“Çok uzun yıllar önce, köyün birinde, bir adamın güzelliği dillere destan, uzun sarı saçlı bir kızı varmış. Adı da bu yüzden Sarıkız imiş. Yöredeki köylerdeki pek çok genç bu kıza aşıkmış. İsteyeni çok olmuş. Ancak hiç birini kabul etmemiş. Karşılık alamayan kötü niyetli kişiler, Sarıkız hakkında çirkin söylentiler yaymışlar.
Zavallı Sarıkız ve babası insan içine çıkamaz olmuşlar. Çaresiz baba, sonunda bir karar vermiş. Kızı ile birlikte, yanlarına kazlarını da alarak, uzun ve zorlu bir yolcuğun sonunda Kaz dağının doruğuna varmışlar. Adamın amacı kazları otlatma bahanesiyle, kızını bir uçurumdan aşağı atmakmış. Ama yüreği elvermemiş. “En iyisi onu burada dağ başında bırakayım,” diye düşünmüş. Ve kızına;
“Ben köye dönüp, hayvanlarımıza bakayım. İki güne kadar dönerim. Sen de bu arada kazlar ile ilgilen” demiş. Gidiş o gidiş… Kızını bir daha ne aramış, ne sormuş. Rüzgarlı, yağmurlu, fırtınalı dağ başında Sarıkız’ın nasıl hayatta kaldığı bilinmez, dayanmış, yaşamını sürdürmüş. Kışın dağda fırtınaya yakalananlar, köylerine döndüklerinde; “Ermiş midir, evliya mıdır, bir kız ansızın karşımıza çıkıverdi. Bizi donmaktan, azgın kurtlara yem olmaktan kurtardı,” diye hikayeler anlatmaya başlamışlar...
Sarıkız’ın babası da, anlatılanları dinliyormuş. Yıllar önce dağ başına bıraktığı kızının hâlâ yaşadığı umuduna kapılmış, dayanamayıp, yola çıkmış. Tepeye ulaştığında kızını bir kayanın dibinde otururken bulmuş. Uzun süre konuşamamışlar. Sonra geçmişten söz etmeksizin, konuşmaya başlamışlar. Öğle vakti olduğunda baba; “Kızım, namaz vakti geldi. Bana biraz su getir de abdest alayım.” demiş.
Sarıkız yerinden kalkmadan, yanında duran maşrapayı eline alarak, bulundukları yerden kilometrelerce uzaktaki Edremit körfezine doğru uzanmış, doldurmuş ve babasına uzatmış. Adam şaşkınlıktan namazını zor kılmış. Birkaç gün kaldıktan sonra kızı da alıp, aşağıya inmek istemiş. Ancak kız kabul etmemiş. Adam köye dönünce kimseye bu olaydan bahsedememiş. Ondan sonra da kızı bir daha gören olmamış.”
Efsanelerin, rivayetlerin, tarihin, kültürün, bereketin, doğallığın, kutsal zeytin ağacının ev sahibi Kaz Dağları…
Efsaneye göre, Truva Savaşı’na neden olan, Hera, Afrodit ve Athena'nın katıldıkları, o meşhur, hatta dünyanın ilk güzellik yarışması burada yapılmış... Mitolojiye göre, Giritli denizcilerin, Zeus'un doğduğu Girit adasındaki İda Dağı'ndan esinlenerek, aynı ismi verdikleri dağ… Tanrılar Truva Savaşı'nı buradan izlemiş… Afrodit ilk kez burada aşık olmuş… Homeros da, İlyada’sında oradan bahsederken “BİN PINARLI, VAHŞİ HAYVANLARIN ANASI İDA” demiş…
Anadolu’nun kuzeybatısındaki, Biga Yarımadası'na boylu boyunca uzanmış dağlar, Ege ve Marmara Bölgeleri'ni birbirinden ayırırken, iki farklı iklimi de içinde barındırıyor…
Zengin su kaynakları, bereketli toprakları, yer altı ve yerüstü zenginlikleri, zeytin ağaçları, kızılçamlar, gök narlar, kayın ve karaçamlar… Kaz Dağları, doğal güzellikleri, tarihi, manzarası, bitkisel zenginliği ve bol su kaynakları ile Ege Bölgesi'ndeki yeryüzü cennetlerinden biri… Birçok medeniyetin gözdesi olmuş, üzerinde savaşlar yapılmış ve büyük yıkımlara maruz kalmış. Bu kadar çekici bir bölge olmasından dolayı tarih boyunca çok fazla göç almış, bölgede çok kültürlü bir yapı oluşmuş.
Milli bir park olan Kaz Dağları aynı zamanda oksijen yoğunluğu bakımından da dünyadaki ilk üçün içinde… Bu kadar ünü yanında çevresindeki trekking, jeep safari ve off-road için uygun güzergahları ile de çok gözde… İşte tam da bu konudan söz etmişken, uzun zamandır direndiğim, önceleri “yok yok, bana göre değil” derken, sonra “bir kere denesem mi acaba” demeye başladığım sonunda da kendimi Sevgili Melih Eriş’in her yıl mayıs ayında düzenlediği, “Kaz Dağları Jeep Safari” etkinliğinin içinde buluverdiğim, kamp deneyimimden söz etme zamanı geldi sanırım…
Daha önce defalarca gitmeme rağmen, her defasında bu defa burayı yazmalıyım dediğim, yazamadığım, yüksek ve heybetli bir dağ, denize akan bir nehir, bazen taşlık bazense bereketli toprakları belki bu defa yazabilirdim. Hatta daha önceki gidişlerimden çok daha farklı şekilde. Çünkü bu defa özel izinle girilen, Kaz Dağları Milli Parkı’nın içinde bin metreden daha yüksek yerlerde kamp yapacak, farklı bir deneyim yaşayacaktım. Ve karar verdim…
O gün Türkiye’nin çeşitli şehirlerinden 4 X 4 araçları ile gelen katılımcılar ile Edremit’te buluştuk. Bir daha alışveriş yapma imkanımız olmayacağından dağda kalacağımız gün sayısına yetecek kadar erzağımızı alarak, konvoy halinde, buraları avucunun içi gibi bilen rehberimiz İbrahim’in eşliğinde, zeytin ağaçlarının arasından ilerleyerek, efsanevi dağların eteklerinde konuşlanmış, Altınoluk köyüne vardık.
“Burada altın oluktan akar. Çünkü zeytin buraların altınıdır…” Köy meydanındaki çınar ağacının gölgesindeki kahvede kahvelerimizi içerken, adeta nefes aldığımızı hissettik. Yola tekrar koyulup, dağ yoluna girdiğimizde ayaklarımızın altında kalan eşsiz manzaranın seyrine doyum olmuyordu. Yemyeşil ağaçların arasında yol alırken, arkamızda kalan denize bakmaktan kendimizi alamıyorduk. Bir noktadan sonra deniz görünmez olduğunda, artık Kaz Dağları'nın derinliklerine doğru ilerlemeye başlamıştık. Araçların hepsinde telsiz olduğundan her an diğer araçlarla haberleşebiliyorduk. Bu sayede geride bir araç kalırsa hemen fark ediliyor, bekleniyordu. Hatta yolculuğun başında araçlardan biri arızalanınca hemen müdahale edilerek, yola çıkmaya hazır hale getirildi.
Gün akşam ile buluşmaya başladığında, bin metrenin üzerindeki, kamp yerimize varmıştık. Araçlar kamp alanı içinde yerlerini aldılar. Hava kararmadan önce çadırlarımızı kurduk. Kamp ateşini yaktık. Masalar, sandalyeler, ocaklar çıktı ve akşam yemeği için hazırlanmaya başladık. Ortada “Sizde sarımsak var mı? Limon var mı?” gibi diyaloglar dolaşıyordu. Herkeste bir telaş, paylaşımlar had safhada idi. Bir aile gibi olmuştuk... Hazırlıklar bitince, yemekler yendi, içeceğini alan kamp ateşinin başına geldi ve sohbetler başladı. Daha önceki yolculuklardan maceralar, hikayeler, fıkralar anlatıldı. Benim için ilk yaşadığım bir deneyim olduğu için çok ilginçti. Gecenin geç saatlerine kadar süren, sohbetler sona erdiğinde herkes çok yorgun olduğundan, teker teker çadırlarına çekilmeye başladı. Gece çok soğuk olacağı için oldukça sıkı giyinmiştik.
İşte korktuğum an gelmişti. İlk defa çadırda kalacağım için oldukça tedirgindim. Çok yorgun olmama rağmen bir türlü uyku tutmadı. Gecenin sessizliğinde dışarıdan gelen her ses, çadırın yanından bir hayvan geçiyormuş hissini veriyordu. Bir süre sonra rüzgar da başlayınca, ritüel tamamlandı. Rüzgar çalıyor, ağaçların dalları oynuyor, benim kalp atışlarım da onlara eşlik ediyordu. Gece benim için çok zor geçti. Sabaha karşı sızabilmiştim. Ancak sabah uyanınca, gece yaşadıklarımı bir anda unutuverdim. Hemen kendimi çadırdan dışarı atıp, günün uyanışına şahit oldum. İçime derin çam kokusunu çektiğimde tüm hücrelerimin yenilendiğini, tekrar nefes almaya başladığını hissettim. Rüyada gibiydim adeta…
Kahvaltı sonrası ortalıkta hiçbir çöp bırakmamaya özen göstererek kamp alanından ayrıldık. Önce yangın gözetleme kulesine vardık. Tüm çevreye hakim bu tepeden manzara o kadar eşsizdi ki; büyülenmemek imkansızdı. İbrahim, yöre ile ilgili gerek coğrafi, gerekse kültürel bilgiler veriyordu. Tarihler boyunca bu coğrafyada yaşananlar… Efsaneler, rivayetler, mitolojik hikayeler… Bu kadar zengin bir hikaye portfoyüne sahip bir yerin, o muhteşem görüntüsüne tezat mütevaziliğinden etkilenmemek mümkün değildi.
Daha sonra eksik olduğunu fark ettiğimiz erzaklarımızı tamamlamak için kısa bir süreliğine aşağıdaki köylerden birine indik. Dönüşe kadar bir daha alışveriş yapma imkanımız olmadığından tüm eksiklerimizi almalıydık. Köy halkının samimi yaklaşımları, tüm Ege köylerinde görmeye alışkın olduklarımızdan olsa da, yine de çok etkilendik. “Gitmeyin, burada kalın, misafirimiz olun” diyen yaşlı teyzenin, ayrılırken boynumuza sarılması ise bambaşka güzeldi…
Dere kenarında verdiğimiz öğlen yemeği molasından sonra yeni kamp alanımıza doğru yola çıktık. Dere yataklarından, engebeli yollardan ilerlerken doğal bir “off-road” macerası da yaşıyorduk. Zaman zaman arabalardan inip, yolu kapatmış ağaçların üzerinden ya da altlarından geçişlerini izliyor, ilk defa gördüğümüz bu manzaralar karşısında büyüleniyorduk. Çok zorlu yerlerde yardım ve yönlendirmeler ile araçlar tek tek geçiriliyordu. Tam bir takım çalışması vardı. Yeni kamp alanımıza geldiğimizde akşam olmak üzereydi. Burası bir öncekine göre daha aşağıdaydı. Yine kamp ateşi yakıldı. Yemekler yendi. Sohbetler edildi. Kamp yaşamına alışmaya başlamıştım. İkinci gece bir öncekine göre daha iyi geçti.
Ertesi gün büyük gündü. Araçlar arazide off-road sürüşleri yapacaklardı. Biz de onları izlemek istiyorduk. Birlikte yola çıktık. Bu, hayatımda yaşadığım en heyecanlı yolculuklardan biri olmuştu. Araçlar, dere yataklarından, çamurların içinden, kayaların, ağaç kütüklerinin üzerinden yol alırken zaman zaman araçların içinde, zaman zaman da dışında olmak zorundaydık. Bir taraftan doğanın o sessiz, mütevazi görünümü, diğer taraftan zor yollarda ilerlerken yaşadığımız heyecan birbirine zıtlık gösterse de aslında bir bütünün parçalarıydı. İnanılmaz keyif almıştım. Kampa dönerken bir yandan yorgun, bir yandan da enerji doluydum. Dönüş sonrası yaptığımız uzun doğa yürüyüşünden sonra yine bir güzel kamp akşamı yaşadık. Üçüncü gün kampçılık konusunda daha da tecrübelenmeme rağmen hala geceleri uykuya geçmem oldukça zor oluyordu.
Son gece olduğundan daha geç yatıldı. Ancak erken kalkıldı. Yine konvoy halinde aşağıya indik. Zeytinli köyünde kısa bir çay molasının ardından, uzak şehirlerden gelenler teker teker yola çıkmaya başladılar. Biz de rehberimiz İbrahim’i Akçay’daki çiftliğine bırakarak yola koyulduk… Yorucu, ancak çok keyifli bir yolculuğun sonuna geldiğimizde, kamp hayatına büyük ölçüde alışmıştım. “Bir sonrakine gitmeye cesaret eder miyim acaba?” diye düşünüyordum. Şu an ise, çok kısa bir süre sonra çıkacağımız, daha uzun bir doğa yolculuğunun hazırlıkları içerisindeyim. Sizler yazımı okurken büyük olasılıkla ben yine yollarda olacağım…
Sanırım ben buna alışıyorum…