Yola çıkmadan önce araştırmamı iyi yaptım. Gezimanya’daki tüm gezi notlarını noktasına virgülüne varana dek okudum, Saraybosna ve Mostar rehberlerini hatmettim, dersime iyi çalıştım yani. Hatta daha temkinsiz olan arkadaşlarımın alay konusu bile oldum. Ama yola çıkmadan önce yapacağımız her şey planlı programlıydı. Yine de programa uyduk mu? Eh.
Saraybosna’nın tarihini size ben anlatmayacağım, onun için şöyle buyurabilirsiniz. Bizim gezimiz 10 Mart sabahı Sabiha Gökçen Havaalanı’nda başlıyor gibi gözükse de aslında kasım ayında indirimli uçak bileti alma hikâyemize dayanıyor. Dört ay öncesinden aldığımız biletler için kişi başı yaklaşık 400 TL ödedik ve yollara düştük. TSİ 10.15’te havalanan uçağımız Bosna-Hersek’in yerel saatiyle 10.10’da Saraybosna Uluslararası Havaalanı’na indi. Pasaport kontrolünden hiç soruya maruz kalmadan rahatça geçtik. Saraybosna Havaalanı’nın bu kadar ufak olmasını hiç beklemiyordum. Her ne kadar bir Avrupa başkenti olsa da havaalanı Türkiye’deki herhangi bir şehrin havaalanından çok daha az gösterişliydi. (Bu, Türkiye’yle, gidilen ülkeyi karşılaştırma işi hiç hoşuma gitmese de havaalanının alçak gönüllülüğünü bir şekilde anlatmak istedim.)
El bagajımızla geldiğimiz için hızlıca havaalanından çıkabildik, ilk iş havaalanının içerisinde bulunan Ziraat Bankası’ndan para çekmek oldu. “Nasıl olsa orada çekeriz” diye düşüp cebimizde kısıtlı bir miktar euro ile gelmiştik Saraybosna’ya. Haklı da çıktık, Türkiye’de kullandığımız banka kartımızla kolayca BAM cinsinden paramızı çektik ve havaalanının girişinde bekleyen taksilere doğru yöneldik. Aşağıda havaalanından merkeze giden otobüslerin saatlerini göreceksiniz. Bizim iniş saatimiz uymadığı için binemedik ama 2,5 BAM ödeyerek hızlıca merkeze ulaşabilirsiniz. Taksiyle şehir merkezine gitmekse 15 euro ya da 30 BAM. Bu arada BAM, TL’nin iki katı değere sahip, yani taksiye 60 TL ödedik, bunu da belirtmiş olayım.
Airbnb’den kiraladığımız evimiz Hadzi-Idrizova Sokağı’nda bulunan tatlı bir daireydi ve merkeze yürüyerek 15 dakika mesafedeydi. Eşyalarımızı bıraktığımız gibi kendimizi sokağa atıyoruz. Mart ayının başında, bu coğrafyada havanın güzel olması zor. Ama biz şanslıyız, önceki hafta tüm Avrupa’da fırtınalar kopmuşken bizim ziyaretimizin ilk gününde hava 16-17 °C. İnce bir mont yetip de artıyor bile.
Yürüyerek merkeze doğru ilerliyoruz… Hayır, ilerleyemiyoruz çünkü karnımız aç! Ev sahibimizin tavsiye ettiği Dervoz’da börek yiyoruz. Kişi başı bir dilim börek için 1,80 BAM ödüyoruz.
Bir vejetaryen olarak bu gezinin zor olacağını tahmin ediyordum ama hiç de fena başlamıyoruz! Türkiye’de genellikle mideye oturan ve ağır olan börek burada hem çıtır hem sulu hem de az hamurlu! Ben ıspanaklı-peynirli olanı tercih ettim ve ne yalan söyleyeyim gezimizin devamında yiyeceğim turistik börekçinin böreğinden çok daha fazla sevdim! Seni hiç unutmayacağım börek! Göz ucuyla baktığım kıymalı börekten de bahsedeyim tabii. Öyle içinde saçılmış kıymaların olduğu bir börek düşünmeyin sakın, salyangoz şeklindeki bu böreğin içindeki kıyma, köfte halini almış. Ama yiyenler diyor ki, öyle köfte gibi sert ve sıkı değilmiş, suluymuş. Boşnaklar bu börek işini çözmüş, kocaman bir alkış! Bu sebeple börek macerası burada bitecek sanıyorsanız büyük bir yanılgının içinde olduğunuzu söylemek isterim.
Böreklerimizi yedikten sonra şehri keşfetmeye başlıyoruz. Keşif dediğime de bakmayın, merkeze doğru yürüyoruz aslında.
Saraybosna'da gezilecek yerler
Yazımın kalan kısmına da neşeli bir üslupla devam etmek isterdim ama gördüklerimiz bunu bir hayli imkânsız kılıyor.
Veliki Park
Dikkatli bakmazsanız burası bir park, ortasında da bir çeşmesi var. Dikkatli bakarsanız eğer, çimlerin üzerine serpiştirilmiş gibi duran mezar taşlarını görebilirsiniz. Önce anlayamadık ne olduğunu. Burası mezarlık mı? Ama çevresi kapatılmamış? Ama çok merkezî? Ama, ama, ama…
Sonra sağımızda şu yazıyı görüyoruz: Memorial to children killed during the siege of Sarajevo 1992-1995 (Saraybosna Kuşatması sırasında öldürülen çocuklar anıtı). Solumuzdaysa çocukların doğum ve ölüm tarihleri. 7 yaşında, 10 yaşında, 12 yaşında…
Hemen yan tarafında oğlu Nermin’e seslenen baba Ramo’nun heykeli var. Heykeltıraş MensudKečo’nun 2015 senesinde Srebrenica Katliamı’nın 20. yıl dönümü için yaptığı heykel Bosna-Hersek halkının yaşadığı acının ne boyutta olduğunu kanıtlar nitelikte. Oğlunu arayan babanın heykelinde acının izlerini rahatlıkla görebilirsiniz. Ramo Osmanović ve oğlu Nermin’in “kalıntıları” 2008 yılında bir toplu mezarda bulunmuş. Baba ve oğlunun yaşadığı acı Bosna-Hersek halkının toplumsal hafızasının ıstırap verici önemli bir parçası.
İlk seferde sıradan bir çeşme sandığımız çeşme hiç de öyle sıradan değil. Çevresinde onlarca ayak izi var. Bu betonda hareketsiz olarak duran ayak izleri, inanın, hiç de hareketsiz durmuyor. Atmosferin etkisiyle de olsa gerek, o üst üste binmiş ayak izlerinde kaçmayı ve koşuşturmayı gördüm. Sanki bıraksalar fırlayıp gideceklermiş gibiydiler ne var ki betona çakılıp kalmışlardı. Savaşın çocuklarının ayak izleriydi bunlar. Benim de çocuk olduğum tarihlere denk gelen bu savaşın hem tarihsel hem de coğrafi olarak bu kadar yakın oluşu belki biraz daha fazla etkiliyor beni.
Ferhadiye Caddesi ve Sonsuz Ateş
Sarsılmış bir halde şehrin en işlek caddesi olan FerhadiyeCaddesi’ne doğru ilerliyoruz. Ferhadiye ve Tito caddelerinin kesişiminde yer alan Sonsuz Ateş’i görüyoruz önce, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, 1946 senesinde, Saraybosna’nın kurtuluşunu sembolize etmek için yapılmış. Fotoğraf çekmek biraz zor olabiliyor burada o yüzden sıraya girmekte fayda var.
Ferhadiye Caddesi’ne saptığımızda Kutsal Kalp Katedrali’ni, Gazi Hüsrev Bey Camii’ni ve Sebil’i hemen görüveriyoruz. Başçarşı kalabalık mı kalabalık, kafeler, restoranlar tıka basa dolu.
Kutsal Kalp Katedrali
Kutsal Kalp Katedrali, klasik bir Doğu Avrupa Katolik kilisesi. Her ne kadar dışarıdan çok havalı görünse de Batı Avrupa’da bulunan kiliseler gibi ihtişamlı değil. İçeriye girdiğimizde de kilise görevlisi ve bir rahibe dışında kimseyi göremedik. Mum yakmak istedik ama mumların olması gereken raflarda mum bile yoktu. Yine de dış cephesi kalbimi kazanmaya yetti.
Gazi Hüsrev Bey Camii
Müzesi de olan Gazi Hüsrev Bey Camii, 1531 senesinde Mimar Sinan’a inşa ettirilmiş. İçerisine girmemiz ne yazık ki mümkün olmadı. Anladığımız kadarıyla yalnızca namaz kılmak için içeri girilebiliyor. Bizim ziyaretimiz esnasında dışarıda da namaz kılanlar vardı, kapının sağ tarafında erkekler, sol tarafındaysa kadınlar namaz kılıyordu. Burada fotoğraf çekemedik ne yazık ki, Ali Paşa Camii’ne doğru ilerlediğimizdeyse Paris’i hatırladım. “Camiyle Paris ne alaka?” diyebilirsiniz tabii. Ama caddeye doğru sandalyelerini çevirmiş bir şekilde sohbet ederek kahvelerini veya biralarını içen insanların bana oraları hatırlatmaması imkânsız.
Başçarşı
Başçarşı’nın tam ortasında bulunan Sebil, 15. yüzyılda Bosna Sancak Beyi İsa Bey tarafından yaptırılmış. Aslında çeşmenin suyundan içmek gerekiyormuş zira bu sudan içenler buraya bir daha gelir diye rivayet ediliyormuş ama o kalabalığa girmek istemedik. Yine de geliriz biz, merak etme Saraybosnacığım. Çevresindeki güvercinler ve koşuşturan çocuklarla bana 20 sene önceki İstanbul’u hatırlattı.
Aslında beynime işlenmiş olan manzara tam olarak şu: Üstünde bakımsız ama sevimli evler olan dağların çevrelediği küçük bir şehir ve o şehrin sokaklarında yankılanan ezan ve çan sesleri… Ha bir de unutmadan, çok fazla Türk turist! Tüm seyahatim boyunca Boşnakçadan ziyade Türkçe kelimeler işittim desem kesinlikle yalan söylemiş olmam. “Esmanuuuur koşma anneciiim”, “Şurada da bir börek yiyelim mi ya” gibi cümleler sayesinde Türkiye’nin eksikliğini hiç hissetmedim. Bu sebeple Saraybosna’yı, yabancı dil bilmediği için yalnız başına gezmekten çekinen gezginlere rahatlıkla önerebilirim. Elinizi çarpsanız Türkçe bilen birine denk geleceğinize eminim. Restoranların, kafelerin bazılarının da Türk işletmeleri olduğunu da belirteyim.
Başçarşı’nın içerisinde börekçiler, cevapi yapan restoranlar, kafeler ve hediyelik eşya satan dükkânlar bulunuyor. Hediyelik eşya dükkânları, benim gibi gittiği her yerden ıvır zıvır bir şeyler toplamayı seven birini maalesef tatmin edebilecek düzeyde değil. Tüm dükkânlarda aynı şeyler satılıyor ve kaliteleri de, ne yazık ki, pek iyi değil. Buradan, evinize ya da sevdiklerinize bir şey götürmek istiyorsanız yiyeceklere yönelmeniz daha doğru bir karar olur.
Latin Köprüsü
Başçarşı’dan çıkıp 5 dakika yürüdüğümüzde Latin Köprüsü’ne varıyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olan, üzerinde Avusturya-Macaristan veliahdı Franz Ferdinand’ın öldürüldüğü meşhur köprünün mimari olarak pek de bir albenisi olduğu söylenemez. Ancak üzerinden geçip de heyecanlanmamak elde değil. Birkaç saniye de olsa tarihin büyüsüne kapılıyorsunuz.
Öğleden sonra artık soğuk bir birayı hak ettiğimizin farkındayız. Küçük bir mekân olan Birtija’da Sarajevsko marka biramızı içip kendimize geliyoruz. Bira bizim Türkiye’de alışkın olduğumuz biralara nazaran biraz daha asidik ama çok da bir farkı olduğunu söyleyemem. Peki, havanın muhteşem olduğundan bahsetmiş miydim? Gerçekten harika, 17 derecelerde, ılık ve yüzünüzü okşayan belli belirsiz bir güneş var. Yine de siz siz olun, bizim gibi martın başında buraya geliyorsanız sıkı giyinin, önleminizi alın. Ne diyordum, Birtija içerisinde 5-6 masanın ve barın olduğu küçük ve merkezî bir mekân ancak dikkat! Burada yiyecek hiçbir şey yok, yani biranın yanında birkaç bir şey atıştırmayı planlıyorsanız hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Bir şeyler atıştıramadığım için ben de biraz daha içmeye karar verdim! Vişne ve ceviz likörü sipariş ediyoruz. İkisinin de kıvam olarak koyu oluşu çok hoşuma gidiyor. Cevizin keskin tadına herkes bayılmayabilir ama buralara kadar gelmişken denemekte fayda var. Burada iki likör ve bir bira için 10,50 BAM ödüyorum. Bu ucuzluk hem canımı sıkıyor hem de hoşuma gidiyor doğrusu. İstanbul’a dönünce bu günleri mumla arayacağıma adım gibi eminim.
Saraybosna’ya gelip de yemeden dönülmeyecek yemeklerden biri börek, peki diğeri ne? Cevapi! Peki ben yedim mi? Hayır! Ama yiyenlere de engel olmadım, Balkan coğrafyasına özgü olan bu köfteyi daha önce Ljubljana’da tatmış ve çok beğenmiştim. Gelin görün ki artık vejetaryenim ve sadece seyretmekle yetiniyorum. (Buna üzüldüğümden değil tabii.) Zeljo’ya oturuyoruz; kaymak, soğan ve pideyle servis edilen 10 cevapi ve yoğurt (bardakta, ekşimsi koyu bir yoğurt) için kişi başı 9 BAM ödeniyor. Ben de açlıktan öldüğüm için Ferhadiye Caddesi’nde bulunan Merak adlı mekândan bir dilim vejetaryen pizza alıp, 2 BAM ödüyorum.
Fazlasıyla yorgunuz, marketten 20 BAM’lık bir alışveriş yapıp eve doğru yola koyuluyoruz. Vranac Vrhunsko adlı şarap için 8,20 BAM ödüyoruz. Bosna’nın şarabı da güzelmiş. Fazla abartmadan sakince yarın erkenden kalkmak üzere yataklara yollanıyoruz zira Saraybosna'da bir günümüz daha var.
Saraybosna'da pazar sabahı, bir önceki gün börek aldığımız dükkânın kapalı olmasının hüsranıyla başladı. Bunun üzerine, daha önceden not ettiğimiz Buregdzinica Bosna adlı börekçiye, kaldığımız yerden yaklaşık 25 dakika yürüyerek ulaştık.
Buradaki börekler uzun ve ince ayrıca isteğe göre üzerinde yoğurtla servis ediliyor. Benim tercihim tabii ki ıspanaklı ve peynirliden yana oldu ama ne yalan söyleyeyim ilk gün kendi mahallemizdeki fırının böreğini daha bir zevkle ve heyecanla yemiştim.
War Childhood Museum
Börekten sonra sırada çok etkilendiğimiz ve yeni açılmış bir müze olan War Childhood Museum vardı.
Jasminko Halilovic adlı Boşnak bir aktivist yazarın 2010 yılında online olarak başlattığı bir projeye dayanıyor bu müzenin konsepti.
Bosna Savaşı süresince çocuk olan şimdinin genç yetişkinlerinin twitter üzerinden paylaştıkları kısa hikâyelerini derliyor Halilovic. Yaklaşık 1.000 kişinin katıldığı projnin kitabı da 2013’te yayımlıyor ve 2017 senesinde Müze açılıyor. Logavina Sokağı’nda bulunan Müze’ye merkezden yürüyerek 5 – 10 dakikada rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Savaşı yaşayan çocukların bağışladığı oyuncak, günlük, fotoğraf, kıyafet gibi pek çok eşya ve hikâyesi kalbimde sağlam bir sızıya neden oldu.
Tarihin bu acı dönemine tanıklık etmiş eşyalarla karşı karşıya kalmak, o eşyaların sahibi olan çocukların notlarını görmek çok sarsıcı.
Müze’den çıktığımız biraz allak bullak olmuş haldeyiz.
Zlatna Ribica adlı, antikalarla bezenmiş kafeye doğru yürürken Kutsal Kalp (İsa’nın Kalbi) Katedrali’nin içine giriyoruz. Batı Avrupa kiliselerinin ihtişamı burada yok ancak dışarıdan oldukça heybetli gözüküyor, bu bile yeterince etkileyici. Burada mum yakamıyor ve küçük bir hayal kırıklığı yaşıyoruz.
Zlatna Ribica
Zlatna Ribica’ya vardığımızda saat 14.30 olmuştu. Ahşap antikalarla dolu bu mekânın yıllar öncesine aitmiş gibi bir hissiyat yarattığını söylemek mümkün. Burada mekânın kendi birasını içtik ve 4 BAM ödedik bir biraya. Alkollü içecek fiyatlarının Türkiye’ye nazaran çok daha uygun olduğunu söylemeye sanırım gerek bile yok. =)
BBI Center’da bulunan ve çok övülen Torte I To’yu, zor da olsa AVM’nin 5. katında bulmayı başardık. Burada önemli olan iki nokta var:
- Asansöre binin.
- Cheesecake (original) yiyin.
Biz muhteşem manzaralı ve teraslı mekânda 2 cappucino, 1 cheesecake ve 1 brownie için 18 BAM ödedik. Cheesecake efsaneydi, brownie ise biraz ağır geldi.
Akşam yemeği için bir hafta öncesinden yer ayırttığımız ve internette çok tavsiye edilen Dveri adlı restorana gittik.
Ev yapımı ekmek, ajvar ve zeytinyağlı peynirle başladık yemeğimize. Yanında da mekânın kendi kırmızı şarabından söyledik. Doğrusunu söylemek gerekirse yemekler geldiğinde çoktan karnımız doymuştu. Beef steak ve patlıcan dolması ana yemeğimizdi. Et gayet iyi bulundu ancak patlıcan için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Garson buna çok üzülmüş olsa gerek, aslında yemeğin başında haber verseydik yemeğimizi değiştirebileceğini söyledi ve hesaba patlıcanı dâhil etmedi. Burada 2 kişi 72 BAM ödedik ve mutlulukla ayrıldık.
Gördüğünüz üzere ikinci gün fazlasıyla yeme – içme üzerine geçti ama yine de güne damgasını vuran kesinlikle War Childhood Museum’du, uzun süredir herhangi bir şeyden bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum.