Efsaneye göre çok eski zamanlarda, ülkeleri daha yeni kurulurken Vietnam halkı, kuzeyden deniz yoluyla gelen istilacılara karşı savaşmak zorunda kalmış. Ülkenin bu durumuna üzülen İmparator Jade (Yeşimtaşı), ülkelerini savunan Vietnamlılara yardımcı olsun diye gökten Anne Ejderha ve Çocukları’nı indirmiş.
Kudretli düşmanlar saldırırken, bir anda ortaya çıkan Anne Ejderha ve Çocukları ağızlarından çıkardıkları dev zümrütlerle geçilmesi imkânsız bir savunma hattı oluşturmuşlar. Kutsal ateşleriyle saldırganların gemilerini yakıp kül etmişler. Ejderhalar sayesinde kuzeyden gelen istilacılar yenilmiş ve bu güzel ülkeye barış gelmiş. Binlerce yıl sonra dev zümrütlerden oluşan o savunma hattı da değişik boyutlarda ve şekillerdeki binlerce adaya dönüşmüş…
Görevlerini tamamlayan ejderhalar göklere dönmeyip bu güzel ülkede kalmışlar. İnsan şekline bürünüp insanlara tarımı, hayvan yetiştirmeyi öğretmişler. Ülkelerini geliştirmelerine, büyütmelerine yardımcı olmuşlar.
Burada yaşayan insanlar da kendilerine yardım eden bu ejderhaların anısına, Anne Ejderha’nın indiği körfeze “Ha Long” yani “İnen Ejderha” ismini vermişler. Körfezin Çocuk Ejderhalar’ın indiği bölümüne ise “Bai Tu Long” demişler ki anlamı da; “Anne Ejderha’nın çocuklarına teşekkürler” (Not; Bu efsanenin farklı versiyonları da var, ama ben en çok bunu sevdim...)
Hanoi’den Ha Long Körfezi’ne doğru giderken, birkaç saat sonra karşılaşacağım muhteşem manzaradan bir haberdim itiraf ediyorum. Otobüs şehir trafiğinden çıkmaya çalışırken aklım birazdan geleceğimiz pirinç tarlalarındaki tipik konik şapkalarıyla çalışan köylüleri görmekteydi. Klasik Vietnam fotoğrafı karesidir ya malum… Fakat zaman yanlıştı, ne kuru pirinç tarlaları hayal ettiğim gibiydi ne de etrafta başlarında tipik şapkalarıyla çalışan köylüler vardı. Bu arada Vietnamlıların o tipik hasırdan yapılma koni şeklindeki şapkalarının ismi; “Non La”…
Hanoi çıkışı, otobüsümüz devasa Nike fabrikasının önünden geçerken kısa süreli bir nostalji de yaşadım. 1980’lerde basketbola yeni başladığım yıllarda bir tanıdığımıza Amerika’dan Nike Legend marka ayakkabı sipariş etmiştik (Nike Legend’ı yaşı müsait olanlar hatırlayacaklardır!). Ayakkabı elime ulaştığında, dilinin hemen arkasındaki etikette yazan “Made in Vietnam” yazısını gördüğümdeki şaşkınlık ve hayal kırıklığı geldi aklıma. O gün gerçekte Amerikan malı sandığımız pek çok şeyin Asya’da insan emeği çok ucuz olduğundan buralarda üretildiği gerçeğiyle ilk karşılaşmamdı.
Hanoi ile Ha Long Bay arası 178 kilometre ve otobüsle yaklaşık 4 saat kadar sürüyor. Ha Long, Vietnam’ın en çok ziyaret edilen şehirlerinden biri. Giderek artan turizmle birlikte, Güney Çin ile Vietnam arasında inşa edilen otoyolun Ha Long’dan geçmesi, şehrin büyüme hızını katlamış ve nüfusu 220 binleri bulmuş.
Ha Long’a varır varmaz şehir merkezinde hiç zaman kaybetmeden doğrudan geceyi de geçireceğimiz tekneye biniyoruz. Teknemizin ismi Bien Ngoc 18 yani Deniz Rüzgârı ve bir ihtimal aynı isimdeki 18. tekne. Bölgeye özgü, ahşap, yelpazeyi andıran turuncu renkli yelkenleri olan teknelere Junk deniyor. Bizim Bien Ngoc 18 isimli Junk da beklediğimden çok daha konforluydu açıkçası. Klimalı kamaraları rahat, iki katlı, fena sayılmayacak büyüklükte bir restoran ve bar bölümü olan, üst katında da şezlongunuzda uzanıp etrafı izlemenin keyfini çıkarabileceğiniz bir terasa sahip yaklaşık 30 metre uzunluğunda bir tekneydi. Bizimki gibi 2 günlük bir turun maliyeti, Hanoi-Ha Long-Hanoi transferi de dâhil bugünlerde 112 USD’miş…
Bizim Junk diğerleriyle birlikte küçük limandan Ha Long Körfezi’ne doğru açılırken dikkatimi çeken yine bir köprü oluyor. Bu köprü merakı nereden geliyor diye sormayın, bilmiyorum. Mühendislikle, mimarlıkla falan da hiç alakam yoktur... Uzaklardaki Bai Chay Köprüsü, Ha Long şehrinin iki yakasını birbirine bağlarken ayrıca Vietnam ile Güney Çin arasındaki otoyolun da önemli bir parçasıymış.
Bir süre sonra Junk’ımızın ön güvertesinde, denizi izlerken Ha Long Körfezi’nin muhteşem manzarasıyla karşılaşıyorum ve o manzaraya bakıp da hayran olmayacak bir fani var mıdır bilemiyorum.
Ben rehberimizin yalancısıyım; Ha Long Körfezi “soğuk güzel” Catherine Deneuve’in 1992 yapımı Indochine (http://www.imdb.com/title/tt0104507/) filmindeki görüntülerden sonra tanınmaya başlamış ve gelen turist sayısı da katlanarak artmış. Filmi uzun yıllar önce izlemiştim ama Ha Long Körfezi sahneleri gözümden kaçmış olmalı.
Ha Long'dan sahneler içeren bir diğer film ise James Bond serisinden Yarın Asla Ölmez (Tomorrow Never Dies) (http://www.imdb.com/title/tt0120347/) ki bu filmi de, Pierce Brosnan kesinlikle favori James Bond’um olmadığından, Vietnam’a gidip geldikten sonra televizyonda izlemiştim. Yeri gelmişken; neredeyse herkesin ismini duyduğu James Bond Adası ise burada değil Tayland’da Phang Nga Körfezi’nde. Bu adaya ismini veren ve burada çekilmiş olan film ise 1974 yapımı Altın Tabancalı Adam (The Man with the Golden Gun) (http://www.imdb.com/title/tt0071807/).
Ha Long Körfezi’nde karşımızdaki harika manzaranın tadını bir süre çıkardıktan sonra ilk durağımız Sung Sot Mağarası oluyor. Mağara, geçen yüzyılın başında Fransızlar tarafından keşfedilip yine Fransızlar tarafından adlandırılmış. İsmi “Sürprizler Mağarası” anlamına geliyor. Yaklaşık 2000 kireçtaşı adadan Bo Hon isimli olanına, bir botla yanaşıyor ve sahildeki iskeleden 100 kadar merdivenle yukarıya çıkıp mağaranın girişine ulaşıyoruz. İçerisi 10 bin metrekareden daha büyük, tavanı 30 metre yüksekliğinde kocaman bir mağara. Körfezde başka mağaralar da var ama en turistik olanı burası ve küçük bir not; mağara çıkışı bir sürü fotoğraf çekebileceğiniz harika bir manzara var.
Mağara sonrası küçücük bir yüzen köye çıkıyoruz. Bir düzine kadar birbirine bağlanmış veya yakın duran saldan evden yapılmış bir köy burası. Üzerinde market, turistlere kano kiralayan dükkânlar ve birkaç tane de balık yetiştirilen havuz var. Bu arada Ha Long Körfezi’nde kano yapmak da popüler aktivitelerden bir tanesi. Ama ben kano yapmaktansa kano yapanların gün batımında fotoğraflarını çekmeyi tercih ettim.
Yüzen köy sonrası körfezdeki gün batımı manzarasının tadını çıkartıp ardından da yemeğe geçiyoruz. Teknedeki deniz ürünleri ağırlıklı akşam yemeği sonrası uyku, belki de yemeğin yanındaki Vietnam şarabının da etkisiyle sorunsuz hatta deliksiz geçiyor. Sorunsuz diyorum çünkü bendeniz bir gezginin sahip olabileceği belki de en büyük lanete sahibim; beni deniz ve dahi her türlü araç tutar. Hani klasik bence “saçma” soru vardır ya “Seyahat çantanızda mutlaka bulunması gereken 3 şey nedir?” diye. Benim için tek şey gerekli; Dimenhidrinat tablet.
Ertesi sabah harika bir sabaha ve tabii ki yine manzaraya uyandık. Etrafta bizimki gibi pek çok Junk ve aralarında da her biri küçük birer markete dönüşmüş sandallar var. “Sandal-Market”çi kadınlar ellerinde tuttukları Pepsi Cola, Seven-up veya Oreo’ları teknelerin güvertesindekilere gösterip mallarını pazarlıyorlardı. Kahvaltı sonrası Titov (Ti Top) Adası’na gittik. Ada ismini Sovyet Kozmonot German Titov’dan alıyor. Titov ismi, Ho Chi Minh tarafından Sovyet kozmonotun adayı 1962 yılındaki ziyaretinin anısına verilmiş. Adanın küçük ama harika bir plajı var. Bu plajda şezlonglara uzanıp keyif yapmak yerine 400 küsur dik basamağı tırmanarak adanın tepesindeki manzara terasına çıktık. İşte o noktada manzara müthiş, eğer yolunuz düşerse mutlaka çıkın derim, o 400 küsur basamak hiç gözünüzde büyümesin.
Titov’dan sonra yeniden Ha Long şehrine dönüyor ve başkente doğru yeniden yola düşüyoruz. Hanoi’ye vardığımızda gün bitmek üzere. Önceki gün ayrıldığımız Thang Long Opera otele hızlıca giriş yapıp yeniden sokaklara atıyorum kendimi. Amacım akşam gideceğimiz “Su Kuklaları” gösterisinden önce Old Quarter’da dolaşmak.
Old Quarter Hanoi şehrinin tarihi ve tabii ki turistik merkezi. Dar sokaklarında hemen her şeyi bulabileceğiniz dükkânları, dışarıya duman ve yemek kokusu yayan seyyar satıcı araçları ve hemen yanı başlarındaki 2-3 küçük masa ve daha da küçük sandalyelerden oluşan yol kenarı restoranları, buralarda bağırış çığırış birbirlerine bir şeyeler anlatarak ucuz Pho’larını (noodle çorbası) yiyen Hanoi sakinleri ile ve Vietnam’ın olmazsa olmazı motosikletlilerle dolu kocaman bir karmaşadan ibaret olan Old Quarter… Sokak kenarı seyyar restoranlar dışında pek çok restoran, kafe ve bar da var etrafta. Dolaşması, sokaklarında kaybolması oldukça keyifli bir bölge kısacası.
Maalesef ancak 1-2 saatlik Old Quarter gezintisinin ardından That Long Tiyatrosu’na “Su Kuklaları” gösterisine gidiyoruz. Su Kuklaları’nın (Vietnam dilinde adı Mua Roi Nuoc ve nerdeyse tüm harflerin üzerinde nokta ve çizgiler var!) geçmişi 11. yüzyıla kadar gidiyormuş. Gösteri küçük bir havuz şeklindeki sahnede gerçekleşiyor. Sahneden perde ile ayrılmış bölümdeki yarı bellerine kadar suya girmiş kuklacılar, suyun altındaki uzun sopalar yardımıyla su üzerindeki ahşap kuklaları oynatıyorlar. Çok eskiden pirinç tarlaları sellerle taştığında köylüler, bizim seyrettiğimiz bu gösterinin benzerini kendi aralarında yapar eğlenirlermiş. Çok eğlenceli olmasa da Hanoi’ye kadar gitmişken izlemek lazım diyorum.
Ertesi sabah Hanoi’den sonraki durağımız Hue’ye uçtuk.