vanilya üretimi ve şeker kamışından elde edilen romlarıyla. Meşhur bir Fransız adasıydı yüzyıllardır çekilen koloniyal acılara rağmen bu değerlerini kaybetmemişti.

Hint Okyanusu kenarındaki otele yerleştiğimizde akşam olmuştu. Okyanus kıyısında kısa bir keşif gezisi yapmak ilginç olacaktı. Sahil tümüyle mercan kalıntılarından oluşmuştu. İrili ufaklı hatta neredeyse kum boyutuna gelmiş mercan kırıntıları tüm sahile yayılmıştı. Kıyıdaki dalga enerjisi o kadar fazlaydı ki devasa okyanus dalgaları mercan resiflerini paramparça ederek, işleyerek sahil şeridine yayıyordu.

Her zaman olduğu gibi sabahleyin yine erkenden uyandık. Bugün önemliydi. Çünkü “Piton de la Fournaise” bizi bekliyordu. O metreden 2600 metreye çıkacaktık. Uzun ve dönemeçli bir yolculuktan sonra keşif gezisine başlayacağımız noktaya geldik. Yanardağın kalkan biçimli görüntüsü muhteşemdi. Etrafında birkaç tane parazit koni dikkati çekiyordu. Kratere kadar yürüyüş yolları, gözlem taraçaları, derin yamaçlardaki yürüme yolları, bilgilendirme panoları ile tam bir açık hava müzesi şeklindeki “Piton de la Fournaise” aynı zamanda lokantaları, hediyelik eşya ve diğer ilginç satış malzemeleriyle birlikte bir para makinası gibi de çalışıyordu. Yanardağ Hawaii’deki volkanların püskürme tipiyle (Phreatic püskürme) benzerdi. Bu tip püskürmelerde, magma kanallarından akan bazaltik lavlar yeraltı sularına rastlayınca su buharı ve volkanik malzeme birlikte yüzlerce metre yüksekliğe püskürüyordu. Bazı durumlarda kızgın lavlar yanardağın yamacı boyunca deniz ulaşabilir ve önünde ne varsa yakar, yıkar yok edebilirdi. İşte Piton de la Fournaise böyle bir volkandı. Adanın doğu kesiminde bulunan bu yanardağ her patladığında bir lav nehri okyanusa kadar ilerleyerek suyla karışmış ve muhteşem görüntülerle doğanın ne denli güçlü olduğunu göstermişti. Şimdi bunları görmek için adanın doğu tarafındaki yerleşim alanlarına doğru gitmeye başladık. Manzara görülmeye değerdi. Sol tarafta Hint Okyanusu sağ tarafta Piton del la Fournaise’nin lavları.

Kısa bir fotoğraf molası iyi olmuştu. Süratle arabadan inip henüz bir iki yıllık olan lavların üzerinde yürümek bir jeolog için önemli olmalıydı. Lavlar ortalığı yakıp yıkmıştı ama eski lavların arasından fışkıran bitki toplulukları her şeye rağmen yaşamın devam ettiğini gösteriyordu. Herbir lav akıntısının ne zaman oluştuğu, kimyasal içeriklerinin neler olduğunu anlatan bilgi panoları etrafa konulmuş, gelen ziyaretçiler volkanın özelliklerini okuyarak volkan hakkında bilgi alıyorlardı. Biz de öyle yaptık. Piton del la Fournaise, 17. yüzyıldan beri tüm patlamaları biliniyordu. En son patlamasının lavları ise 1 yıllıktı. 1 Ağustos 2015 de Patlayan volkanın lavları okyanusa kadar ulaşmış yine etrafı özellikle kesif ormanları yakıp yok etmişti. Bu görülmeye değer geziden sonra otele dönüp, yorgunluğu gidermek için erkenden yattık. Ertesi gün resifler adası Mauritius bizi bekliyordu.

Resiflere Yolculuk: Mauritius Adası

Sabah kahvaltıda kötü bir sürpriz bizi bekliyordu. Mauritius uçağı 5 saatlik bir gecikmeyle kalkacaktı. Bu Mauritius daki programın yarım gün aksaması demekti. Fazladan bir yarım gün Reunion’da dolaşacaktık. Başkent St. Denis küçük bir şehirdi. Bütün evlerin hemen hepsi iki katlı ve çok güzel bahçeleriyle dikkati çekiyordu. Zar zor zamanı geçirdik. Havalimanına gitme zamanı gelmişti ama bir sürpriz daha bizi epey etkiledi. Uçak iki saat daha rötar yapmıştı. Neyse sabrın sonu selamettir diye bekleyip, akşamüstüne doğru Mauritius’a ulaştık.

Gezi programının sonu gelmiştik. Adada şiddetli okyanus dalgaların parçaladığı ve sahile yaydığı mercan resiflerinin kum, çakıl ve blok boyutundaki kalıntılarından oluşan kilometrelerce uzunluğundaki sahil şeridi tatil köyleri tarafından neredeyse kapatılmıştı. Biz de bunlardan birine yerleştik. Burada üç gün geçirecektik. Tatil köylerini hiç sevmem ama katlanacaktık. İlk gün botanik parkının yolunu tuttuk. Buranın bir özelliği vardı. 50 farklı türde palmiye ağacı burada bulunuyordu. Ayrıca neredeyse çapları iki metreyi bulan devasa nilüfer havuzları ziyaretçilerin uğrak yeriydi. Hele asrın modası “selfie” burada, ya da insanın olduğu her yerdeydi. Rengârenk egzotik kuşlar insanlara alışkındı ama etli butlu bir tanesinin soyu ise insanlar tarafından tüketilmişti. Meşhur Dodo kuşu (Raphus cucullatus) Mauritius’un simgesiydi.

Kendisi ortalıkta yoktu ama her yer de biblolarda tişörtlerde, magnetlerde, insanların kullandığı her eşyada ona rastlamak mümkündü. Adaya gelen gemiciler insandan korkmayan bu kuşu kolayca avlayarak neslinin tükenmesine de olmuştu. Botanik parkı gezisinden sonra ada da görülebilecek bir önemli yer daha kalmıştı. O da Chamarel yerleşim alanının hemen yanındaki “yedi renkli topraklar”. Şansımız vardı ki, akşamüstü güneş batarken oraya ulaşmıştık. Eğer hava kapalı ya da yoğun ışık varsa yedi rengi görmek mümkün olmuyordu. Güneşin ışıklarının en uygun olduğu zamanda oradaydık. Volkanik tüflerin içeriğindeki renkli mineraller (Demir, kükürt, bakır ve bunların bileşikleri) güneş ışığının yardımıyla gökkuşağına benzeyen güzel bir görüntü oluşturuyordu. Gezinin geri kalan iki gününü tatil köyünde dinlenerek geçirecektik. On iki gün oldukça yorulmuştuk ama gördüklerimize de değmişti.

Otelde birçok aktivite vardı bunlardan biri de mercan resiflerine dalmak, o muhteşem balıkları mercanları ve diğer canlıları yerinde görmekti. Bunlardan birine hemen yazıldım. Yanımda ne palet ne de gözlük vardı. Bunların temin edildiği yerde ayak numaranıza ve yüzünüze uygun dalış ekipmanlarını seçme imkânınız bu aktivitenin de bir parçasıydı. Bizi resiflere götürecek motor bir süre sonra hareket etti. Kısa bir yolculuktan sonra bariyer resiflerine ulaştık. Tek korku köpek balıklarıydı ama şimdiye kadar insanlara bir saldırı olmamıştı. Bir birinden güzel renkleriyle hekzakoral mercanlar bazen tek bazen de koloniler şeklinde her tarafa yayılmıştı. Özellikle Kırmızı Algler (Rhodophycea) mercan ve alg birlikteliğini tamamlıyordu. Rengârenk balıklar ve diğer dip canlıları bu muhteşem ortama ayrı bir güzellik katarken, gözlüğünüze dokunacak kadar yanı başınıza ürkmeden yaklaşan balıklar da aktivitenin ayrı bir güzelliğini tamamlıyordu.

Resif denilince ilk akla gelen Darwin olmalıdır. Resiflerin oluşumu hakkındaki ilk görüşlerini 1842'de yayınladığı “The Structure and Distribution of Coral Reefs” isimli eserinde açıklamaktadır. Darwin Beagle ile geri dönüş yolculuğunda Hint Okyanusu’ndaki volkanik irili ufaklı yüzlerce adadan oluşan Keeling adalar topluluğundaki resifler dikkati çeker. O na göre resiflerin oluşumu volkanik adaların okyanus tabanına belli bir zaman içinde batmaları ile ilgilidir. Bu batış sürecinde volkanik adanın civarında okyanusun ekolojik koşulları (fiziksel ve kimyasal) sert mercan kolonilerinin gelişimine neden olmaktadır. Bu yaşam ortamı daha sonra gelişerek bir biyolojik çeşitlilik zenginliğine dönüşür. Özellikle Pasifik ve Hint okyanuslarındaki binlerce sıcak nokta (Hot spot) volkanik adalardaki mercan resifleri bu şekilde oluşmuştur. Okyanus haritalarına baktığımızda bu adalar genelde levha sınırlarının bulunduğu yerlerde sıralandığını ya da kümelendiğini görürüz. Örneğin, Galapogos, Keeling, Polinezya, Avustralya, Tahiti, Maldivler, Masceren (Reunion, Mauritius, Rodrigez) ve diğerleri.

Darwin, oluşumlarına göre saçak resifleri, Atol ve bariyer resifleri olarak üç tip resif tanımlar. Saçak resifler doğrudan kıyı ile bağlantılıdır ve adanın etrafının çevreler. Örneğin: Bahamalar, Karayipler ve Kızıl Denizdeki resifler. Atol ise ortası batan volkanik adanın kalderasının oluşturduğu derin bir ortam ve onu çevreleyen resiftir. Örneğin: Maldivler, Chagos Adaları ve Seyşeller. Eğer resifle kıyı arasında lagün denilen sakin bir sığ ortam bulunuyorsa buna da bariyer resif adı verilir Örneğin Avustralya kıyılarında olduğu gibi. Bazen Bariyer resiflerin yüksek enerjili okyanus dalgaları tarafından parçalanması sonucunda yama resifleri denilen bir başka resif tipi daha gelişebilir. Resiflerin jeoloji tarihi boyunca Paleozoyik, özellikle Mesozoyik zamanda ve de günümüze kadar olan jeolojik süreçte tropikal okyanuslarda gelişmeye başladığını biliyoruz. Onları son derece önemli bir özellikleri var. O da organik malzeme bakımından son derece zengin olan jeolojik Resiflerin petrol oluşumunun en önemli kaynağı olmasıdır.
 
Darwin Madagaskar’a uğrasaydı...

Beagle Galapagos adalarına uğradığında buradaki biyolojik çeşitlilik ve doğal seçilim Darwin’in evrim hakkındaki düşüncelerini iyice güçlendirmişti. Darwin daha sonra buradan ayrıldı. Batıya doğru hareket etti. Yolunun üstündeki Keeling (Cocos) adalarında resiflerin nasıl oluştuğunu keşfetti. Daha sonra Mauritius’a geldi, adayı haritaladı. Reunion’u geçti ve Madagaskar’a uğramadan adanın güneyinden geçerek ümit burnuna doğru yöneldi. Şimdi soralım? Eğer Darwin Madagaskar’a uğrasaydı neler görecekti? Bir defa şimdiye kadar uğradığı yerlerin hem coğrafyasından hem de biyolojik çeşitliliğinden çok daha farklı bir manzara ile karşılaşacaktı. Darwin’in karaya çıkıp yağmur ormanlarının içlerine doğru yürüdüğünü varsayalım. İlk karşılaşacağı görüntüler, gruplar şeklinde daldan dala süratle atlayan ve acayip ürkütücü sesler çıkardan Lemurlar olacaktı. Adanın değişik yerlerinde ise farklı ortamlara uyum sağlamış Lemur türleriyle karşılaşacaktı. Bunların bir kısmı yüzeyleri bıçak kadar keskin kireçtaşları (Taş Ormanları) üzerinde atlayarak yaşayanlar, Ya da Adanın güneyindeki Boabab ağaçlarının yaygın olduğu çöl ortamına uyum sağlayarak yaşayanlardı. Bir şey daha dikkatini çekecekti Darwin’in Burada hiç zaman bu Lemurlara zarar verecek Fossa hariç büyük etçillere (Aslan, Kaplan gibi) rastlamayacaktı. Galapagos adalarında vakit geçiren ve örnek toplayan Darwin Madagaskar’a aslında uğramamakla bir yer de tembellik yapmış oldu. Onun bu adaya neden uğramadığını bilemeyiz ama dönüş yolculuğun da Lemurların Adası Madagaskar’a uğramak evrim düşüncesi için daha iyi bir final olabilirdi.

Not-1: Bu yazı hazırlanırken e Piton de la Fournesie bir sefer daha püskürmeye başladığı ve bazaltik lav akıntılarının alevler içinde akmaya başladığı haberi basında yer almaya başladı. Ne zaman olacağı belli olmaz ama adanın doğu yamacında yer alan yanardağ, şiddetli bir patlama sonucu oluşan volkanik bir heyelanla adanın önemli bir kısmını okyanusa gömebilir ve hatta oluşacak tsunami de doğuya doğru, önündeki Mauritius ve Rodrigez ile diğer küçük adaları haritadan silebilir.

Not-2 Bu yazıdaki fotograflar, yazarı Mehmet Sakınç'a aittir.

Mehmet Sakınç

Yazar Hakkında

Mehmet Sakınç

1946 yılında İstanbul’da doğdu. İlkokulu Kumburgaz’da bitirdikten sonra, 1964 de Pertevniyal Lisesi’nden mezun oldu.