İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan 11.20’de kalkan uçak ile Amsterdam seyahatimiz başlıyor. Yaklaşık 3 saatlik bir uçuş sonrası Amsterdam Schiphol Havalimanı’ndayız. 3. terminale inen uçağa dönüşte de 3. terminalden biniyoruz. İnen ve binen yolcular aynı yerde olmuş olduğu için kafam biraz karışıyor ama uçaktakileri takip edince doğru yolda olduğumu anlıyorum. Alt kata inip pasaport kontrolden çıktıktan sonra bizi karşılayan “Train Ticket” bankolarından biletimizi alıp,bir alt kata daha inerek “Central Station”a giden trenlere biniyoruz. Almanya’da olduğu gibi herhangi bir engele takılmadan, bilet falan da almadan trene binilebilir ancak sık sık yapılan denetimlere yakalanırsanız can sıkıcı durumlar yaşayabilirsiniz.
Eşyalarımızı otele bırakıp şöyle bir şehri turlayalım diyoruz. Otelimiz "Cental Station"ın hemen yanı başındaki "Ibis". Üç yıldızlı olsa da temizlik ve hizmet son derece kaliteli. Otelde kalmayı planlıyor iseniz tavsiye ederim.Ekim ayı gelmiş olmasına rağmen oldukça sıcak bir hava var, tişört ile dolaşılabiliyor ama yine de tedbiri elden bırakmayıp yanımıza ceketlerimizi alıyoruz.
Kısa bir şehir turunun ardından Rokin Kanalı’nın başlangıcında bulunan Heineken Bier’da biz biralarımızı yudumlarken güneş batıyor.
Amsterdam’a deyince ilk akla gelenler; coffe shop’lar ve Red Light District. Arkadaşlarımızdan almış olduğumuz tavsiyelere uyarak Spui Caddesi’ndeki CoffeShop “Abraxas”a gidiyor ilk denemeyi yapıyoruz.
Akşam yemeğimizin ardından, “Red Light District”e gidiyoruz. Almanya’da da tatil olması ve günlerden Cuma olması sebebiyle iğne atsan yere düşmüyor. Kanal kenarındaki dükkânlara kadınlar sıra sıra dizilmiş. Kimi dans ediyor, kimi sigara içiyor, kimi mesajlaşıyor. Sokakta ise kadın-erkek hatta kimileri çocukları ile rahat rahat yürüyor. Dükkânlardaki kadınlar fotoğraflarının çekilmesini istemiyorlar ama bazı yazılanlar gibi kameraların alınıp yere atılması gibi bir durum da söz konusu değil. Kalabalık ve turistik bir bölge olmasından dolayı yankesici tehlikesi dışında hiçbir sakıncalı durum yok.
Biz katılmamış olsak da meşhur Peep Show'un yapılmış olduğu "Theatre Casa Rosso"yı önündeki sıradan, çok uzaklardan görüyoruz. Kişi başı içkisiz fiyat 40 €, iki içkili fiyat ise 50 €.
Red Light mıntıkasında kalan Sex Museum’a ilginç bir deneyim olacağını düşünerek giriyoruz. Beklentilerimizin yüksek olmasından mıdır yoksa hakikaten ilgi çekici bir yer olmamasından mıdır bilmem ama hayal kırıklığına uğruyorum. Her kata 2-3 cansız manken serpiştirilmiş ve kalan tüm duvarlar Playboy dergisinden kesilmiş misali fotoğraflar ile kaplanmış. İsmi itibari ile ilginç gelse de gidilmese de olacak bir yer. Giriş ücreti kişi başı 4 €.
İkinci gün kahvaltıyı yaptıktan sonra Damrak Caddesi bizi dosdoğru Dam Square’e çıkarıyor. Sol tarafta bulunan 22 metre yüksekliğindeki dikilitaş "National Monument" İkinci Dünya Savaşı’nda yaşamını yitirenler anısına yapılmış.
Damrak'dan inerken hemen karşınızda kalan bina ise Madame Tussauds isimli balmumu heykel müzesi çok ilgimizi çekmiyor ve yolumuza devam ediyoruz.
Ortaya doğru geldikçe Koninklijk Paleis’i görüyoruz. Etrafta su falan olmadığına bakmayın belediye sarayı olarak inşa edilen ve günümüzde hala kraliyet ailesinin resmi törenlerini düzenlediği binanın yapımına 1648 yılında başlanmış ve temelinde 13500'den fazla kazık kullanılmış.
Heineken'e doğru olan yürüyüşümüze Begijnhof’a girerek devam ediyoruz. 1346 yılında manastır yeminleri olmadan rahibe olarak yaşayan kadınlar için inşa ettirilmiş. Rahibeler geçmişte odalarda barınmaları karşılığında yoksullara eğitim ve hastalara bakma hizmeti vermişler. Günümüzde ise bu bölgede sadece bekâr kadınlar yaşamaktaymış. Ziyaret 9.00-17.00 saatleri arasında ve yaşayanların rahatsız edilmemesi için sessiz olunması istenmekte.
Amsterdam'ın en eski evi ise yeşillikler arasındaki bu güzel evler içinde 34 numaralı olanı.
Amsterdam'daki en güzel binalardan biri sayılan Amerikan Otel’i hemen geçince göreceğiniz turuncu tiyatro binası Stadsschouwburg Amserdam'ın gece hayatının kalbinin attığı Leidseplein bölgesine gelmiş olduğumuzu haber veriyor. Dönüş yolunda birşeyler yemek üzere buraya uğramayı aklımızın bir köşesine not ediyoruz.
Kanal etrafına dizilmiş güzel evleri ve müzeler bölgesi Museumplein'i geçtikten sonra Heineken Experience'e ulaşıyoruz.
Heineken Experience Hollanda'nın ünlü birası Heineken'in şehir içindeki eski fabrikası. Depolar, kazanlar, dolum bölgesi, taşıma alanı, atları ve at arabaları hepsini görerek şu anda üretim yapan fabrikaya giriş yapıyorsunuz. Biranın nasıl üretildiği işletme geziniz boyunca size anlatılıyor.
Daha sonrasında ise gezinin eğlenceli bölümü başlıyor. Bir odaya alınıyoruz biranın içeriği maddeler anlatılıyor, dokunarak hissettiriliyor. Buradan Heineken filmi izleteceğiz diyerek film odasına alıyorlar, kendi adıma sıkıcı Heineken tarihini bir sefer daha anlatacakları bir film beklerken simülasyon filmi izliyoruz ve çok eğleniyoruz.Üstüne bir de ödül biralarımızı içiyoruz. Detaylara girmeyeceğim gideceklere süpriz olsun.
Sonrasında gelen odalarda bazı yerde şarkı söyleyip video çekiyorsunuz, bazı yerde playstation oynuyorsunuz. Benim en eğlenceli bulduğum ise kendi biranızı kendinizin doldurduğu ve uzmanlık sertifikasının verildiği bölüm oldu.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz ve bir bakmışız hediyelik eşya satış bölümüne gelmişiz. Geçirdiğimiz güzel dakikalar hep sürsün diye kendimizi kaybedercesine alışveriş yapıyoruz. Üstüne bir de onlar hediye bardak veriyorlar. Ben bira sevmem diyenlerdenseniz bile mutlaka buraya uğrayın. Kişi başı giriş fiyatı 16 €.
Yorgunluktan bayılmak üzereyiz otele gidelim biraz dinlenelim diyoruz. Karar verdiğimiz üzere Leidseplein'e oturup yemek yiyoruz. Yolda giderken yine tavsiye üzerine Smartshop'a gidip mushroom alıyor otelde denemek üzere devam ediyoruz. Ben denemiyorum, en hafiflerinden birisini almış olmamıza rağmen arkadaşımın midesi rahatsızlanıyor ve bu geceyi otelde geçiriyoruz. Dikkatli olmakta fayda var bünyeye göre kötü etkiler görülebiliyor.
Üçüncü günün sabahı kahvaltıyı gündüz önünde uzun kuyruklar gördüğümüz Damrak Caddesi üzerindeki "Delifrance"de sandviç yiyerek yapıyoruz. Buradan doğruca "Anne Frank Huis"deyiz. Saat 9.00'da açılmasına ve bizim orda 8:40'da olmamıza rağmen uzun kuyruk oluşmuş, beklerken kuyruk daha da uzamakta.
Anne Frank, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerden 2 yıl boyunca ailesi ve aile dostlarıyla birlikte bu evde saklanıyor. Savaşın bitmesine kısa bir süre kala bu 8 kişi ihbar üzerine tutuklanıp toplama kampına gönderiliyorlar. Anne Frank'ın babası dışındaki kimse toplama kampından sağ kurtulamıyor. Savaş sonrasında babası küçük kızın günlüğünü kitap haline getiriyor ve 60'lı yıllarda da bu evi müze haline getirip, ziyarete açıyor. Evin her yerinde kitaptan bölümler olsa da küçük kızı daha iyi anlayabilmek adına kitabın okunarak gidilmesini tavsiye ederim. Müze giriş ücreti kişi başı 9 €.
Üçüncü gün programımız müze gezme üzerine kurulu... Anne Frank'dan sonra yine Museumplein'e yöneliyoruz. Binası ağzımızı açık bırakan Rijksmuseum'un içi de bizi bir o kadar etkliyor.
Rijksmuseum'a sırt çantalarınız ile girilmesine izin verilmiyor. Bu amaçla giriş bölümüne yapılan ücretsiz vestiyerlere ceketlerinizi de verebildiğiniz için gezi sırasında büyük rahatlık sağlıyor. Biz burayı gezmek için 2 saat ayırmış olsak da gezerken anlıyoruz ki müze 1 tam günde ancak gezilir. Giriş ücreti kişi başı 15 €.
Jan Steen - "Giyinen Kadın"
Rembrandt'ın "Gece Bekçisi"
"Mutfak Hizmetçisi" - Vermeer
Meşhur "I amsterdam" yazısı da " Rijksmuseum"un önünde yer alıyor. Arka kapıdan çıkıp dümdüz devam ederek "Van Gogh Museum"a geçiyoruz. Dünya üzerindeki en büyük Van Gogh koleksiyonuna sahip müzede fotoğraf çekmek yasak olduğu için resim paylaşamayacağım. Müzenin bazı bölümlerinde bir tartışma sırasında kulağını kesen ressamın resim yapış tarzıyla ilgili verilen bilgilere oldukça şaşırıyor ve hayranlık duyuyoruz. Giriş ücreti kişi başı 17,5 €.
Müzeleri bitirdikten sonra hemen yanı başındaki "Vondelpark"a hem gezme hem de dinlenlenme amaçlı geçiyoruz. Ama ayaklarımızdan ziyade ruhumuz dinleniyor dersek yalan olmaz. Sonbaharın tüm renkleri gözlerimiz önünde.
Akşam yemeğini de burada hazırladığımız sandviçler ile geçirdikten sonra hava kararması ile beraber görmediğimiz diğer bölgeleri görmek üzere tramvaya atlıyoruz.
Dikkat çeken kuleleri bir zamanlar idamlık mahkumların tutulduğu ve önündeki meydanda infazların gerçekleştiği Waag 1617 yılında tartı evine dönüştürülmüş. Köylüler burada ürünlerini tartıttır ve buna göre vergi verirlermiş. Daha sonrasında "Cerrahlar Loncası"na dönüştürülen binanın ortasındaki altıgen kulede bu dönemlerde yapılmış. 19. yüzyılda ise aynı bina itfaiye istasyonu olarak kullanılmış. Günümüzde ise bu Orta Çağ’dan kalma Waag bir restarona ev sahipliği yapıyor.
Son günümüzde check-out yapıp valizlerimizi otelin "Luggage Lock"una ücretsiz olarak bıraktıktan sonra hediyelik eşyaları almak üzere yola çıkıyoruz. Damrak Caddesi’nde sıralı dükkanlar yardıma yetişiyor. Hepsinde birbirinin aynı şeyler olduğu için özel tavsiyede bulunmayacağım.
Buradan istikamet; Maritime yani "Het Scheepvaartmuseum". Kanallar ve deniz altındaki ülkenin deniz müzesini gezmeden olmaz diyoruz. Bir zamanların en büyük deniz gücü olan Hollanda'nın denizcilik tarihi ile ilgili bilgiler verilen müzenin önünde bulunan "Amsterdam" isimli gemi ise 1895 civarlarında İngiltere açıklarında fırtınaya yakalanarak alabora olan geminin birebir aynısı. 1990 yılında yapımına başlanmış ve 1994 yılında tamamlanan bu geminin orijinali ile küçük farklılıklar olsa da yapım methodu orijnali ile aynı. Giriş ücreti kişi başı 10 €.
Müzeye giderken bolca köprü üzerinden geçiyoruz. Ancak bir tanesi beni oldukça şaşırtıyor. Hemen adak köprüsü olduğunu düşünüyorum. Ancak kısa bir araştırma sonrasında bunun Paris, Almanya ve Prag'daki benzerleri gibi insanların aşklarını kilitledikleri köprü olduğunu öğreniyorum.
Son gün uğradığımız bir diğer durak ise Hollandalı meşhur ressam Rembrandt'ın "Gece Bekçisi" eserinin heykel halinin bulunduğu "Rembrandtplein".
Kısa ama yorucu geçen 4 günün ardından artık halimiz kalmıyor ve uçak saatini beklemek üzere "Central Station"daki Starbucks'a oturuyoruz. Buradan sonrasında ise yine havaalanı ve Türkiye'ye dönüş...
EKSTRA BİLGİLER
Amsterdam yemek kültürü olan bir şehir değil bolca Hindistan ve Ortadoğu yemekleri mevcut. Yemek masrafını minimuma indirmek istiyorsanız McDonalds, Burger King veya marketten alacağınız malzemeler ile yapacağınız sandviçler en iyi çözümler olabilir.
Şehirin her yanına dağılmış olan "Albert Heijn" isimli marketten ihtiyaçlarınızı giderebilirsiniz ayrıca sandviç malzemelerini de buradan bulabilirsiniz.
Bu memlekette insanlar çiçekleri çok seviyor. O kadar ki markette sebze reyonu gibi çiçek reyonu var.
Her turistik şehirde olduğu gibi yankesicilere dikkat!
Toplu taşıma biletleri günlük 7 €, iki günlük 12 € devamı bu şekilde devam ediyor ve gün içinde sınırsız biniş hakkı tanıyor. Çok yürüyemem diyorsanız tavsiye ederim ama ben yine de şehri yürüyerek tanımak isteyenlerdenim.
Bisiklet sürücüleri çok fena, önceliğin hep kendinde olduğunu düşünüyorlar, yaya yolunda ilerlerken bile dikkat.
Bon voyage...