Müzik ve Arkeoloji Yan Yana Gelince

MARS (YAS) TOZU[1]
 
Müzik ve arkeoloji yan yana gelince paylaşım artıyor.
 
Sümerler derin bir medeniyet. Sümerologlar, bugüne kadar binlerce tabletten yüzlerce konuyu çalışıp aktardılar. Bunlar arasında şiir, müzik ve edebiyatın hatırı sayılır yeri vardı. Çağdaş müziğin altyapısının oluşturulmasında bu kavmin rolü önemliydi. Yazının icadıyla birlikte aynı zamanda bilinen en eski bestekârlar unvanına sahip oldular. Doğrusu, müziğin/ çağrının/ perküsyonun hikâyesi çok daha geriye gidiyor. 
 
Fransa Orta Pireneler’deki ve yaklaşık 14.000 yıl öncesine tarihlendirilen La Grotte de Niaux, Avrupa’da halka açık en eski mağaralardan birisidir. Titizlikle korunan bu Paleolitik dönem (Eski Taş Çağı) mağarasına, gün içinde sınırlı sayıda ziyaretçi, yalnızca 25 kişi alınır. Topuklu ya da topukları sivrice bir ayakkabıyla giremez, mağaradaki resimlerin dibine kadar yaklaşıp onlara uzun uzun bakamaz, “iklim” koşullarının değişmesine neden olmayasınız diye içeride istediğiniz kadar kalamazsınız. Kafamıza takmamız için verdikleri aydınlatma fenerli baretlerle yaklaşık 800 metre yürüyüp Salon Noir (Siyah Oda)’a ulaşmıştık. Mağara resimlerinin büyük bölümü bu salonda; bizon, geyik, at, Pirene keçisi gibi hayvanlar boyaları henüz kurumuş kadar tazeler. Yandaki galeri yüksekçe bir podyum; arkeolog olduğunu belirten rehberin söylediğine bakılırsa burası akustik çalışmalar için kullanılmış olabilir. Hatta bir adım ileri gidip “Siyah Salon’da resim yapılırken komşu salonda müzik çalışmaları devam ediyordu” gibi kesin eklemeler yaptı. Böylesi değerlendirmeler biraz tehlikeli. Resimlerin ortaya çıkış nedenleri, yapım teknikleri, sanatsal algılarla veya yapanın ruh dünyasıyla ilgileri, hatta şamanik bağlantıları, bilişsel yanları, sembolik anlamları, vb. konularda çok fazla teori mevcut. Kesin olan bir şey varsa Siyah Salon’a komşu podyumun akustiğindeki gerçeklik.
 
Doğudan da örnek vereyim. Bakü yakınlarındaki Qobustan/Kobustan Milli Parkı petroglifleriyle (kaya yazısı/resimleri) ünlüdür. Sayısı 5000’i aşan[2] kaya figürlerinin tarihi Paleolitik döneme gidiyor. Bu geniş alanın, son Buzul Çağı’ndan Roma Dönemi’ne ve Orta Çağ’a kadar geniş bir tarihi yelpazede kullanıldığı saptanmış. Mekânsal açıdan, İspanya’daki Altamira Mağarası’ndan sonra dünyanın ikinci büyük açık öreni konumunda olabilir. Şimdilik en eski buluntu yeri “Anne” Mağarası. “Öküzler” Mağarası, “Avcılar” ve “Hamile Kadınlar” Mağaraları ise diğer bazı ziyaret noktaları. Civardaki üç büyük dağ önemli. Dağlarda o kadar çok resim var ki yerliler, bugün bile herkesin hepsini görmüş olmasının mümkün olmadığını vurgulamıştı.


 
Petrogliflerden başka nadide parkın meşhur bir yanı da orta yerdeki düz ve yassı formlu büyükçe bir taş. Azeriler, bu kaya kütlesini Gaval Dash/ Kaval Taşı olarak lanse ediyor. Davul taşı dense de yeridir. Gaval Dash’ına küçük bir taşla vurduğunuzda farklı noktalarından farklı sesler çıkıyor. Tok davul sesleri tiz seslerden ayrışıyor, notalar akmaya başlıyor.


 
Gaval Daş törensel melodiler için kullanılmış olabilir miydi?
 
UNESCO Kültür Mirası Listesi’nde ve denizden 200 metre yukarıda yer alan Qobustan, Bakü’nün yaklaşık 60 km güneybatısında. Şeki yolundan Karabağ sapağını geçip batıya sürmek lazım. Sağlı sollu “günebakan yağı” reklamlarıyla, “Qabax (telaffuzu Kabah)” denilen döner kavşaklardan geçe geçe yol tutmuştuk. Denizin içindeki petrol platformlarıyla bakışarak kara bir bozkır boyunca gittik. Bir de gördük ki sisler içinde, kayalık yollu ilerliyoruz. Taşların cinsi, çevrenin şekli şemalı, hava sıcaklığı dönüşmeye başladı. Bafa Gölü kimi acayip bir güzergâha benzedi, pek tanıdık geldi. Havası tertemiz, sis rahatlatıyor, ortalık hafif soyuq, hatta əfsanəvi”.

Bu durumda, Latmos’a yol veren Bafa Gölü kuşağını anmadan edemeyeceğim. Ege’nin en büyük ve mistik havuzu olan Bafa Gölü reverans yaptığı vakit Latmos (Beşparmak) Dağları kol kol açılır. Dev gnays kayalar arasından ilerlersiniz. Bafa’nın doğusu yakasında, Latmos üzerindeki antik Herakleia (Kapıkırı Köyü) civarındaki mağara resimleri en az M.Ö. 7. bin yıla dayandırılır. Bafa, Anadolu’nun antik körfezlerinden biriyken Ege ile arasına Büyük Menderes Nehri (Meandros) girmiş, o da yüzünü dağlara dönmek zorunda kalmıştır. Ay tanrıçası Selena mitinin doğduğu Bafa’da, Selena’nın aşka düştüğü çoban Endymion’un kavalı yankılanır. Sesi, ta Latmos rüzgârlarıyla sürüklenen kaval yani.


 
Orta Avrupa da müzikli kanıtlar sunuyor. Sanat arenasındaki yeni gözdelerden biri Slovenya. Speleologlar ve arkeologlar, 1995’te, Slovenya’nın bilinen en eski arkeolojik alanı olan Divje Babe Flute Arkeoloji Parkı’nda (ülkenin kuzeybatısı) bir alet buldular. Bir teoriye göre bu bir Neandertal’e aitti, diğerine göreyse modern insanın Avrupa sınırlarındaki ilk atası sayılan Cro-Magnon’lar ile ilişkiliydi.
 
2013 yılındaki Uluslararası Şefika Kutluer festivali kapsamında, Slovenyalı Ljuben Dimkaroski davetli sanatçılar arasındaydı. Başkent Lubliana’daki Slovenya Devlet Müzesi’nde sergilenen, ayı femur kemiğinden yapılmış, dünyanın “bilinen” en eski flütüyle Resim Heykel Müzesi’nde bir konser verdi. Flüt ortalama 50.000 yıllıktı. Aynı konserde, değerli sanatçı Çağatay Akyol da Hitit çalgılarıyla konsere eşlik etti. Doğrusunu isterseniz dünyanın en eski flütü diye tanıtılan aletin, doğada veya klanlar arasında iletişime geçme aracı gibi bir işlevi olabileceğini düşünmeden edemedim. Flütün sesi kuş sesiyle benzeşiyor hatta daha öte. Hayvanları çağır gelsin gibi, taklit edersen kendine çekersin gibi, ya da eski bir haberleşme hattının mandalı, operatörü, telgraf cihazı gibi. Slovenya, kültür envanterinde nadide yer tutan bu arkeolojik eseri festivallere taşıdı, basında gayet de başarılı takdim etti. Elçilik temsilcileri neredeyse tam kadro konserdeydi. Merakımı yenmek için konser bitiminde flütün bir replika olup olmadığını sordum. Yanıta şaşırmadım, flüt elbette o flüt değildi. Bunları neden anlattığımı merak edebilirsiniz.


 
Benzer “flüt”lerden pek çok coğrafyada olma ihtimali var fakat gün ışığına çıkması lazım. Bilim insanlarımızın bu ve benzeri konularda ciddi çabaları olduğunun altını çizmeliyiz. Hitit müzik aletlerinden önemli iki üyeyi, arp ve lirin rekonstrüksiyonunu gerçekleştirdiler. Bu aletler çok kabaca 3500 yıl öncesinden günümüze, arkeolojik malzemedeki görsel tasvirlerle ulaşmıştır. Örneğin Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki Hitit ortostatlarındaki (kabartmalı taş bloklar) bir betimleme nettir. Güneydoğu Anadolu’da bulunan pek çok rölyefte çalgıların izlerine rastlandı. Şeklen de olsa neye benzediklerine bakılarak yeniden canlandırılıp çalındılar, üflendiler. Bir proje kapsamında ODTÜ’de ölçümler alındı, çalgıların yapım aşaması İTÜ’de gerçekleştirildi. Yeniden halkla buluştular. Son yıllarda ivme kazanmaya başlayan deneysel arkeolojiye olan ihtiyaç, dilerim bu güzel ülkenin tanıtımı için artmaya devam eder.
 
Akademi dünyasında, ilk notalı müziklerin ilahi olarak söylendiği görüşü baskındır. Müzik kültürünün, öncelikle dini ayinlerden ve kutsal günlerden kaynaklandığı düşünülür. Özellikle, şair bir halk olan Sümer şiirlerinin, ilahi formundaki müziklerle dile geldiği kayıtlara geçmiştir. Bunun için en sadeleştirilmiş, en yalın ve halka dönük anlatımları, değerli hoca Muazzez İlmiye Çığ’ın eserlerinde bulabiliriz. “Sümerli Ludingirra” adlı kitabında mesela.[3]
 
Sümer müziği ve edebiyatının aktarımında Hititler (ki Anadolu'nun bugünkü ezgilerinde ve çalgı kültüründe (tambur, davul, tef, flüt, zilli çalgılar, vb.) özellikle büyük payları vardır) ve Suriye’deki Ugarit (Ras Shamra) çevresi halkları önemli görev üstlenmiştir. Dolayısıyla Hititler-Sümerler (ve devamı halklar) arası bir köprünün varlığı konusunda kuşku yoktur. Özellikle Geç Hitit döneminde etkileşimin boyutu arkeolojik malzemeye geniş biçimde yansımıştır. Ne üzücü ki Suriye’deki tüm insanlığa mal olmuş bazı ender buluntular bugün bombardıman altında.

Anadolu’nun en eski örgütlü toplumu olan Hititlerden sonra gelenlerden biri Frigler idi. Friglerin müzik kültürü tıpkı diğerleri gibi bilim dünyasına epey ses getirmişti. Konuya ilişkin istikrarlı bir organizasyon, her yıl Afyon Dinar’da düzenlenen Marsyas müzik festivalidir ki ortaya çıkışı her şeyden önce bir efsaneye dayanır. Hikâye farklı şekillerde anlatılsa da yalnızca birinden bahsedeceğim. Söylentiye göre, dünyanın ilk müzik yarışması Manisa Bozdağ eteklerinde, bir başka inanışa göre de Frigya sınırlarındaki Dinar’da yapılır. Yarışmacılardan biri tanrı Apollon, diğeri Anadolu’nun mütevazı kavalıyla özdeşleştirebilecek mitolojik figür çoban/ kimine göre bir satir olan Marsyas’tır. Liriyle meşhur Apollon ve kavalıyla ünlü Marsyas arasındaki yarışma çekişmeli geçer, ozanlar gibi atışırlar. Uzunca bir müsabakadan sonra sonuç eşit çıkar. Son oyu Kral Midas kullanacaktır. Midas, halka kulak verip oyunu Marsyas’tan yana kullanır. Bunu öğrenen ve duruma çok kızan Apollon, Marsyas’ı öldürüp derisini yüzüp suya atar, Midas’ı ise eşekkulaklı bir krala dönüştürür. Marsyas’ın ölüsünün atıldığı su, o günden sonra Marsyas Çayı (Çine Çayı)’na döner. Tüm zamanlarda olduğu gibi doğru söyleyen dokuz köyden kovulmuştur amma Midas adı asırlar boyu dillerden, kulaklardan eksilmez. Doğruculuk, Midas’ın devrinde de gerçek ödülün sahibini bulmasına vesile olamamıştır. Öte yandan, Midas, külah şeklinde şapkayla sakladığı yeni kulaklarını yalnızca berberine göstermek zorunda kalmıştır. Berber sırrı saklamayı başaramaz, çareyi Marsyas Çayı kenarına gidip sazlarla paylaşmakta bulur. Gel zaman git zaman berberin sözleri rüzgârın etkisiyle sazların ıslığına dönüşür ve kralın sırrı ayyuka çıkar: “Midas’ın kulakları eşek kulakları…” Dinar’daki festival beş senedir düzenleniyor. Yolunuz düşerse özellikle de müziğin birleştirici gücü hatırına uğrayabilirsiniz.
 
Her efsanede kısmi doğruluk payı bulunabilir; en azından bizlere antik yer bildirimleri yaparken pek çok şeye fener tutarlar. Doğrusunu isterseniz bu Marsyas adı kafamda yerli yerine oturmuyor. Marsyas’ın öldüğü yer “inanışa” göre su kenarında olmalıydı; bazı tarihçilere göre ise Dinar’ın Suçıkan mevkiindeydi. Elimizde bir efsaneden fazlası yok, dolayısıyla en azından ve mitlerden arınmış bir “müzikli” yaşantının kanıtı gün ışığına çıkmadığı sürece antik yazarlara öyle ya da böyle kulak vermeyi seçmekten başka yapabileceğimiz pek bir şey yok.

/sites/default/files/styles/800x600_/public/ozel-yazi/2019-11/image-sucikan_dinar.jpg

Esasen bir Frig yerleşimi olan ve Dinar’dan biraz daha yüksekçe alana kurulu olduğu sanılan Kleinai ve içinde yaşayan halkı, Hellenistik dönemde Apameia adı verilen bugünkü Dinar’a taşınır.[4] Herodot, Meandros/Büyük Menderes’in kaynağının Kleinai’den yani antik Dinar’dan çıktığını yazıyor.[5] Pers ordusuna paralı asker olarak katılarak dünyanın bilinen ilk savaş muhabiri unvanına sahip şahsiyet- tarihçi Ksenophon da benzer bir şey söylüyor. Yarışmanın, Meandros’a dökülen Marsyas’ın kaynağına yakın bir yerlerde, Kleinai[6] kenti civarında geçtiğini belirtiyor. Bu durumda en kuvvetli aday Dinar gibi görünüyor ki daha geç dönemlerde, burada basılan bazı sikkelerin üzerinde Marsyas’ın resmi işlenmiş. Coğrafi açıdan yaklaşırsak durum biraz karışık. Çine Çayı Büyük Menderes’e dökülür. Ancak Suçıkan yöresi Çine Çayı’nın değil Menderes’in kaynağıdır. Bu durumda mitin geçtiği veya adreslediği yeri farklı sorgulamak gerekebilir. Belki de Marsyas’tan kasıt basitçe Büyük Menderes’tir. Ya da hikâyenin geçtiği yeri, yani Küçük Menderes’in doğduğu yer olan Manisa’daki Tmolos (Bozdağlar)’un yerini her nasılsa Dinar almış.
 
Aklım son zamanlarda Dinar yakınlarındaki bir köye takıldı. Yani suyun kaynağı, Kleinai ile bağlantılı bir başka yer olabilir miydi? Suçıkan’daki göze değil de biraz yakınlarında olabilir miydi? Kaldı ki tektonik hareketlerin şiddetli yaşandığı bir yer olan Dinar’ın antik coğrafyasında ve su kaynaklarının rotasında bile değişiklikler mümkündü.
Antik topografyasıyla ilgili yapılan araştırmalar, suyollarında çok temel değişikliklerin olmadığı ancak nehir yataklarında bazı küçük kaymaların olabileceği üzerinde durmuştu. Kaynağın, antik Apameia’nın 3 km doğusunda olduğu yazıldı.[7]
 
O kaynak bulundu bulunmasına ancak satırlarda pek az anılan bir yer vardı. Kaynağın bağlantısı Dinar’a yaklaşık 3 km uzaklıktaki Bülüçalan(ı) Köyü’nde olabilir miydi? İnternetteki bazı siteler, köyün adını, civarda bolca tavuk, piliç olmasına bağlıyor. Vikipedi’de de bülüç(piliç) alanı olarak verilmiş. Kimi sitelerin içeriğinde de aynı kaydı düşenler mevcut. Piliç olmayan yer mi kaldı? Mudurnu’nun suyu mu çıktı?
 
Bülüçalan düşündürüyor, şöyle ki; köyün adını farklı parçaladığımızda Bülü-çalan çıkıyor. Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük’te “bülü”nün anlamlarından birini borazan olarak veriyor. Yani flüt gibi bir çeşit üflemeli çalgı. Anadolu’daki kavalı, Frenkçe flüt olan çalgıyı Marsyas pan flüt olarak çalıyordu, Apollon da lir ile katılıyordu. Müzik evrenseldi. Uzun lafın kısası; yarışma ya da sonunda yaşananlar yahut da antik müzikle ilişkili herhangi bir şey/olay bugünkü Bülüçalan Köyü’nde gerçekleşmiş olabilir miydi? Keşke bu bahaneyle elimizde müzikle ilgili daha çok kayıt olsa. Bir ışık Ksenophon’un verdiği ayrıntıdan geliyor: “Büyük Kral- Pers hükümdarı Kserkses (Serhas), sarayını Kleinai’de, Meandros’a dökülen Marsyas’ın kaynağı yakınında yaptırmıştı.” Hatta yine Ksenophon, sonrasında Cyrus (Küros/ Keyhüsrev)’un sarayının ve içinde avlandığı parkın ortasından Meandros’un geçtiğini ve bu suyun Kleinai’nin içinden aktığını, Meandros’un kaynaklarının ise sarayın altında kaldığını bildiriyor.[8] Bu durumda aynı su farklı isimle telaffuz edilmiş olabilir. Ya da ana kaynağa kavuşan su, Kleinai yakınlarındaki Marsyas olabilir. Seçtiği yer belki de bugünkü Bülüçalan Köyü mevkiiydi veya her neresi ise Kleinai’nin parçasıydı ya da bunlardan hiçbiri.
 
Öyle ya da böyle müzik, çok güçlü bir iletişim. Ruhani ve büyülü.
 
Günümüzde uydularla haberleşiyoruz. Dimkaroski’nin flütü belki de komşu klanla haberleşmek için kullanılıyordu. Bir çeşit kod göndermek gibi, antiklerin de antiği bir mors alfabesi kullanmak gibi. Şunun şurasında 2500 yıl önce bir haberin nasıl en hızlı servis edildiğini yine Herodot’tan dinleyelim: “Yeryüzünde Pers haberleşme servisi kadar hızlı hiçbir şey yoktu; ….”[9] Bugünkü halefi İran, Ortadoğu’nun hatta dünyanın en güçlü istihbarat servislerinden birine sahip.
 
Pers haberleşmesi hakikaten hızlıydı. Krallarının daima önemsediği konuların başında geliyordu. Kserkses gibi bir kral örneğin. Kserkses ki Yunanistan seferine hazırlanırken Çanakkale Boğazı’na basbayağı dayak attırtıp onu zincire vuran ve rütbesini dereye indirmek suretiyle suya küfürler savuran bir hükümran.
 
Kserkses’ın, Therrmopylai Boğazı’nda (Ateş Geçidi) Yunanlılar karşısındaki yenilgisi bile Pers halkının ordudan haber alma hakkına engel olamamıştı. Bizanslı kronikçi-tarihçi Prikopios’un aktardığına göre, yıllar sonra bile, İmparator Iustinianos (Jüstinyen), kendi devletinin posta örgütünü dağıtmasına ve hallaç pamuğu gibi atmasına rağmen bir tek “Pers ülkesine giden yollarda posta örgütünün eskiden olduğu gibi çalışmasına”[10] izin vermiş görünmektedir.
 
Kserkses, Yunanistan dönüşünde, sefere çıkarken inşa ettirdiği “gemi-köprüleri” imdadına yetişmemiş olsa kıta Avrupa’da sıkışıp kalacak, Asya’dan topladığı halkların oluşturduğu dev ordusundan geriye kalanlarla bir gecede telef olup yok olacaktı. Bazen, masalsı tarih yazıcılığına kulak vermek zorunda kalabiliyoruz. Çünkü kimi modern teknolojilerin altında yatan aklı, antik kayıtlarda bulabiliyoruz. Günümüz orduları için, nehirler gibi suyolları üzerinde görev yapmak üzere açılır kapanır seyyar yüzücü hücum köprüleri tasarlanıyor. Hangi alanda olursa olsun tarih, insanlığa pek çok konuda ayna tutuyor. Bu nedenledir ki bozkırdaki bir memleketi müzik festivalleriyle yükseltmek için elimizde yığınla malzeme ve hikâye var.
 
Müzik hep vardı; antik Mısır’dan Çin’e, Almanya’dan Namibya’ya kadar. Mamut dişinden, kuş ve antilop kemiğinden yapılan flütler bulundu. Elimize tek parça kayıt olarak ulaşan ilk notalarınsa Helenistik çağdan/belki çok erken Roma döneminden hediye olduğu anlaşıldı. Bu nota sistemi, antik Yunanca yazılan Seikilos mezar steli üzerinde tespit edilmişti. Seikilos adlı şahıs, eşinin mezar taşına şiir ve notalar yazdırmış, kendine ait kayıt geçmeyi de unutmamıştı. 1882-1883 yıllarında Aydın-İzmir demiryolunun yapımı sırasında, Tralleis antik kentinde yani Aydın sınırları içerisinde bulundu. Harflerle sembolize edilen melodinin sırrı çözüldü. Hemen hemen aşağıdaki gibi:
 
“Yaşadığın sürece parla/ Dertsiz gamsız ol/ Hayat çok kısa/ Ve zaman her şeye gebe”
(Seikilos Euterpos) (Σείκιλος Εὐτέρ[πῃ])
 
Seikilos yazıtındaki şarkı hangi medeniyetin nota sistemine göre yazılmıştı? Frigler.
Kendinden neredeyse yarım asır sonra gelenlere metot defteri olmuş olan Frig makamı (Frigyen modu/Frig gamı) binlerce yıl sonra da ölmedi. Aramızda yaşıyor ve müzikologlar üzerinde önemli çalışmalar yürütüyor. Öyle ki Adnan Saygun’un bile Yunus Emre Oratoryosu’nu Frig notasyon sistemine göre yazdığı ortaya konmuştur.[11]
 
Seikilos yazıtı, şu anda Kopenhag’daki Danimarka Ulusal Müzesi’nde.
 
Marsyas’ın ruhu kim bilir nerelerde? O ruh galiba hepimizin içinde, müzik kılığında. Vücuda gelmiş bir heykeli ise Manisa Müzesi’nde koruma altında. Uzun yılların dinlencesi bu.
 
Müzik, Marsyas, kaval derken üzerinize afiyet bende akıl fikir kalmadı. Dinleneyim derken gözüme yanı başımdaki Çıtlık Dergisi, ardından son sayfası ilişti. Çıtlık ki Anadolu’nun en mütevazı aynı zamanda en yüklü dergilerinden biri. Çıtlık gibi dergiler Anadolu’nun el üstünde tutulası gerçek sesleri. Yerelin gücü. Toroslar podyumunda Yörüklerin akustiği.
 
2014’ün son sayısının o son sayfasında bakınız ne var: “Geleneksel 2. Kaval Çalma Yarışması”, koşullar, ödüller… Not: Onurluklar Kayısı Bayramı’nda verilecektir.”
 
Her şey kaval çalma kültürümüzün yok olmaması için özgün bir duyuruyla hazırlanmış. Hiçbir yüksek tirajlı dergi, yerel dergilerin yaratıcılığını yakalayamıyor. Milyon satsalar da bu gerçekliği veremiyorlar. Ana ya da ikincil amacı bir memleketin tanıtımı için hazırlanmış olan bir ilan, sonucu incelikle ve ustaca bir festivale bağlıyor. Ödülün yanında verilecek “Onurluklar” festivallerin omzunda yükseltiliyor. Bir taşla ikiden fazla kuş. Bahanesi bile güzel olan böylesi metinler, ışıklı ve sevimli yayınlara yaraşıyor. Kim hazırladıysa ellerine sağlık, zihninin yelkenleri dört mevsim fora olsun…
 
Her şeyden öte, özlediğimiz bu samimi ve yapaylıktan uzak hallere yine müzik ön ayak oluyor.
 
Müzikli ve sağlıklı gezi dileğiyle…

 
[1] Mars (yas) Tozu başlıklı bu yazı, Eskişehir Sanat Dergisi’nin 68. sayısında (Mart 2015) sayısında yer almıştır.
[2] Yerel rehberim Azeri Ferhat, 62.000 civarında buluntu kaydedildiğini, bunların M.Ö. 34.000’lere kadar indiğini ısrarla belirtmişti.
[3] Çığ, M.İ, 2013. Sümerli Ludingirra: Geçmişe Dönük Bilimkurgu (20. Basım), Kaynak Yayınları.
Ör: Rahibelerin söyledikleri şarkılar (s.24). Konu hakkında yabancı yayın da rahatlıkla bulunabilir.
[4] Üreten, H., 2013, “Manisa Müzesi’ndeki Marsyas Heykeli’nin İkonografik Çözümlemesi ve Apameia Üzerine Bir Araştırma”, History Studies 5 (2): 494. Apameia’nın askeri koloni olarak kurulduğuna ve geniş ölçekli ticari işlevine de işaret edilmektedir (496-497).
[5] Kitap VII, 26. Toparlarsak; Dinar’ın, Klasik dönemde bilinen antik adı Kleinai; Hellenistik döneminde Apameia, Roma döneminde ise “Nuh’un Gemisi ya da “sandık” anlamlarıyla özdeşleşmiş Apameia Kibotos olarak görünüyor. Bu durum komşu Sandıklı ile ne kadar ilgili bilinmez ancak Kibotos adını aldığı dönemde ciddi bir Yahudi nüfusu barındırdığı kayıtlara geçmiş.
[6] Anabasis I.II.7-9.
[7] Von Kienlin, A., L. Summerer, A. Ivantchik. “Kleinai. A Prygian City Bewteen East and West”, Anatolie des peuples, des cités et des cultures (IIe millénaire av. J.-C.–Ve siècle ap. J.-C.). Colloque international de Besançon, 26-27 novembre 2010. Vol. 2. Approches locales et régionales. Ed. H. Bru, G. Labarre. Besançon, 2013, 221-230 (s.223-224). Ayrıca bkz. Lada Sementchenko’nun çalışmaları.
[8] Anabasis I.II.7-9.
[9] Herodotos VIII.98.
[10] Prikopios. 2008, Bizans’ın Gizli Tarihi (çev. O. Duru), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s.145
[11] Tüfekçi Sivas, T., H. Sivas, 2012, FRİGLER Midas'ın Ülkesinde Anıtların Gölgesinde (PHRYGIANS in the Land of Midas in the Shadow of Monuments ), CD’li. Yapı Kredi Yayınları.