Evrimin İzinde: Darwin ve Tango

“Darwin 200 Beagle” keşif gezisinin hikâyesini İTÜ Maden Fakültesi'nin koridorlarında hazırlarken, gezilen yerlerin ilginçliği arasında biyolojik çeşitliliği ve coğrafik özellikleri bakımından en çok Güney Amerika’nın doğu kıyıları ile Galapagos Adaları ilgimi çekmişti.

Darwin'in Brezilya Yağmur Ormanları'nda ilk kez karşılaştığı biyolojik çeşitlilik, daha gezisinin başlangıcında evrimin ne olduğu konusunda kafasında ilk ışıkları yakmıştı. Öyle ya İngiltere'de yaşadığı ya da Avrupa’da gezdiği yerlerin doğasından buradaki biyolojik zenginlik çok farklıydı. Öyle ki bireyler arasındaki mücadele, mevcut bir yaşam savaşı inanılmaz derece dikkati çekiyordu. Darwin kıtanın daha güney enlemlerine indikçe her şeyin bir defa daha değiştiğini gördü. Yağmur ormanları yerini uçsuz bucaksız ovalara, pampalara bırakmış, canlılar tümüyle değişmişti. Hele Punta Alta’da bulunan dev tembel hayvan fosilleri ile yağmur ormanlarında yaşayan ufak cüsseli tembel hayvanları karşılaştırdığında daha Galapagoslar'a varmadan Darwin’in zihnindeki evrim düşüncesi karışmaya başlamıştı bile. Beagle, Tierra Del Fuego'ya geldiği zaman, her şey yine değişti. Buzulların oyduğu fiyortlar, Pasifik ile Atlantik'i ayıran And Dağları; rüzgârın, fırtınaların eksik olmadığı Fin del Mundo (Dünyanın Ucu) ve burada yaşayan Yamana / Fugeanlar (en eski yaşayan kabile) Darwin’i bir defa daha şaşkınlığa uğrattı. Beagle, Güney Amerika’nın bu bölgesindeki çalışmalarını bitirip Pasifik Okyanusu'na geçtikten sonra kuzeye, Şili’ye doğru yönelerek Santiago ve Valparasio'da incelemeler yaptıktan sonra bu sefer batıya doğru, Galapagoslar'a doğru yelken açacaktı.

Eşim Fulya'dan bir gün tur şirketlerinden birinin gezi programlarını içeren bir posta aldım. Birçok rotanın arasında Güney Amerika gezisi dikkatimi çekti. Oldukça uzun, ilginç ve pahalı bir geziydi bu. Buenos AiresEl Calafate (Lago Argantina / Perito Moreno), UshuaiaTierra Del FuegoFin Del MundoCape HornSantiago ve Valparasio görülecek önemli yerlerdi. Ancak en dikkati çekeni Magellan Boğazı ve Beagle Kanalı’nda gemiyle yapılacak olan üç günlük geziydi. Bu benim için önemliydi çünkü Darwin'in HMS Beagle ile 1832'de yapmış olduğu araştırma gezisinde, bu bölge evrim gerçeğinin temellerinin atıldığı yerdi. Seyahat biraz pahalı olmasına rağmen, bütçemizi zorlayarak katılmaya karar verdik. Tur grubu, rehberimiz Ayşe Tunalı dâhil 11 kişiydi. Gereken işlemler yapıldıktan sonra, 14 Mart saat 18.30'da Paris’e hareket ettik. Oradan 13 saat süren yorucu bir uçak yolculuğundan sonra, yerel saatle 09.30 da Arjantin’in başkenti, İspanyolcada "güzel havalar" kelime anlamına gelen Buenos Aires’e ulaştık. Hava söylenildiği gibi İstanbul’un yaz havasını andırıyordu, sıcak ve biraz da nemliydi. Şehir, iki büyük nehrin, Rio Uruguay ile Güney Amerika’nın Amazon’dan sonra ikinci büyük akarsuyu olan Parana’nın birleştiği yerdeki Rio de la Plata Körfezi’nin güney tarafındaki düzlüklere yayılmıştı.

Buenos Aires’te İlk Gün

Güzel havalı bu şehir, Puerto de Nuestra Señora Santa María del Buen Ayre (Sevgili Anamız Güzel Hava Bakiresi Meryem'in Limanı) adıyla, 2 Şubat 1536'da, Pedro de Mendoza tarafından kurulmuştur. İsmini, Cagliari'nin Virgen de Bonaria'sına (Güzel Hava Bakiresi) tapan Papaz Mendoza seçmiştir. Başka bir rivayete göreyse, şehrin isminin Río de la Plata'daki havanın güzel oluşundan dolayı seçildiği söylenmektedir.

Uçaktan iner inmez, gezimize hiç dinlenmeden başladık. İlk önce kısa bir şehir turu ve ardından, tangonun yapıldığı küçük kafelerde içilen bira sonrası, nehirlerin birleştiği yerde bir motor gezisi yapıldı. Yüzlerce irili ufaklı adaların arasındaki kanallar, bilmeyenler için çıkılması mümkün olmayan birer labirent gibiydi. Her biri küçük tropikal ormana benzeyen adalarda zenginlerin ve yer yer de orta hâllilerin oturduğu direkler üzerine inşa edilmiş evler vardı. Ulaşım sürat motorları ya da küçük tekneler ile yapılıyordu. Önemli olan ve gözden kaçırılmaması gereken, her iki nehrin taşıdığı mineralce zengin çamurun burayı bereketli topraklara dönüştürmüş olmasıydı. Burası çok çeşitli meyveli ağaçların yetiştiği, cennetten bir köşeydi sanki.

Ertesi gün, Darwin’in de bir süre kaldığı şehirden yaklaşık bir saat uzaklıktaki San İsidroSan Fernando ve Tigre’ye gidildi. Burası ağaçların arasında küçük evlerparklarkafeler ve temiz caddelerin her iki yanında sıralanmış ulu ağaçları ile (çoğu Platanus orientalis Doğu Çınarı) insana huzur veriyordu.

Yorucu günün sonunda otele döndük. Biraz dinlendikten sonra, tango gösterisi için kabare tarzı, yemekli bir lokantaya gidildi. Rehberimiz Ayşe Hanım, daha önce gruba Tango dansının tarihsel hikâyesini, bir yerde evrimini anlattı. Ne yalan söyleyeyim, bu konu hakkında hiçbir bilgim olmadığı hâlde bana çok ilginç geldi. Bir dans, devrimlerle özdeşleşmiş bir ülkenin tarihinde önemli bir yere sahip olabiliyordu demek.

Tango

Tango önceleri hayat kadınlarının ve onların peşinden koşan erkeklerin kendi aralarında yaptığı dans olarak bilinirmiş. Sonraları Avrupa ülkelerinin özellikle aristokrat ailelerinde bu dansın yapıldığını gören orta ve üst düzey Buenos Airesliler, dansı sahiplenmeye başlamış. Milongalara (Tangonun yapıldığı yerlere verilen isim) gidenler, herkesle özgürce dans edebiliyormuş.

"Tango" kelimesinin anlamı Latince Tangere'den (dokunmaktan) gelir. Öyle ki her çift birbirinden dans süresince hemen hemen hiç ayrılmaz. Dansın kökeni Afrika yerlilerine kadar uzanır. Özellikle Coğrafi Keşifler sırasında, köle ticareti ile kıtaya yerleşenlerin üzgün, hüzünlü ve zorlu yaşamının müziğe ve ritme yansıması sonrasında gelişerek, 19. yüzyılın sonlarına doğru, Rio de la Plata’nın her iki yakasında ve de Montevideo'da (Uruguay) ve karşı kıyıdaki Buenos Aires (Arjantin) de ortaya çıkarak gelişir. Sonrasında Avrupa’nın müzik tınıları ile güçlenerek bugünkü gelişmişliğine ulaşır. Tangonun tarihine bir başka açıdan bakarsak, 17. yüzyıl İngiltere’sindeki folk dansının daha sonra 18. yüzyılda Fransa’daki kontradansa dönüştüğünü görürüz. Bu dansın sonraki gelişmesi İspanya'da 1750'de Kontradansa ya da sadece Dansa olarak devam eder. Küba'ya İspanyollar tarafından 1825 de ithal edildiği zaman, Dansahabanera ismini alacaktır. 1850'de Arjantin’de Habanera adıyla icra edilen bu dans, 1900'de İspanya-Amerika Savaşı sırasında, Habanera del Cafe adlı popüler bir dans biçiminde, tangonun ilkel bir biçimi olarak 1910 yılında Arjantin'de yapılmaya başlanacaktır.

Tango kendini buluncaya kadar, aradan neredeyse yüzyıl geçecektir. Ancak tam özgürlüğüne kavuştu derken, bu sefer de 1955 yılında Arjantin'de askerî darbe olur ve Peron sürgüne gönderilir. Topluluklardan ve dolayısıyla düşünceden korkan askerler, özellikle milongalardaki toplukların bir araya gelmesine engel olmak için tango dâhil tüm sosyal aktiviteleri yasaklarlar. 3 yıl sonra yönetim sivillere geçtiğinde, tango fazla ömürlü olamaz. Bu çalkantılı durum 1983 yılına kadar devam edecektir. Demokrasi süratle yerine oturduğunda, tango okulları daha da gelişmeye başlar. Bugün Buenos Aires sokakları tangonun o doğaçlama figürleri ve müziğin eşsiz tınısıyla bir daha özgürlüğünü kaybetmemek üzere artık renklenmiş durumda.

Tango bana Darwin’in evrim gerçeği ile ne kadar benzeştiğini düşündürdü. Bu dans öyle bir dans ki nasıl değişim gösterdiğini, geliştiğini özünde neleri barındırdığını ancak yerinde izlerseniz anlayabiliyorsunuz. Nasıl gezegen tümüyle bir değişim içindeyse ve evrimleşiyorsa, bu dans da aynen öyle. Müzik ve figürler o kadar duygu ve gerçek yüklü ki devrimin sertliği, özgürlüğün tınısı, gelişimin sürekliliği ve vurgusu ile birleştiğinde, düşünen insanı gerçeğin acımasızlığı, sevginin ve aşkın özlemi içine bir anda bırakıveriyor.

Tango: Değişimin serüveni

Şehrin ışıklarının yanmasıyla birlikte bulunduğumuz yerde bir hareketlilik başladı. Meğerse Tango gösterisini izleyeceğimiz yer otelimize yakınmış. Belki içinizden de hatırlayanlar olur; burası bana Elmadağ'da ki yanan eski “Şan Sineması”nın girişini hatırlattı. İçeri girince duygularınızla birlikte sizi esir alan, romantizm kokan, loş ışıklı bir yer bizi karşıladı. Oldukça karanlık, dar bir koridordan geçip, Tepebaşı'ndaki yanan Harbiye Tiyatrosu’na benzer işlemeli ve tavanlı olan, gösterinin yapılacağı salona girdik. Sahneyi çok iyi gören bir yerdeki masamıza oturduk. Patagonya düzlüklerinde özgürce koşarak ve beslenen sığırların etlerinden hazırlanmış bifteklerimizi, nefis Arjantin şarabı eşliğinde yedikten kısa bir süre sonra gösteri başladı. Etkileyici bir müzik eşliğinde dans eden çiftler, tangonun tarihsel geçmişinden başlayan bir kurgulamayla, modern hâle gelinceye kadar ki serüvenini birbirinden güzel doğaçlama figürlerle salondaki izleyicilere sunarak, bize nefis bir tango ziyafeti çektiler. Gece yarısına gelinmişti, gösteri bitmişti belki ama herkes hâlâ etkisi altındaydı.

El Calafate

Geç saatlerde otele döndük. Sabah erken saatte uçakla El Calafate'ye (Perito Moreno Buzulu) üç saatlik bir yolumuz olacaktı. Bavullar toplandı. Aracımız hava alanına doğru yola çıktı. Uçağımız hazırdı. Fazla zorlanmadan Arjantin Havayolları'na ait Boing 738'e yerleştik. Hava güzeldi. Herhangi bir olumsuzluk yaşamadan Patogonya üzerinde 3 saat uçarak, El Calafate ye ulaştık. Gezinin bundan sonrası ateş toprakları, Tierra del Fuega'da geçecekti ve buraları bir doğa bilimci için görülebilecek en ilginç yerlerdendi. Bir tarafta Magellan Geçidi, Beagle Kanalı, Perito Moreno Buzulu ve And Dağları; daha ne istemeliydim ki?

El Calafate güney 50 enleminde, şirin bir Arjantin şehri ama aslında ona kasaba demek daha doğru olur. Uçak şehre doğru alçalmaya başladığı zaman muhteşem Şili Kordilerası (Ant Dağları) batıda görülmeye başladı. Karlı zirveler ve daimi kar sınırı ilginç görünümüyle dikkati çekiyordu. Biraz sonra ileride Lago Argentino Gölü belirdi.

Daha da alçalınca, ottan başka bir şeyin olmadığı pampa düzlükleri altımızda uzanmaya başladı. Kısa bir süre sonra uçak piste kondu. Çıkış işlemlerini yapıp, valizleri aldıktan sonra minibüsle şehre doğru hareket ettik. İlk görüşte bana çok şirin bir yer olarak geldi. Calafate, Latince Berberis buxifolia isimli, koyu kırmızı meyveleri ile dikkati çeken bir çalıya verilen isim. Ayrıca İspanyolca’da teknelerin armuzlarına doldurulan macunlu üstüpü, yani diğer anlamıyla bizim bildiğimiz kalafat (Caulking) yapmak. Bu çalı, şehir ile özdeşleşmiş. Her yerde meyvelerinden yapılan reçellerafrodizyak macunlarmarmelatlarşuruplarsabunlar ve daha birçok değişik ürün dükkânların vitrinlerini süslüyor ve bolca satılıyor. Otele geldiğimizde, şehrin şirinliğinin duygusallığı bir kat daha arttı. Çünkü bu butik otel, doğanın ortasında odaları son derece şirin, hele yemek yenilecek yeri nostaljinin tüm öğelerinin sergilendiği bir mekândı ve yöresel birçok eşya etrafta dikkati çekiyordu. Kısa bir dinlenmeden sonra, gezegenin sayılı buzullarından biri olan Perito Moreno'yu görmek üzere yola çıktık. Perito Moreno Arjantinli bir jeolog, antropolog ve kâşif. Asıl ismi Francisco Pascasio Moreno ya da kısaca Perito Moreno (1852-1919). Buzulu keşfeden ve özellikle Arjantin jeolojisi, fauna ve florası hakkında önemli araştırmaları olan bir kaşif. En önemli yapıtlarından bir tanesi, ilk defa evrim ile ilgili fosilleri sergileyen “La Plata Doğa Araştırmaları Müzesi"ni kurmasıdır. Bilindiği gibi bu fosiller Darwin’in Fitz Roy ile tufan konusunda tartışmalarına neden olan tembel hayvan fosilleridir. Bunların bu müzede sergilenmesi, Moreno’yu daha da önemli yapmaktadır. Otobüs kısa bir süre sonra bizi Moreno Buzulu’na götürecek katamaran tipi teknenin bulunduğu küçük koydaki iskelede bıraktı. Kısa bir yürüyüşten sonra tekneye bindik ve hareket ettik. Hava açık olmasına rağmen dondurucu soğuk rüzgârla birlikte daha da etkili oluyordu. Bir süre sonra buzula doğru yaklaştık. Tekne yavaşlayınca rüzgârın etkisi de azaldı.

Görünen manzara bir yerde muhteşem ama bir yerde de gezegenin süreçlerini dikkate aldığımızda oldukça ürkütücüydü. İnanılmaz kalınlıkta ve genişlikteki buzul, bir akarsuyun akışı gibi zaman zaman kendine göre hızlı, bazen de yavaş hareket ediyordu. Bu hareketin belirtisi olarak ara sıra buz sütunların parçalanmasıyla devasa kütleler gök gürültüsünü andıran gürültüyle göle düşüyor, sonrasına oluşan dev dalgalar gittikçe küçülerek göle yayılıyordu. Manzara muhteşemdi. Gerçekten “ölmeden görülmesi gereken yerler"dendi Perito Moreno.

Katamaran gezisi bittikten sonra buzulun her iki tarafını görmek üzere tepeye geldiğimizde, bu sefer de buzulun tümünü gördüğümüz, büyüleyici doğa manzarası ile karşılaştık. Güneş yavaş yavaş karlı dağların arkasına doğru çekilmeye başlamıştı. Bu fırsatı kaçırmak istemeyenler hemen fotoğraf makinelerinin deklanşörlerine basmaya başladılar. Derken bir ötücü kuşun sesi ağaçların arasında yankılandı. Biraz daha dikkatle bakınca, bölgenin yaygın kuşu Phrygilus patagonicus'un (Patagonian Sierra Finch) karşımda durduğunu fark ettim.

Ürküp kaçmadığı gibi, bana güzel de bir poz verdi. Passeriformes’in Thraupidae ailesine ait bu ötücü; Arjantin ve Şili’nin ılıman, subtropikal ya da tropikal kuru çalılık ortamlarında veya otlaklarda geniş alanlara yayılarak yaşayan bir tür.

Ertesi gün heyecanlı olacaktı. Çünkü uçakla daha da güney enlemlerine, buzlar ülkesine, dünyanın ucuna hareket edilecekti. Ama önce sabah, kısa bir şehir turu yapmak için serbest kaldık. Yerel evlerin bulunduğu sokaklardan geçtikten sonra ana caddeye çıktım. Birkaç ilginç evi geçtikten sonra bahçe içinde, kapısında "Museo" yazılı, tek katlı, beyaz boyalı bir yapı ilgimi çekti. İçeri girince buranın bir doğa müzesi olduğunu anladım. El Calafate'ye ait hayvan ve bitki toplukları, fosiller, kristaller, kayalar içeride sergileniyordu. Buraya gelen turistler için bölge doğası hakkında tam bir bilgilenme yeriydi.

Kısa bir süre sonra müzeden dışarı çıktım ve görmemiz tavsiye edilen, şehrin parkına doğru yöneldim. Parkın girişinde Arjantin kâşifi Perito Moreno ve keşif sırasında kullandığı eşyaların üstünde yer aldığı atını temsil eden, gerçeğinden ayırt edilemeyecek kadar mükemmel yapılmış heykel beni karşıladı.

Parkın içinde ilerledikçe, yine Moreno’nun kurmuş olduğu doğa müzesine ait dinozor replikaları, kıyıların haritalanmasında kullanılan araç ve gereçlerin temsil edildiği, diorama benzeri sunumlar, bir parkın nasıl olması gerektiğini anlatıyordu. Biraz daha içeriye doğru yürüdüm ve aradığımı buldum. Darwin’in heykeli, Beagle’ın çıpası ve Darwin'e ait birçok eşya ile bazı hayvan replikaları sanki hiç bozulmamışlar gibi, gerçeğinden ayırt edilemeyecek kadar güzel yapılmış, diorama tarzı bir sunum sizi etki altında bırakıyordu.

Evet, bu kadar yeterdi. Gördüklerimden etkilenmiştim. Gruptaki arkadaşlar ben gecikince meraklanmışlardı çünkü. Birazdan havalimanına hareket edilecekti.

Ushuaia: Dünya’nın ucu

Tierra del Fuega ya da Fin del Mundo, kısaca "Dünya'nın ucu"na götürecek uçak pistte bizi bekliyordu. İşlemler tamamlandıktan sonra uçak hareket etti. Bir süre Arjantin’in uçsuz bucaksız otlaklarında pampaların üstünde yaklaşık iki saat uçtuktan sonra uçak Ushuaia'ya doğru alçalmaya başladı ve muhteşem doğa manzarası görülmeye değerdi. Uzakta karla kaplı Darwin Kordilerası ve Beagle Kanalı’nın fiyortlarla kıvrımlanmış kıyıları tüm ihtişamı ile karşımızdaydı. Gezimizin bundan sonrası Tierra Del Fuega (ateş ülkesi) ya da Fueganların ülkesini keşfetmek olacaktı. Görmeyi çok istediğim bu toprakları bir yolunu bulup gitmeyi birkaç yıldır hayal ediyordum. Bu hayalin gerçekleşmesi beni oldukça heyecanlandırmıştı. Öyle ya Ferdinant Magellan’ın 21 Ekim 1520'de 52 güney enlemine kadar inerek keşfettiği ve adının verildiği Magellan Boğazı’nda, Darwin'in 12 Aralık 1832 de Beagle ile dolaştığı Magellan ve Beagle Kanalı’nda ben de 19-21 Mart 2014 tarihleri arasında bir doğa bilimci olarak (zoolog, Jeolog ve paleontolog) Cruceros Australis gemisi ile dolaşacaktım. Bu benim için tarif edilemez bir duygu olacaktı.

Öğleye doğru otele yerleştik. Daha sonra bölgenin en önemli doğa parkı olan Parque National Tierra del Fuego Bahia La Pataia'ya hareket ettik. Kullandığımız stabilize yol ise 3 no'lu kıtalararası Pan Amerikan Yolu'nun (Kuzey Amerika-Güney Amerika) son kilometreleriydi. Parka geldiğimizde son derece düzenli ahşap yollar, gelen turistleri doğaya zarar vermemerli için sınırlıyordu. Beagle Kanalı’nın kıyısında birkaç kuş dikkatimi çekti. Bunlardan çoğu Chloephaga Picta idi (Magellan Kazı). Yalnız bunlardan farklı olarak kıyıda dolaşan ve insandan kaçmayan heybetli duruşu ile dikkat çeken Caracara Plancus (Patagonya Şahini) ne hikmetse beni çok sevmiş olmalı ki fotoğraf çekmeme izin verdi. Ben de bu pozları kaçırmak istemedim. Bir süre sonra hava kararınca şehre dönüş yolculuğu başladı. Ertesi gün keşif teknesi ile civardaki adalara kuş, fok ve denizaslanı kolonileri görmek için gidilecekti. Yine soğuk hava kıyafetleri giyildi. Rehberimiz Ayşe Hanım, bunun için anlaşılır bir yöntem bulmuştu “Soğan gibi giyineceğiz ve sonrasında ısınınca soğan gibi soyunacağız”. Bu teoride kolaydı ama pratiğe gelince oldukça zordu.

Bizi adalara götürmek için bekleyen keşif teknesine bindik. Bir süre sonra Ushuaia gerimizde küçülmeye başladı. Manzara muhteşemdi ve siyah-koyu gri ürkütücü bulutlar, sanki tepemize değecek gibi şiddetli rüzgârda sürükleniyordu. Güneş bir anda kara bulutların arasından parlak yüzünü gösteriyor, o anda denizin üstü gümüş gibi parlıyordu. Bu değişken manzarayı fotoğraflarken, ileride kuş ve memeli deniz canlılarını göreceğimiz adalar görüntüye girmişlerdi. Kısa bir sonra, ilk adaya doğru yaklaşmaya başladık. Yüzlerce kuş adayı kaplamıştı. Albatroslara benziyorlardı ama daha yakına gelince bunların Macellan Karabatağı Phalocorax Magellanicus oldukları anlaşıldı. Bir sonraki ada da ise Arctocephalus Australis (Güney Amerika deniz ayısı) ve Otaria Flavescens (denizaslanları) konuşlanmıştı.

Kimisi suya atlıyor, kimisi de kısa süreli güneş banyosu yapıyordu. Sterna'lar (deniz kırlangıçları) ve Diomedea Epomophora (Güneyin Kral Albotrosları) havada süratle ve ani manevralar yaparak uçuyorlardı. O sırada denizde kütleler hâlinde, dalga ve akıntıların etkisine kapılarak hareket eden, yaklaşık üç metre uzunluğundaki yosunlar dikkatimi çekti. Bunlar hava keseleri sayesinde su yüzeyinde duran Laminaria Digitata (kelp) denilen kahverengi algler (suyosunları) olmalıydı. Okyanusların bu dev bitkileri yüksek iyot içermeleri nedeniyle Japonlar tarafından değişik sektörlerde, özellikle de kozmetik sanayinde kullanılıyordu. Beagle Kanalı ve Magellan Geçidi’nde devasa koloniler oluşturan Laminaria'lar gemi gezisi sırasında çok daha büyük koloniler şeklinde karşımıza çıkacaktı.

Bir süre sonra üç günlük gemi gezisi başlayacaktı. Gördüğümüz diğer yerlerden çok daha ilginç yerleri göreceğimiz şüphesizdi. Öğle yemeği sonrasında bavullar yine toplandı. Artık bu işten bıkmıştık. Bir yerde düzen müzen kalmadı; çabuk olsun diye her şeyi içine tıkıyorduk. Neyse, bir araba grubun tüm bavullarını alıp, geminin bulunduğu iskeleye getirdi. Bu arada pasaport ve bilet işlemleri de aksaksız olarak rehberimiz Ayşe Hanım tarafından halledilmişti. Cruceros Australis, diğer ismiyle “Güneyin Keşfi” dört katlı, pek o kadar da büyük olmayan, Tierra del Fuega’nın fiyortlarında dolaşabilecek özellikte bir gemiydi. Merdivenlerini çıkarken, "Fırtınaya yakalanırsak ne olacak?" diye düşünmeden de edemedim.

Cruceros Australis de Üç Gün

Yerel saatle 20.00'de Australis motorlarını çalıştırıp, Ushuaia Limanı'ndan ayrıldı. Üç gün sürecek heyecanlı deniz yolculuğu başlamıştı. Kaptanın Darwin Salonu'nda verdiği tanışma kokteylinden sonra akşam yemeği yenildi ve süre sonra da herkes kamarasına çekildi. Yorgun düştüğümüzden hemen uyuduk ama kısa bir süre sonra hafif sallanmayla uyandım. Sallantı gittikçe artıyordu. Bir süre sonra da kamarada ne varsa devrilmeye başladı. Saat gece yarısını gösteriyordu. İyi bir fırtınaya yakalanmıştık. Yataktan kalkıp üst kattaki salona gittiğimde çoğu kişinin orda olduğunu gördüm. Ekranda rüzgârın hızı 90 knot (160 km/saat) civarındaydı ve biz Horn Burnu’na doğru yol alıyorduk. Atlantik ve Pasifik Okyanusu'nun karıştığı ve Antartika’nın arasındaki bu yer Drake Geçidi’nin başlangıcıydı. Fırtınaların, kasırgaların, denizlerin en sert rüzgârları burada eksik olmuyordu. Australis süratini de oldukça düşürmüştü.

Sabahın ilk ışıkları belirdiğinde Horn Burnu’na geldik. Burada Zodyak botlarla karaya çıkıp, kıtanın en ucundaki fenere kadar yürüyecektik ama hava koşulları buna müsaade etmedi. Zaten kimsenin de gemi tutmasından kamaralarından çıkacak hâli de kalmamıştı. Rüzgârın şiddeti 70 knota kadar düşmüştü ama dalgalar hâlen şiddetliydi. Akşam oldu, en keyifli zaman akşam yemeği ve şarap, sonrası Darwin Salonu'ndaki barda içkilerimizi yudumlamaktı. Ertesi gün erkenden Navarino Adası'ndaki Yamanalar'ın (Fugeanlar) müzesine ve civardaki yerlere gidilecekti. Hava biraz durulmuş deniz sakinleşmişti. Australis açıkta motorlarının durdurdu. Zodyaklar hazırlandı ve suya indirildi. Herkes intizam içinde botlara bindirildi ve yaklaşık bir mil kadar uzaktaki kıyıya doğru hareket edildi. Burası önemliydi çünkü Beagle’ın birinci seferinde Kaptan Fitz Roy buradan 3 Yamanalı'yı alıp İngiltere’ye götürmüş, onları eğitmeyi düşünmüş ve hatta lisan öğretip misyoner olarak Beagle’ın ikinci seferinde geri götürmeyi planlamıştı.

Zodyaklardan inip Darwin adını taşıyan müzeye doğru yürümeye başladığımızda, 1832'de geçen olaylar hayalimde canlanmaya başlamıştı. Girişte Fitz Roy’un portresini kaplayan bir pano burada geçen olayların hikâyesini anlatıyordu. Diğer bir salonda buradan götürülen Yamanalar hakkında birçok bilgi veriliyordu. Yamanaların örf ve adetleri, kullandıkları küçük kanolar ve süs eşyaları ile ayinlerde giydikleri kıyafetler sergileneler arasındaydı.

Bir saate yakın orada kaldıktan sonra. Küçük bir tepenin üstünde Fitz Roy için dikilen anıta gidildi. Oradaki küçük bir koyda belki de dünyanın en büyük deniz yosunu olan Laminaria digitata kolonileri bir halı gibi sahili kaplamış.

Oraya kadar gidip birkaç fotoğraf çektikten sonra rehberin düdüğü ile gemiye dönme zamanın geldiğini anlayıp, zodyakların beklediği küçük iskeleye doğru yürümeye başladık. İskelede bizi bir sürpriz bekliyordu. Küçük bir masa üzerinde viski ve sıcak çikolata bardakları sıralanmıştı. Gerçekten unutulmayacak bir andı. Dünyanın öbür ucunda Beagle ın yelken açtığı, Darwin’in ayak bastığı bu topraklarda evrimi kutlayarak kadehimi onların şerefine kaldırdım. Bir süre sonra zodyaklar bizi açıkta bekleyen Australis’e ulaştırdı. Yine soğan gibi soyunup biraz rahatladıktan sonra akşam yemeği için yemek salonunun yolunu tuttuk.

Yemekten sonra Darwin Salonu’nda, 20. yy başlarında yaptığı Antarktika keşifleriyle tanınan İrlandalı-İngiliz kâşif Sir Ernest Henry Shackleton’ın 1914 yılında Endurance gemisiyle güney kutbuna yaptığı zorlu seferin hikâyesini anlatan bir film gösterilecekti. Ön sıralarda yer kapmak için acele etmeliydim. Neyse salon pek de dolu değildi. Yolculuk sırasında bu coğrafyada geçen bu muazzam keşfin filmini seyretmek oldukça ilginç olacaktı. O zamanki teknoloji koşullarında insanların araştırma ve merak uğruna ne zorluklara katlandığını görmek insanı hayranlık içinde bırakıyordu ama bunu kendi ülkenle karşılaştırdığın vakit, gezegende bir hiç olduğu anlıyordun.

O azgın deniz ertesi gün biraz durulmuştu ama şiddetli yağmur ve rüzgâr devam ediyordu. Bu sefer bölgenin muhteşem buzulu Augila’ya gidilecekti. Zodyaklar biraz da zorlanarak bizi kıyıya ulaştırdı. Buzula ulaşmak için biraz yürümek gerekiyordu. Hava koşulları son derece sertti. Rüzgâr yağmur damlalarını bir kamçı gibi yüzümüze vuruyordu. Buna rağmen oldukça eğimli vadiden denize doğru akan buzul görülmeye değerdi.

Yanına kadar gidemedik. Geçen yıllarda ani buz kayması bir turisti canından etmişti çünkü. O nedenle rehberler izin vermedi. Bizim rehber Francesco aynı zamanda iyi biyologdu. Onunla iyi anlaşmıştık. Doğa biliminin ortak dili Latince epey işe yaramıştı. Bölgenin endemik bitkileri hakkında detaylı bilgiler verdi. Frencesco bir aralık yürüdüğümüz patikayı terk edip ormanın içine girdi. Kısa süre ormanda ilerledik. Biraz sonra durdu ve Nothofagus Antartica (Kayın) ormanını dinlememizi söyledi. Etraf o kadar sessizdi ki dışarıdaki rüzgârın sesi bile duyulmuyordu. Evet, burada yalnız orman konuşuyordu. Tüm ağaçları sarmış, inanılmaz büyüklükteki ve çeşitteki likenler görülmeye değerdi. Kimisi salkım saçak ağaçların dallarından aşağıya sarkıyor, kimisi sanki birer yeşil marul gibi ağaçların gövdesinde, simbiyotik yaşamın en güzel örneğini sergiliyordu. Ormanı terk edip kıyıdaki patikada yürümeye başladık. Yağmur şiddetini arttırmış ara sıra da sulu kar şeklinde yağıyordu. Kıyıda birçok su yosunu sahile vurmuştu. Dünya’nın öbür ucuna, Darwin’in ayak bastığı yerlere gelip de buradan İTÜ Maden Fakültesindeki “İhsan Ketin Doğa Tarihi Müzesi”ne bir şey götürmemek olmazdı. Müzedeki alg koleksiyonu için birkaç kırmızı algi yanıma aldım. Zodyakların beklediği yere geldik. Kısa süre sonra Australis’e dönmüştük. Bu sefer çok ıslanmıştık ama gördüklerimize değmişti.

Gemideki etkinlikler devam ediyordu. Akşam yine Darwin salonunda “Patagonia’nın Florası” isimli görsel bir konferans verilecekti. Onu dinledikten sonra vakit de epey geç oldu. Ertesi gün Australis de son günümüzdü ama yine zorlu bir gün bizi bekliyordu. Güneş doğmadan kalkılacak ve Zodyaklarla Magellan Penguenleri'nin oluşturduğu koloniyi görmek için Magdelana Adası'na gidilecektik. Deniz sert olmasına rağmen, Australis yine açıklarda motorlarını durdurdu ve Zodyaklar yolcularını alıp adaya doğru yola çıktı. Neyse yağmur ve rüzgâr yoktu. Sakin bir günün başlangıcıydı. Bir süre sonra her taraf Spheniscus magellanicus (Magellan Pengueni) ile dolu olan adaya çıktık.

Penguenler tek eşli kuşlardı. Toprağa kazılmış küçük yuvaları vardı. Koloninin bulunduğu alana girmek yasaktı ama penguenler için bu saha dışına çıkma konusunda yasak yoktu! Bir anda önünüzden sallana bir tanesi geçiyor, herkes ona dikkatle bakıyor ama o hiç istifini bozmadan yoluna devam ediyordu. Sesleri korkunçtu ve devamlı bağırıyorlardı. Tüm ziyaretçiler kurallara uyarak hareket ediyordu. Ülkemdeki böyle yerlerin ne denli çabuk bir şekilde tahrip olduğunu gördüğüm için, "Biz neden böyle yapamıyoruz ki?" diye hayıflandım.Hiç bir şeyi koruyamıyor ve bunun için de hiç çaba göstermiyorduk. Penguenleri epey izleyip, yuvalarını nasıl temizlediklerini ve koruduklarını fotoğraflayıp ve biraz da geç kalarak son zodyakla Australis’e döndük. Kahvaltıyı yaptıktan sonra gemiden ayrılma zamanı gelmişti. İlerde, Australis’i terk edeceğimiz Şili’nin Magellan Boğazı’ndaki Punta Arenas kenti gözükmüştü bile.

Çok şiddetli rüzgâr uzun süre geminin limana girmesini engelledi. Kılavuzların yardımıyla limana zor bela yanaşabildik. Ancak uzun süreli köpekli arama ve gümrükleme işlemi sonrasında bizi bekleyen otobüse binip havalimanının yolunu tuttuk. Pasaportlar biniş kartları ve hediyelik eşya dükkânları olayından sonra Şili’nin güzel başkenti Santiago’ya doğru beş saatlik yolculuğumuz başladı. Santiago’ya geldiğimizde güneş henüz batmak üzereydi.  Otele ulaştığımızda yorgunluk kendini baş göstermiş, dinlenme zamanı gelmişti. Ertesi gün erkenden Valparasio'ya hareket edildi. Yaklaşık iki saatlik bir yolumuz vardı. Jeoloji, iklim ve de Şili’nin üzüm bağları yolculuk süresinde sıkça konuşacağımız konular olacaktı.

Dünyanın önemli şarap üreticisi olan Şili doğanın kendisine armağan ettiği jeoloji ve iklim birlikteliğinin en önemli örneklerinden birine sahiptir. Antarktik bölgede soğuyan Humbolt Akıntısı kıtanın güneyinden kuzeye doğru Şili kıyılarını kuru ve yağışsız hâle getirir. Doğuda yükselen And Dağları’ndan batıya doğru nemli ve soğuk hava akımları etkilidir. Bu iki değişik hava akımı üzüm bağlarında asiditeyi kontrol eden bir özellik oluşturur. İşte Şili şaraplarını dünyanın sayılı şarapları arasına sokan bu değişken iki hava akımıdır. Bu konuşmalar arasında konu biraz da depremlerden açıldı. Bu konuda bilgi vermek de bana düştü. Yolda giderken, genel istek üzerine degustasyon yerinde duruldu.

Nefis şaraplardan tattıktan kısa bir süre sonra Valparasio’ya gelmiştik. Limanda öğlen yemeği sonrası alışveriş ve motorla limanda kısa gezintiden sonra şehri dolaşmaya çıktık. Burası birçok tepeden oluşan bir liman kentiydi. Her yerde olduğu gibi kıyıda birçok yer denizden doldurulmuş ve geniş alanlar kazanılmıştı. Şehri kuş bakışı görmek için tepeye finüküler le çıkılıyordu. Eğer yolunuz bu şehre düşerse mutlaka tepelere gidin. Zaten tümü Unesco’nun koruması altında. Evlerin çoğu çinkodan yapılmış ondülinlerle kaplı. Üzerlerinde ise anlam taşıyan ve resimleyen kişinin o andaki duyguların yansıtan, görülemeye değer grafitiler var. Hepsi o kadar güzeldi ki hangisinin fotoğrafını çekmeliyim diye düşünürken epey zorlandım.

Her bir sokak, her bir ev başlı başına bir konu. Bir süre sonra rehberimiz Şilili ünlü şair Pablo Neruda’nın evini göreceğimizi söyledi. Bunun için acele etmeliydik. Burası Valparasio’ yu kuşbakışı gören manzarası nefis bir evdi. Anlatıldığına göre kendisi bir ev koleksiyoncusuydu, şiirleriyle olduğu kadar aşklarıyla da ünlüydü. Birçok yerde evi vardı ama burası kendisi için önemli olmuştu. Ölümünden sonra müze haline getirilmiş ev şimdilerde turistlere ve dolayısıyla Şili turizmine para kazandırıyordu.

Yine yorgun ama birçok ilginç yeri görmenin bıraktığı heyecan içinde Santiago’nun yolunu tuttuk. Hava güzeldi ve güneş yavaş yavaş ışıklarını bırakmak üzereydi. Vadilerdeki bağların üstünü yeşil ve turuncu karışımı bir renge dönüştürmüştü. Akşam yemeğinden sonra herkes yorgunluktan bitkin vaziyette odalarına çekildi. Ertesi gün şehrin önemli yerleri görülecek ve öğle yemeği yendikten sonra geriye dönüş yolculuğu için hava meydanına gidilecekti.
Sabah kahvaltısından sonra ülkenin önemli devlet binaları, katedralleri ve diğer önemli binalarını görmek için yola koyulduk. İlk uğrak yerimiz. Şilili olan Papanın Kilisesi'ydi. Daha sonra Allende’nin ihtilal sırasında öldürüldüğü devlet merkez Bankası fotoğraflandı. En önemlisi ihtilal sırasında uçaklara doldurularak okyanusa atılan ya da bir şekilde kaybolan kişilerin anıları için bir sokağın parke taşları arasına konulmuş isimler ve tarihleri yazılı demir plakalar oldukça hüzün veriyordu.

Öğle yemeği ve güzel bir gitar konseri sonrasında grup Santiago Havaalanı'na hareket etti. Pasaport ve bagaj işlemleri sonrasında pistte bekleyen uçağımıza bindik ve kısa bir süre sonra da 13 saat sürecek hava yolculuğumuz başladı. Sabaha karşı Paris ve transit işlemlerinden sonra üç saatlik bir yolculuk sonrası İstanbul Atatürk Havalimanı. Pasaport ve bagaj işlemleri neyse ki kısa sürdü. Meydandan ayrıldığımızda saat 17.00 civarıydı. Tam da İstanbul’un bıktırıcı trafiği içinde iki saat yolculuktan sonra evimize ulaşabildik.

Güzel, yorucu, ilginç, heyecanlı 13 gün! Nereleri görmemiştik ki; devrimci dansı tangonun şehri Buenos Aires, El Calafate, Lago Argentino, gezegenin en büyük buzulu Perito Moreno ve Tierra del Fugea ateş toprakları; Macellan Penguenleri, Deniz Aslanları ve Fin del Mundo, dünyanın öbür ucu Ushuaia, Darwin ve Fitz Roy un ayak bastığı, HMS. Beagle’ın yelken açtığı, fırtınalarla mücadele ettiği Magellan Geçidi; Beagle Kanalı, Augila Buzulu, Nothofagus Ormanları; güney yarımkürenin dev kuşları Albatroslar, Horn Burnu, devrimlerle bütünleşmiş meydanlarıyla Santiago, Grafitileri ve Pablo Neruda ile Valparasio.

Mehmet Sakınç

Yazar Hakkında

Mehmet Sakınç

1946 yılında İstanbul’da doğdu. İlkokulu Kumburgaz’da bitirdikten sonra, 1964 de Pertevniyal Lisesi’nden mezun oldu.