"Londra'dan bıkmak hayattan bıkmaktır, Londra'da hayatın sunabildiği herşey mevcuttur." demiş ünlü İngiliz yazar ve sözlük bilimci Samuel Johnson. Yaşayınca anlıyorsunuz gerçekliğini. Öyle gezip gelinecek bir şehir değil Londra. Bir yaşam tarzı, bir kültür, sizi kendine koşulsuz aşık edecek bir sevgili... Prag'dan döndükten sonraki yazımda "Prag'dan geçmedim ben, Prag'ı yaşadım" yazmıştım. Evet yaşadım da! 4 gün yetmişti. Ancak, Londra'da bir ay kalmama sokaklarını adım adım gezmeme rağmen sadece geçebildim Londra'dan. Eğer bir şehre aşık olunabiliyorsa ben Londra'ya aşığım. Bir iyi bir kötü tarafı var, kötüsü ; artık hiçbir şehir beni bu kadar etkileyemez: iyisi ise; o sokakların kokusunu içime çektim ben, parklarında oturdum, duvarlarına dokundum, adres tarif ettim turistlere, modern hayattan tarihin en ihtişamları zamanlarına geçtim, yan yanaydılar, iç içe hatta! Paralel iki evren gibi... Hem aynı hem ayrı, zahir ve batın gibi... Ve öyle senkronize olmuşlardı ki, iki zaman öyle yakışmışlardı ki birbirlerine ayırt etmek imkansızdı. Başınızı döndüren bir güzellikte seriliyordu önünüze.
İngiltere'nin ve Birleşik Krallık'ların başkenti olan Londra'da gezilecek yerler, mutlaka görülmesi gereken müzeler, geçilmesi gereken köprüler, adımlanması gereken sokaklar ve huzur bulacağınız parkları anlatmaya başlamadan önce biraz ulaşım ile ilgili bilgi vermek istiyorum. Malum dünyanın en kalabalık hava trafiğine sahip, beş havaalanlı şehrindesiniz. Bunlardan en büyüğü ve en bilineni ayrıca dünyanın en fazla uluslararası yolcu taşıyan havaalanı olan Heathrow, Luton, Stansted, Gatwick, Southend ve genelde ülke içi uçuşlara ev sahipliği yapan City Airport. Hemen hemen her havaalanı şehre uzak. Bilet alırken mutlaka göz önünde bulundurmanız gereken ki özellikle yalnız seyahat ediyorsanız uçak şirketlerinin kilo hakkı. Ve çok daha önemlisi bu ülkeden çıkarken bagajlarınıza asla tolerans göstermiyorlar. Hatta bir dönem el bagajınızı uçağa binmeden bir kez daha tartıyorlarmış. Ama yine de İzmir'den gidecekler için bazı uçak şirketlerinden dolayı bir avantajı var o da Londra'ya direk uçuş olması. Ben hem gidiş hem de gelişim de Stansted Havaalanı'nı kullandım. Havaalanından çıkar çıkmaz National Express ile 50 dakikalık bir yolculuktan sonra Stratford'a gelebilir ve buradan şehrin dilediğiniz yerine tube ile ulaşabilirsiniz. National Express biletinizi dilerseniz internet sitesinden ya da direk otobüse binerken 10 Sterlin karşılığı alabilirsiniz.
Gelelim en önemli ulaşım sorununa. Genel olarak pahalı bir ülke zaten ama şehir içi ulaşım daha bir pahalı. Öncelikle ilk undergraund istasyonundan kalacağınız gün ve kullanacağınız zonlar arası Oyster kart almalısınız. Londra 9 zondan oluşan bir şehir ve tavsiye olarak 1-3 zonlar arası Oyster almalısınız. Verdiğim linkten haftalık, aylık ve zonlara göre dağılımı olan Oyster kart fiyatlarını bulabilirsiniz. Bir kez Oyster aldıktan sonra gün içinde otobüs ve metro hatlarını sınırsız kullanabilirsiniz. Londra 3 -5 günde gezip geleceğiniz bir şehir değil baştan söyleyeyim o yüzden size yazarken birbirinine yakın noktaları aynı paragrafta anlatacağım ki vakit kazanabilesiniz.
Yazıma Tower Bridge resmi ile başladım çünkü beni gerçekten büyüleyen bir yapı. Bir de gittiğim mevsim yaz olunca bol bol hatta bulduğum her fırsatta soluğu burada aldım. Etrafında çimlerde oturup , piknik yapıp bu muhteşem manzarada kayboldum. Tower Bridge aynı zamanda dünyanın bilinen en ünlü baskül köprülerinden biri. Londra Köprüsü ile Kulesi arasındaki deniz trafiği bu köprünün açılıp kapanır olması ile sağlanıyor. Ne şanslıydım ki daha ilk gidişimde köprünün açılışına ve kapanışına tanık oldum. Köprüden karşıya geçip Londra Kule'sini de gezebilirsiniz. Köprüye ulaşabilmek için National Rail hattını kullanıp London Bridge istasyonunda inip yürüyebilirsiniz. Böylece her iki köprüden de geçmiş olursunuz.
Peki Londra'ya gitmeden en çok merak ettiğin, en çok bulunmak istediğin, yazına başlamak istediğin yer neresiydi derseniz size hiç şüphesiz London Eye derdim. İzmirliyim ben, çocukluğum İzmir Fuarı'nda lunaparkta geçti. Daha birçok çocuk lunapark görmemişken biz ezbere bilirdik o heyecanı. Dönme dolap çocukluğumun en güzel anılarından biridir. O yüzden belki hep imrenerek bakardım London Eye fotoğraflarına. Umduğum gibi de çıktı. Yine gitsem yine o sırayı bekler yine binerim o dev dönme dolaba. 135 metre yüklsekliğindeki London Eye, Avrupa'da bilinen en yüksek dönme dolap.
London Eye'dan indikten sonraki rotanız ise Westminster Köprüsü, bütün ihtişamıyla Big Ben karşınızda. İngiliz Parlamentosu'na ev sahipliği yapan Westminster Sarayı (Parlamento Binası)'nı ve St.Margeret Kilisesi'ni gezebilirsiniz. Westminster Saray girişi 18 Pound. Cumartesi ve pazar günleri kapalı onun dışındaki günlerde ise 09.00 - 17:00 saatleri arasında gezebilirsiniz. Kilise ise ücretsiz ancak saat 15:30'da kapanıyor.
Ve elbette Buckingham Sarayı ve benim Greenwich Park'tan sonra en çok sevdiğim park olan St.James Park. Saray'da eğer mayıs - ağustos ayları arasında gitmişseniz hergün saat 11:30'da , eylül - nisan aylarında gitmişseniz ise ayın çift günlerinde saray muhafızlarının nöbet değişimi töreni yapılıyor. Seyretmek istiyorsanız çok erken gitmenizi tavsiye ederim, ortalık mahşer yeri gibi kalabalık oluyor. Ve herkes video çekme derdinde olduğu için daha da sıkıntılı. Bana sorarsanız muhafızların caddeden gelişini gördükten sonra atın kendinizi St.James Park'a o vakti St.James Park'ta sincaplarla oynayarak geçirin. Ben öyle yaptım. Eğer henüz yorulmadıysanız Trafalgar Meydanı sizi bekliyor. Karışın kalabalığın arasına. Trafalgar Meydanın'da ayrıca müzeler yazımda bahsedeceğim National Gallery'i göreceksiniz. Eğer vaktiniz varsa mutlaka girin.
Alışveriş severler için de Londra bir cennet. Harrods'a mutlaka gitmelisiniz. Eli boş çıkacağınızı bilseniz bile hem de. Hyde Park'a yakın olduğu için öncesi veya sonrasında Hyde Park'ta güzel bir yürüyüş yapabilir yorulunca kendinizi uçsuz bucaksız görünen o yeşilliğin kollarına bırakabilirsiniz. Bu şehirde gezerken en zor bulacağınız acıktım iki lokma bir şeyler atıştırayım diyebileceğiniz bir yer. O yüzden nerede Sainsbury veya Tesco gördünüz dalın içeri. Sandviç ve meyve suyunuz sırt çantanızdan eksik olmasın. Bu şehrin insanları böyle yaşıyorlar, çimlere basmak, oturmak, yuvarlanmak, piknik yapmak, hele ki güneşi görmüşseniz en büyük zevk. Hyde Park'tan sonra rotanız iki farklı şekilde olabilir. Önem sıranıza göre siz seçebilirsiniz. Hyde Park'ın diğer kanadı Kensington Bahçeleri ve Kensington Palace. Aynı zamanda Victoria Dönemi'nde inşa edilmiş, Birleşik Krallık'ın en kıymetli binalarından biri olan Royal Albert Hall'da güney Kensington'da bulunur. Her yıl 350'den fazla organizasyon'a ev sahipliği yapan bu salon kesinlikle görülmeye değer. Tam karşısında da Albert Anıtı bulunmakta.
Gelelim ikinci seçeneğe: Hyde Park'ın kuzeydoğusunda bulunan Marble Arch Kapısı yönünden çıkıp kendinizi alışverişin merkezi olan Oxford Street'e atabilirsiz. En şık ve pahalı mağazaların yanı sıra, Gap, Zara ve çok uygun fiyatlara harika parçalar bulabileceğiniz Primark'tan alışveriş yapıp Selfridge's de lüksün, zerafetin keyfini çıkarabilirsiniz. Ayrıca buradaki Disney Milano'dakinden çok daha büyük ve güzel geldi bana. Ve hangi yaşta olursanız olun Leicester Square'de bulunan 4 katlı M&M's Wold'e uğramadan dönmeyin. Rengarenk şekerlemeler daha yemeden güzelliğiyle başınızı döndürecek. Piccadilly Circus'da sizi büyüleyecek renkliliği ve kalabalığıyla mutlaka uğramanız gereken meydanlardan.Eğer cumartesi günü Londra'da iseniz güne mutlaka Nothing Hill'de başlamalısınız. Central hattının aynı adı taşıyan Nothing Hill Gate istasyonunda inerek ulaşabilirsiniz. Tabi öncelikle istasyondan çıkmadan Nothing Hill yazısının önünde resim çekilerek. Seyredenler bilir Hugh Grant ve Julia Roberts'in ünlü romantik komedi filminin adı ve kitapçının bulunduğu semt. Nezih ve şık sokakları, beyaz evleriyle sizi kendine hayran bırakacak. Peki neden mi cumartesi günü gitmeli? Çünkü cumartesi günleri PortoBello'da hem kendiniz hem de hediye almak için çok orjinal parçalar bulabileceğiniz nefis bir antika pazarı kuruluyor. Kesinlikle o kalabalığa karışmalı, tarihe dokunmalısınız.
Tower Bridge ile başladığım yazıma elbette Camden Town ile son vereceğim. Siyah Northern hattının aynı adlı Camden Town istasyonunda inerek ulaşabilirsiniz. Aynı zamanda Amy Winehouse'un da anıtının bulunduğu bu bölge rengarenk ve cıvıl cıvıl. Üstelik de Londra'nın en ekonomik bölgesi. Mutlaka görülmesi gerken yerlerden biri. Caddelerde dolaşırken her türden insan görmeniz mümkün o renkli dünyada kaybolmak isteyeceksiniz. Camden Lock Market ve kapısında dev robot heykeli olan Cyberdog'a mutlaka uğrayın. Özellikle Cyberdog'da abartmıyorum görüp görebileceğiniz en fosforlu, neon ışıklı , renkli giysiler var. Şapkadan, bilekliğe, bikiniden monta herşey ama herşey fosforlu veya lame bayılacaksınız. Aman cüzdanınıza dikkat. Hem Cyberdogdaki harcama için hem de burası Londra'nın en kalabalık ve güvensiz ama bir o kadar da en yaşayan bölgelerinden. Burada soyluluk, kültür değil burada ruhunuzun rengi , hayatı hangi tonda yaşadığınız önemli. Ne kadar güldüğünüz, ne kadar çoştuğunuz. Kimse kibarca salladğı yelpazelerin ardından dudak bükmüyor. Ne iseniz o' sunuz burada. Ama ruhunda gökkuşağı taşıyan biriyseniz Nothing Hill'de kibar kibar yelpaze sallar gelir burada hayatın dibine vurursunuz. Hiçbirini diğerine karıştırmadan. Marac-el Bahreyn gibi mesela... Tatlı suyun tuzlu suya karışmaması gibi. Doğada olan her şey vücudumuzda da mevcut. Fark edebildiğimiz müddetçe. Eylül ayı için takvimim de şöyle yazıyordu; Mutluluk herkes gibi yaşarken kimse gibi olmamaktır.
Peki bitti mi? Hayır.. Gez gez bitmemişti sanırım yaz yaz da bitmeyecek. Sırada müzeler ve 0 meridyenin geçtiği Greenwich kasabası yazıları var.