Bu Amsterdam yazısı, Paris büyülenmesinden sonra yazıldı. Dolayısı ile Amsterdam’da geçirdiğim günlerle hiç alakası olmayan bir gölgede kalmışlık hissi bu yazıya sirayet etmiş olabilir. Seyahatten önce şehir hakkında araştırırken Amsterdam için dünyanın en büyük küçük şehirlerinden biri olduğunu okumuştum. Bu ifade Amsterdam günlerimde hiç aklıma gelmedi. Fakat Paris’in büyük caddelerini, geniş sokaklarını, devasa saraylarını, kiliselerini, geniş ve yüksek apartmanlarını, köprüleri hatta Sen Nehri’ni görünce Amsterdam’ın neden küçük bir şehir olduğunu anladım. Paris’ten çok fazla söz ettiğimin farkındayım. Ama kararlıyım, bu bir Amsterdam yazısı olacak.
Size bu aktiviteyi mutlaka yapın, şu müzeye mutlaka gidin demeyeceğim. Ben, yolculuktan önce “mutlaka gidilmesi gereken yerler” listelerine kafa yorup sonra da tamamını görmek için kendimi yırtacağıma kendimi sokağa ve şehre bırakmayı tercih ettim. O sokak başka bir sokağa çıktı ve o da bir başkasına. Van Gogh Müzesi, Anne Frank Evi önünde asık suratlarla bekleyen turistler gibi telaş ve yorgunluk değil de bisikletleriyle sağımdan solumdan akıp giden Amsterdamlılar gibi iyi hissetmek istedim. Turist değil gezgin olmak istedim. Arkadaş sohbetlerinde şunu da yaptım burayı da gördüm demek için gezmiyorum. O yüzden bu yazıda da sıkıcı ve klişe izlenimler bulamayacaksınız. Bunun olmaması için de olabildiğince samimi yazmaya çalışıyorum. Sanırım iyi bir gezi yazısı da böyle olmalı.
Amsterdam’da olmak bana heyecan ya da coşkudan ziyade iyi hissettirdi. Sanırım bu ruh hali sadece şehrin güzel olması ile ilgili değildi. Bisikletlilerin çoğu günlük işleri için sokakta olan Amsterdamlılardı. Fakat günlük işlerin koşturmacasında keyifsiz ve stresli olmalarını beklediğim bu insanlar şehirde gezmek için bulunan turistlerden daha iyi hissediyor gibiydi. Kadınların en şık elbiselerle koca bisikletlere bindiklerinde bu kadar zarif görünebileceklerini düşünmemiştim. Bu iyilik hali küçük dükkanlarda turistlerle ilgilenen güler yüzlü esnaftan tramvaydaki kibar biletçilere kadar herkese sirayet etmiş gibiydi.
Hollandalılar hakkında iyi izlenimin daha havaalanında başlamıştı. Kalacağımız otelin yerini sormak için çekinerek yaklaştığımız bilgi masasındaki bayan, otelin aslında çok yakın olduğunu ama gene de otobüse binmek istersek hangi otobüse binmemiz gerektiğini sempatik jestlerle anlattı. Bir yandan da masanın solundan elinin altına çektiği kitapçığa otobüsün numarasını ve ineceğimiz durağı tane tane harflerle kalemi bastıra bastıra yazdı. İşini aşkla yapıyor gibiydi. İyi hislerle havaalanının önündeki otobüs duraklarına doğru yürüdük. Hava biraz soğuktu. Dışarıda herkesin kışlık montlarıyla gezdiğini görünce şaşırmıştım. Ama duraktalar arasında 192 numaralı otobüsü bulmak için bir süre dolanınca ben de üşümeye başladım. Bu sırada genç bir bayan bize yaklaşıp kibar bir ses tonuyla yardım edip edemeyeceğini sordu. Giydiği yağmurluğun üzerindeki yazılar ve şekillerden havaalanında görevli olduğu belliydi. Durağımızı sorduk. Meğer zaten duraktaymışız.
Kanalların etrafında sıra sıra dizilmiş üç dört katlı küçük apartmanlar bana gerçekten de karton dekorlar ve maket evlerden oluşan küçük bir şehir izlenimi verdi. Kırmızının her tonundan küçük tuğlalarla örülmüş bu apartmanları izlemekten kendimi alamadım. Koca bir millet aynı hayali kuramayacağına göre tüm şehir bir kişinin gerçek olmuş büyük bir hayali olmalı diye düşündüm. Çocukken maket ev yapmayı çok severdim. Gazetelerin dağıttığı resimli kartonları katlar büker evleri tamamlardım. Sonra onları salonun ortasına doldurup kendi şehrimi kurardım. Amsterdam da sanki bir devin oyuncak evleriyle kurduğu bir oyun şehri gibiydi.
Bazı evlerin ön cepheleri önlerindeki sokağın kıyısı boyunca akan kanallara selam durur gibi öne eğilmişti. Çiçeklerle süslenmiş küçük köprülerden birinde durdum. Sıra sıra hatta üst üste bisikletler o klasik manzaradaki gibi köprünün korkuluklarına yaslanmıştı. Kollarımı korkuluklara dayayıp kanal boyunca hemen karşıdaki diğer köprüye dek uzanan evleri izlemeye koyuldum. Sağımda sokağın ortasındaki koyu kırmızı küçük tuğlalarla örülmüş evin ilk bakışta diğerlerinden bir farkı yoktu. Ama sonra bir an resme dalıp girişin tam ortasında yerleşen kapının bir ağız, üst kattaki iki pencerenin de birer göz olduğunu hayal ettim. Perdesi yarısına kadar indirilmiş sağ pencere meraklı kısık bir sağ göz gibiydi. Üçgen çatısı da bir şapkaya benzeyen bu ev sanki öne eğilmiş kanaldan geçenleri görmeye çalışıyordu.
Amsterdam’ın klasik manzarasını herkes bilir. Ben o resmin sadece bir tane olduğunu sanıyordum. Fakat sokaklarda dolaştıkça köprü, sıra sıra küçük evler, korkuluklara yaslanan bisikletler ve kanaldan oluşan manzaranın onlarca farklı kompozisyonunu gördüm. Bazılarında köprü korkulukları dolup taşan rengarenk çiçeklerle süslenmişti. Kanalın sonunda, sıralı evlerin uzak ucunda resmin tam ortasındaki manzarayı ise kimi zaman gotik bir kilisenin çatısı kimi zaman da kanal boyunca süzülen tekneler oluşturuyordu. Çoğu resimde, evlerin önündeki sokak ile kanal arasında dizilmiş yeşilin her tonunda yapraklarıyla manzarayı tamamlayan ağaçlar vardı. Manzaraların ayrı ayrı hepsinin fotoğrafını çekmek istedim. Bu koleksiyondan bir sergi bile çıkabilirdi.
Bunlar Amsterdam’ın bana hissettirdiklerinin bir kısmı. Yazının uzun ve sıkıcı olmaması için burada bitiriyorum. Ama Amsterdam’ı bir yazıda bitirmek haksızlık olur. Mesela bu yazıda Red Light District’den bahsetmiş olsaydım metin tüm duygu bütünlüğünü yitirebilirdi. Hava karardığında başka bir Amsterdam vardı.
Yazarın diğer yazıları için kişisel blogu: www.gezegendebiryer.com Daha fazla fotoğraf için Instagram hesabı: instagram.com/oktyzmn