İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan THY ile 3 saat 10 dakikalık bir uçuş sonrası Amsterdam Havaalanı’na indik. Oradan kısa bir otobüs yolculuğu ile limanda demirlemiş olan Swiss Tiara isimli nehir gemisine geldik.
Gemi girişinde bizi gemi personeli karşıladı. Personelin Türkçe konuşması bizi çok mutlu etti.
2006 yapımlı gemimiz 110 metre uzunluğunda. 76 kabini olan gemi, 153 yolcu kapasiteli. 2013 senesinde ise yenilenmiş. Yaklaşık 40 personelle hizmet veriyor. Çalışan personelin bir kısmı Türk, yabancı personel ise Türkçe konuşma gayretinde. O nedenle yabancı dil bilmeyenler ya da yalnız seyahat edenler için ideal bir seçenek.
Odalarımıza yerleştikten sonra gemi misafirleri için hazırlanmış olan “Hoşgeldin Kokteyli”ne katıldık. Oldukça şıktı.
Kokteyl sonrası vakit kaybetmeden bizi bekleyen otobüslere binerek kanal turu yapmak üzere Amsterdam merkezine hareket ettik.
Amsterdam; Hollanda’nın kişi sayısı bakımından en büyük, kültürel ve ekonomik yönden ise en önemli kentidir.
Amsterdam’da kanallar Beyler, Prensler ve Krallar kanalı olmak üzere 3’e ayrılıyor. Bu kanallar üzerinde 1300 köprü ve 2500 civarında yaşam botu bulunuyor. Bu yaşam botlarının birçoğu, 1900’lü yıllardan kalma gemilerin konut haline çevrilmesi ile yapılmış. Bazıları ise direkt konut olacak şekilde üretilmiş.
Önceleri teknelerde yaşam, konut yetersizliğinden başlamış ama günümüzde bir yaşam tarzı olarak benimsenmiş. Hepsinin su ve kanalizasyon alt yapısı mevcut. Bu evlerde yaşam cazip hale geldiği için büyük otel zincirleri bu evleri toplamaya başlamış. Bu tekne evlerin fiyatları 500 bin Euro’ya kadar alıcı buluyor.
Kanal boyunca dizili dar cepheli, bitişik nizamlı 17. yüzyıla tarihlenen evlerin bazıları oldukça eğik duruyor. Bunun sebebi ise bu evlerin 11 milyon ahşap kazık üzerine kurulu olmasıymış. Bunu şöyle esprili bir dille anlatıyorlar: “Amsterdam’ı ters yüz etsen altından dev bir orman çıkar.”
Buradaki evlerde, eski zamanlarda kapılarda numaralama sistemi olmadığından her evdeki detaylar farklıymış. Mesela bir evin üzerinde panter motifi varken, diğerinde kapının yanında Poseidon figürü, bir diğerinin kapısı ise masmavi olabiliyor. Postacılar da bu detaylara göre posta dağıtımlarını yapıyorlarmış.
Kanal boyunca sıralanmış bu evlerin metrekareleri çok küçük. 2-3 kişilik bir aile çok paraları olsa da büyük ev kiralamakta zorlanıyor. Çünkü rehberimizin dediğine göre evin metrekaresi, içinde yaşayacak kişiler ile doğru orantılı. Aksi bir duruma belediye izin vermiyormuş. Yani karı koca şöyle 120 metrekare bir yer kiralayalım dediğinizde belediye “olmaz, size en fazla 60 metrekare yeter” diyor ve izin vermiyor. Ancak şehir merkezi dışına çıktığınızda büyük bahçe içinde çok sayıda ev var.
Kanal boyunca dizilmiş olan bu evler ucuz değil. Bu evleri ünlü oteller topladığı için piyasaları yükselmiş.
Kanal boyundaki evlerin alınlıklarında kancalar var. Evlerin kapı ve merdivenleri dar olduğu için eşyaları bu kancalar vasıtasıyla üst katlara taşıyorlar.
Kanalda ilerlerken bazı evlerin önünde gerçek boyutlarda yapılmış insan maketleri gördük. Bu burada gelenekmiş. Her 50 yaşına gelen birey için ailenin diğer üyeleri tarafından bu bebek yapılır ve 50 yaşına giren kişiye hediye edilirmiş.
Kanallar kenarına 2,5-3 metre yüksekliğinde setler yapılmış. Bu sayede toprak kazanmışlar. 20. yüzyılda toprakları % 7 artmış.
Amsterdam dümdüz bir arazi üzerine kurulu olduğundan, bisiklet kullanımı oldukça yaygın. Neredeyse nüfusun iki katı kadar bisiklet var. Hatta çocuklar 3-4 yaş arasında bisiklete binmeyi mutlaka öğreniyorlar.
Bisiklete binmenin yanı sıra bir de çocukların yüzme diploması almaları zorunluluğu var. Bu diploma iki etapta alınıyor. Rehberimizin anlattığına göre birincisinde çocuklar mayo şort ile yüzüp ilk diplomayı alıyorlar. İkincisinde ise çocuklar tam giyinik olarak yani kıyafet ve bot ile yüzüyorlar ve ikinci diplomayı alıyorlar. Bu ikinci diplomayı almak, çocuğun suya düştüğünde kendisini kurtarabilmesini sağlıyor. Bu duruma güvendiklerinden olsa gerek, kanalların yanında neredeyse hiç korkuluk yok.
1690’lı yıllarda sular çok kirli olduğundan halk su yerine bira içiyormuş. Günümüzde ise su kirliliğine çözüm bulunmuş ve artık musluk suyu bile güvenle içilebilmekte.
Amsterdam kanallar şehri… Kış aylarında kanallar donduğunda ulaşım da kullanılamıyor. Bu nedenle buz pateni milli sporları haline gelmiş.
Kanal turu sırasında ve dar sokaklarda çok sayıda “Coffee Shop” gördük. Buralarda uyuşturucu maddeler satılıp, tüketiliyor. Bu kafelerden birine girip normal kahve sipariş ederseniz size tuhaf bakıyorlar. Çünkü kahvesinden kekine kadar her satılan şeyde uyuşturucu madde var.
Bu Coffee Shopların bir kısmında ise sentetik uyuşturucular da satılıyor. Ancak sentetik bağımlılara bu maddeler doktor kontrolünde veriliyor.
Uyuşturucuya bağlı halüsinasyon neticesi ölüm olayları çok sık olduğundan artık haber değeri bile taşımıyormuş.
Bir “coffee shop”a girince önce bir menü ile karşılaşıyorsunuz. Burada tüm çeşitler yazıyor. Tabii satın almak için biraz tereddütlü olduğumuzu fark eden tezgâhtar “İlk kez mi kullanacaksınız?” diye soruyor. Evet, cevabını alınca da bize en hafifinden verdi. Amsterdam’a gelmişken denemeden olmaz dedik. Space kek ve en hafifi olan haşhaşlı sigara denedik. Ne oldu derseniz; aslında birer taneyi paylaşınca zaten çok çok az içmiş olduk, dolayısıyla bir şey olmadı.
Uyuşturucu konusunda sonsuz seçenek sunan Hollanda’nın kendine ait bir mutfak kültürü yok. Daha çok Çin mutfağını seviyorlarmış. Ancak rehberimizin tavsiyesi ile yediğimiz patates kızartması çok lezzetli idi. Oldukça koyu kıvamlı mayonez ile servis ediyorlar.
Kanal turumuz esnasında bir bitpazarının yanından geçiyoruz. Bu sırada rehberimiz de açıklama yapıyor: “Halkın AVM alışkanlığı yok. Zaten kayda değer bir AVM de yok. Halk çoğu alışverişini bitpazarı denilen ikinci el pazarlardan gerçekleştiriyor. İkinci el kıyafet almaktan ya da eşya kullanmaktan hiç gocunmuyor. Hatta kralın doğum günü olan 26 Nisan’da herkes artık kullanmadığı eşyalarını satmak üzere serbestçe kapılarının önüne çıkartıyor.”
Amsterdam’da yaptığımız kanal turu sonrasında Hollanda’nın meşhur peynirlerinin yapıldığı çiftliklerden birini görmeye gittik. Bu çiftlikte peynir yapımının yanı sıra aynı zamanda bir de ahşap Hollanda terlikleri yapılıyor.
Bu arada kısa bir not olarak; Amsterdam ve çevresinde tarım yok, sadece ot yetiştiriliyor. Bu nedenle hayvancılık çok gelişmiş.
Terlikler ilk olarak kavak ağacından el yapımı olarak yapılmaya başlanmış. Ancak bir terliği oymak yaklaşık 4 saat alıyormuş.
Bu nedenle zaman içerisinde seri üretime geçilmiş bu çiftlikte de… Şu an 3 dakikada bir terlik hazırlanabiliyor. Kavak ağacı kolay işlenebilir bir ağaç olduğundan tercih ediliyormuş.
Buradaki rengârenk terliklerin, renklerine göre de çeşitli anlamları var. Mesela sarı terlik çiftçiler tarafından tarlada, kırmızı terlik şenlik ve eğlencelerde giyiliyor. Kiliseye giderken kızlar beyaz, erkekler ise mavi terlik giyiyorlar.
Bir de damat terlikleri var. Onların üzeri tamamen oymalı ve ham ağaç renginde oluyor.
Damatlar bu terliği bir kez giyiyorlar ve evlendikleri zaman içine çiçek ekerek evin kapısının önüne asıyorlar. Eğer bir evin önünde 3-4 tane içi çiçekli bu terliklerden görürseniz; siz de bizim gibi bu evde yaşayan 3-4 kez evlenmiş diye düşünebilirsiniz.
Terlik yapımını gördükten sonra peynir tadımı yapmaya geçiyoruz. Bizdeki peynirlere göre oldukça yağlı olan bu peynirlerin bir kısmı 2-3 sene balmumu içinde bekletiliyor. Ne kadar bekletilirse o kadar sertleşiyor peynirler. Mesela parmesan peyniri yaklaşık 2-3 sene aralığında bekletiliyormuş.
Sarımsaklı, biberli, isli, hardallı gibi çok sayıda çeşit mevcut… Girişte yaptığımız tadım sonrası biz tercihimizi isli ve biberliden yana kullanıyoruz.
Burada öğrendiğimiz en nemli nokta ise peynirin üzerindeki etiket eğer kare ise çiftlik peyniri, eğer etiket yuvarlak ise sanayi peyniri olduğunu ifade ediyormuş. İhraç ürünleri arasında peynir en ön sırada yer alıyor.
Buraya kakao, sömürge ülkelerinden getirilip işleniyor ve paketlenerek dünyaya satılıyor.
Buradaki keyifli turumuz sonrasında tekrar Amsterdam’a dönerken yol üzerinde günümüzde müzeye çevrilmiş olan bir yel değirmeninde duruyor ve bu değirmen önünde fotoğraf çektiriyoruz.
Eskiden kanallardaki suları değirmenler vasıtasıyla pompalıyorlarmış. Bu nedenle Hollanda genelinde toplam 3 bin civarında değirmen yer alıyor. Günümüzde bunların bazıları restoran, bazıları müze, bir kısmı ise ev olarak kullanılmakta. Günümüzde ise değirmenlerin su pompalama görevini teknoloji devralmış.
Hollanda deyince sadece laleleri değil tüm çiçek piyasası akla geliyor. Rehberimizin anlattığına göre ticarette önemli gelirlerini çiçek borsası oluşturuyormuş. Dünyaya dağıtılan tüm çiçeklerin dağıtımı Hollanda’dan yapılıyormuş. Dünyadaki çiçek borsasının % 70’ini ellerinde tutuyorlar. Heineken biraları, Shell, Philips ülkeye mal olmuş ünlü markalar…
Buradan sonra Amsterdam merkezine devam ediyor ve nehir gemimize ulaşıyoruz. Gemiye bindiğimiz gibi personelin güler yüzü ile karşılaşıyoruz. Girişte tüm yolculara hemen ice tea ve börek ikramı yapılıyor.
Kısa bir dinlenme ve yemek sonrası bu kez Amsterdam’ın gecelerini keşfe çıkıyoruz. Tabii ki rotamızda ilk sırada Red Light District yer alıyor. Dünyaca “Özgürlükler Şehri” olarak bilinen Amsterdam’a gelip de bu bölgeyi ziyaret etmeden olmaz. Dolayısıyla biz de bu bölgede gece yürüyüşü yapıyoruz. Rehberimizin söylediğine göre gündüzü bu kadar etkileyici değil, ama akşam saatlerinde iğne atsanız yere düşmez.
Red Light District Amsterdam’ın olmazsa olmazı… Buradaki dar sokaklarda genç kadınların müşteri çekmek için yarı çıplak vaziyette yaptıkları dans ve şovlarını biraz merakla biraz da içimiz burkularak izliyoruz. Şov yapan kızlar fotoğraf ve kamera çekimi yapılmasına şiddetle tepki veriyorlar ki haklılar.
Siz de Amsterdam’ın marjinal gece hayatını merak ediyorsanız mutlaka turunuzda Red Light District’e yer ayırın. Uyuşturucu dâhil pek çok şeyin serbest olduğu Hollanda’yı yani “Toleranslar Ülkesi”ni vakit kaybetmeden ziyaret edin.
Keyifli Yolculuklar…