Ağustos ayında Karadeniz turu için havaalanına vardığımızda sabah 5.00 civarıydı ve gün ışımamıştı daha. Börek ve çaydan oluşan kahvaltıdan sonra Trabzon uçağında yerimizi aldık. Karadeniz turumuz Trabzon-Rize-Batum-Tiflis-Kars-Erzurum şehirlerinden oluşan bir programdı. Uçakla Trabzon’a gidiş daha sonraki şehirlere karadan otobüsle ulaşım ve en sonunda Erzurum’dan uçakla İstanbul’a dönüş şeklindeydi. 5 gece, 6 gün süreli bu gezi yolculuğumuz oldukça keyifli geçti.
Sabah 8.30 ‘da Trabzon’a vardığımızda deniz kenarındaki havalimanının Türkiye’deki sayılı (12 adet var) havalimanlarından olduğunu öğrendik. Havalimanı ve havaalanı arasındaki farka kısaca değinmek istiyorum. Bende bunun doğrusunu yeni öğrendim. İşte gezerken sadece bakmıyoruz, aynı zamanda öğreniyoruz : )
Havalimanı; uluslararası hava trafiğine açık olan, gümrük, göçmenlik, halk sağlığı, hayvan, bitki ve benzeri karantina işlemlerinin kendi bünyesinde hızlı bir şekilde yürütüldüğü havaalanlarına verilen isim. Havaalanı ise; hava araçlarının inip kalktığı, karada ve ya suda oluşturulmuş, bina, tesis ve teçhizatla donatılmış sahalara verilen isim.
Karadenizli rehberimizin eşliğinde uzun seyahatimizi gerçekleştireceğimiz otobüsümüze bindik. Lüks sınıfı otobüsle yaptığımız gezi boyunca şoför, muavin ve rehberden oluşan üçlü bize hizmet verdi. Bir otobüs dolu ayrı karakterde ve anlayıştaki insanı idare etmek gerçekten kolay değil. Bunu yolculuk boyunca daha iyi anlıyorsunuz. Bu yüzden iyi bir rehberin sadece bilgiyle dolu olması yeterli olmuyor. Aynı zamanda insan psikolojisini de biraz anlaması gerekiyor. Karadenizli rehber arkadaşımızın küçük tersliklere ve sorunlu insanlara rağmen bizi iyi idare ettiğini düşünüyorum.
Otobüsümüzle sahil şeridi boyunca Trabzon’u gözlemledik. Zengin içerikli bir kahvaltı yapıp, sonra da Trabzon’da göreceğimiz yerlere gezimiz başladı.
Trabzon Atatürk Köşkü Müzesi çam ormanlarının içinde 1890 yılında Konstantin Kabayanidis tarafından yazlık olarak yapılmış. Avrupa ve Batı Rönesans etkilerini gördüğümüz binanın taş işçiliği oldukça güzeldi. Atatürk Eylül 1924 ve Kasım 1930 tarihlerinde Trabzon’a yaptığı gezilerde bu köşkte ağırlanmış ve burayı oldukça beğenmiş. En son 1937 tarihinde kendisine verilen bu köşkte 2 gece kalmış ve vasiyetnamesini burada yazmış. Atatürk’ün ölümünden sonra köşk müzeye çevrilmiş. Mobilyalar, porselenler, tablolar gerçekten çok kıymetli. Ben özellikle yer seramiklerini çok beğenmiştim. Zamanında İtalya’dan getirildiği ve hala sağlamlığını koruduğu seramikler etkileyiciydi. Köşkün balkonundan manzarada müthiş. Köşkte gezerken bir zamanlar Atamızın da burada olup, vasiyetnamesini yazdığı masayı, oturup kahvesini içtiği mobilyaları görünce insan duygulanıyor. Zaten mobilyalara sinmiş o tarihi koku sizi o atmosfere taşıyor ister istemez…
Trabzon’daki telkâri ve kazaziye sanatının en güzel örneklerinin sergilendiği bir dükkâna gittik. Telkâri, Osmanlı döneminden gelen ve ilk zamanlarda gelinlerin takunyalarında kullanılan bir sanatmış. Şimdi sadece takı ve süs eşyalarında kullanılıyormuş. Çok ince 2 telin silindirde yassılaştırılarak sonra dantel gibi örülmesiyle meydana gelen sanata telkâri diyorlar. Burada ustanın becerisi ve estetiği yaptığı sanatı değerli kılıyor. Ortaya çıkan ürünler gerçekten müthiş güzellikte ve çok zahmetli olduğu belli oluyor. Kazaziye sanatı da tamamen el emeği ürünü bir uygulama. Altın ve gümüş çok ince tellerin ipek tellerin üzerine sarılmasıyla kalın ve sağlam bir tel oluşturulup daha sonra kadınların bu teli dikiş iğnelerine takıp sanatlarını gösterdikleri bir örgü şekli. El işi uygulamalarına ve bunları yapanlara saygı duymamak elde değil.
Trabzon Ayasofya Müzesi bölgenin en önemli Bizans devri yapılarındanmış. Trabzon’daki Komnenos Devleti krallarından I. Manuel tarafından 1238-1263 yılları arasında yapıldığı söylenen bu yapı bir ara 3. Murat tarafından cami olarak kullanılmış en son restore edilerek 1964 yılında müze olarak hizmete açılmış. Bol bol freskleri ve çok iyi taş işçiliğini göreceğiniz ender yerlerden. Freskin kireçten yapılan sıva üzerine resim yapma sanatı olduğunu hatırlatmak isterim. Oldukça zor ve zahmetli bir iştir. İlk önce Fresk yapacağınız alan belirlenir ve ilk kat kaba sıva yapılır. Bu sıva iyice kuruduktan sonra ikinci kat sıvanız o gün ne kadar bir alanda çalışacaksanız o kadarlık alana uygulanır. Yani ikinci kat sıvanız kurumamalıdır ki işleyeceğiniz boyalı resim sıvaya yayılsın, içine kadar işlesin. Böylelikle kalın bir resim tabakası oluşur ki uzun yıllar resim sağlam kalır. Yapılan resimlerin günümüze kadar nasıl geldiğini görünce uygulamanın başarısını ve düşünceyi kutlamak gerekiyor.
Hatırladığım kadarıyla kilisenin içinde Adem ile Havva’nın cennetten kovulmaları, Hz İsa’nın göğe çıkışı, mucizeleri, doğumu, son akşam yemeği, Meryem Ana, Selçuklu döneminden kalma geometrik madalyonlar, kartal resimleri ve özellikle işlemeli nişler enfes taş işçiliğinin örneklerinden. Ben o dönemin şartlarında ellerindeki imkânlarla ortaya böyle güzel eserler çıkaran insanlara hayran oldum ve saygıyla andım.
Trabzon Sürmene-Of-Çaykara rotamız bizi en son Uzungöl’e ulaştırdı. Yol boyunca Solaklı Vadisi’ni ve çayını izledik. Birbirinden güzel tonlardaki yeşilliklerle kaplı orman örtüsü ve köy evleri insanı mest ediyor gerçekten. Yolculuk boyunca hiç sıkılmadan izleyeceğiniz bu görüntüler belgesel tadında. Yerden 1090 m yükseklikteki dik yamaçları ve muhteşem güzellikteki orman örtüsüyle Uzungöl, Haldizen adlı bir derenin yamaçlardan düşen kayaların önünü kapatmasıyla oluşmuş. Gölün hemen yanındaki eski köy evleri manzarayı daha da güzel kılıyor. Gölün üzerinde yüzen ördekler ve tatlı su balıkları korunmaya alınmış ve avlanmak yasak. Ahşap evlerin mimarisi ve ladin ormanlarının görüntüsü insanı büyülüyor. Gölün etrafında yürüyüş yapıp sonra da kıyısındaki çay bahçesinde çay içtik.
Gece konakladığımız yer ahşap evlerden oluşan bir tesisti. Oksijeni bol bol içinize çekip yaz ortasında battaniye ile sarmaş dolaş olacağınız bir yer mi arıyorsunuz! O zaman evet buldunuz. Yazılarımda dikkat ederseniz tesis ve ya otel ismi vermiyorum. Ama Zitaş tesislerini size başka nasıl tarif edebilirim ki!
Manzarası, havası, yemekleri, ahşap evleri ve üst geçidi ile gerçekten çok güzel bir yerdi. Şaşırdınız değil mi : ) Üst geçidi bile var, çok güldük. Dağda ve trafiğin olmadığı bir yerde üstgeçidin ne işi olabilirdi? Ne amaçla yapılıp nasıl kullanıldığını çözemedik. Ama Karadeniz’e özgü bir espri olarak kabul ettik. Harikaydı : )
Sabah erken kalktık. Kahvaltıdan sonra tesisin hemen yanından meşhur sürmene çelik bıçaklarından aldık. Bu büyük çelik bıçakların Gürcistan’a geçerken sınırda sıkıntı yaratmayacağının olurunu önceden rehberimizden almıştık. Güzel kahvaltılarımızdan sonra istikametimiz Sümela Manastırı idi.
Otobüsle belli bir yere kadar ulaşımdan sonra ormanın içinden patika yollardan geçerek, dar merdivenleri tırmanarak Sümela Manastırı’na ulaştık. Patika yolu boyunca dikkatimi çeken o büyük ve heybetli ağaçların köklerinin patika yolu bir örgü gibi kaplaması oldu. Aslında bu kökler o eğimli ve dik yolda yürümenizi de kolaylaştırıyor. Doğanın bize sunduğu o kadar çok güzellikler var ki. Hem bize yardımcı oluyor hem de ruhumuzu besliyor.
Böyle bir yapının M.S. 395 yıllarında Zigana Dağı’nın eteklerinde bu yükseklikte bir yere inşa edilmesi akıl alır gibi değil. Bu sizi zaten hayrete düşürüyor. Bir de konumunu ve çevresindeki ağaçlarla kaplı bitki örtüsünü görünce insan hafif şaşkınlıkla karışık büyülenmiş gibi oluyor. Tarihçesi çok karışık ve hikâyelerle dolu. Sağlıklı olarak budur diyebileceğiniz bir hikâyesi yok ama rehberimizin dediğini doğru kabul ederek size aktarıyorum. Atinalı iki rahip birbirinden habersiz rüyalarında Hz İsa, Hz Meryem ve Sümela Manastırı’nın olduğu yeri görürler. Burada karşılaştıklarında rüyalarını anlatıp, manastırı yapmaya başlarlar. Sarp kayalıklar üzerinde kurulmuş olan Sümela manastırı halk arasında ‘’Meryem Ana’’ diye biliniyor. Vadiden yaklaşık 300 metre yükseklikteki manastır bir gelenek olarak (şehir dışında ormanda, su kenarında dağlarda, kayaların üstünde) kayalıkların üstünde kurulmuş. Çok yağmalanmış, yangınlar görmüş, saldırılara uğramış bu tarihteki en eski manastır restorasyonlarla günümüzde müze olarak binlerce ziyaretçinin uğrak yeri. Dar ve upuzun bir merdivenle çıktığımız manastırın içinde görebildiğimiz kadarıyla bir sürü oda, şapeller, mutfak, kütüphane, kutsal ayazmalar vardı. Odaların öğrenciler için olduğunu öğrendik. Çıkrık bir asansörle yukarıya su taşındığını gördük. Halen restorasyon çalışmaları devam eden yerler ziyarete kapalıydı. Yine duvarlarındaki freskler göz alıcıydı. Sümela manastırından dönüşte ‘’iyi ki gelmişiz‘’ dedim kendi kendime. Bir yere giderken ve dönüşte aynı duyguyu ve aynı heyecanı hissediyorsanız bu yapılan gezinin amacına ulaştığını gösterir bence. Sonuçta mutluyduk.