Exuma sponsorluğunda gerçekleştirdiğim bisiklet turumda sizlerle bu yazıda; Hindistan’ın en kuzeyinde, Ladak bölgesinde, Manali – Leh ana yolunda ve yüksek sayılabilecek irtifalardaki (3500-5300 metre) gözlemlerimi ve anılarımı paylaşmaya çalışacağım. Exuma'da yerli üretim, kaliteli ve uygun fiyatlı sentetik spor kıyafetleri bulabilirsiniz.
Evet, Spiti Vadisi'nden sonra Manali’ye vardım. Nerede kalacağım konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Bir süredir dağda taşta veya minik kasabalarda konaklıyordum. Manali ise turistik bir şehir. Eski Manali ve yeni Manali olarak iki muhitten oluşuyor, ve en ucuz konaklama imkanı eski Manali’deymiş. Ona sor buna sor derken ucuz bir oda buldum kendime, fakat çalışanlar gerizekalılıklarının dışında son derece gıcıklardı da. ‘Yok baba, bağlasan durmam burda’ dedim kendi kendime. Ama geceyi geçirip dinlenmeliydim önce, bütün eşyaları merdivenlerden yukarı taşımıştım bir kere. Spiti Vadisi'nde tanıştığım Amit vardı, Hindistanlı bir motorcu, Facebook’ta denk geldik ve o da eski Manali’deymiş. Ertesi sabah Dylan’s Coffee’de buluştuk. Ekstra şatlı güzel bir amerikano içtim, uzun zamandır kahve içmemiştim ve güzel gitti. Oda mevzusunu anlattım Amit’e ve Manali’ye geldiğinde senelerdir konakladığı bir guesthouse varmış, hemen eşyaları topladım ve oraya gittik. Ganga Guesthouse. Ana yoldan (‘ana yol’ dediğime bakmayın, Manali’yi anlattığımda anlarsınız) köye, yani eski Manali’deki en eski yerleşim birimine giriyorsunuz, daracık yollardan sağa sola saparak ilerliyorsunuz, aralarda bir yerlerde bu guesthouse. Aynı zamanda defalarca inek dışkılarının üstünden de geçebiliyorsunuz. Hayatımda gördüğüm en tatlı yaşlı amcalardan biriydi mekanın sahibi. Hem Amit hikayemi anlattığında bana indirimli bir fiyat verdi amca, hem de kendisi şeker gibiydi. Demiryolu projelerinde görev alan üst düzey bir devlet memuruymuş zamanında, İngilizcesi çok iyi seviyede, aynı zamanda yoga eğitmeni, ve 70'li yaşlardaydı amca(yaşını sordumdu da unuttum şimdi). Güleryüzlüydü ve sürekli şakalar yapıp gülüyordu ve güldürüyordu bizleri.
Aslında ben Manali’ye gelmeyecektim fakat Magura fren kartuşlarına ihtiyacım vardı. Araştırmalarıma başladım. Güney Hindistan’da bulunan bir kaç büyük bisiklet mağazasını aradım. Söylediklerine göre Hindistan’ın en büyükleriymiş. Magura’dan insanların haberleri bile yok burda. Pakedi ya Türkiye’den birinin göndermesi gerekiyordu bana, ya da internetten kendim sipariş edecektim. Fakat teslim süresi çok önemliydi ve sanırım Türkiye’den DHL express ile gönderilmesi en doğrusu olacaktı. Facebook’ta konuyla ilgili bir paylaşımda bulundum, yazdıklarımı tam olarak hatırlamıyorum fakat gönderide belirgin bir şekilde yardım talebinde bulunmamıştım. Bahadır Tuncay, ultra maratonlardan tanıdığım güzel insan, hemen yazdı bana ve ‘nereden ne alınacak, nereye gönderilecek, bunları bana söyle ve gerisine karışma’ dedi. Eksik olmasın. Kartuşları da hediye olarak alacaktı, ‘aman ağabey, dur ağabey, ben onu ayarlayacağım’ falan dedim ikna ettim bir şekilde. Aynı gün içerisinde atladı motoruna gitti pakedi teslim aldı ve DHL express ile gönderdi Hindistan’a. Ne denir ki şimdi ? Teşekkürler Bahadır. Spiti Vadisi'ne girerken yolda tanıştığım Hindistanlı iki motorcu vardı. Çok temiz insanlara benziyorlardı. Prashant bu iki elemandan biriydi ve Dehra Dun’da yaşıyordu. Pakedi Bahadır Dehra Dun’a gönderdi. Dehra Dun’dan Prashant ise bana, Manali’ye gönderdi. İşin komiği; paket İstanbul’dan Delhi’ye 2 günde, Delhi’den Dehra Dun’a 1 günde, ve Deha Dun’dan ise Manali’ye 1 haftada geldi. Dehra Dun’dan Manali’ye, Hindistan’ın yerel kargo şirketi olan DTDC ile geliyordu paket ve internetten takip ediyordum hergün. Hayatımda gördüğüm en abuk, en saçma rotayı izleyerek geldi paket Manali’ye. O yüzden bu kadar uzun sürmüştü. Hindistan işte, ne yaparsın. Pakedin her gün nereden nereye gittiğini harita üzerinde size göstersem, ya gülersiniz ya da ağlarsınız, bir insanlık dramı.
Pakedi beklerken Premal ile tanıştım. Gerçek ismi Catherine olan Amerikalı bir kadın, fakat yıllarca Hindistan’da yaşamış, meditasyonda bazı aşamaları tamamlamış ve gurusundan Premal ismini almış. 225 cc Honda Hero motoru var bir tane, takılıyor kafasına göre. Pakedi beklediğim süre boyunca sık sık yakındaki Vashist köyüne gittik. Yüksek minarelli suyu olan minik bir kaplıca var Vashist’te, bedava, ve bir Hindu tapınağının içinde. Vashist’ten yürüme yolu 2 saat kadar gidince de Jogini şelalesine gidebiliyorsunuz. Biz gittik. Vashist köyünde bir de elle oyulmuş sanatsal ahşap bir kapı gördüm, aşağıdaki fotoğraf albümünde göreceksiniz, çok hoşuma gitti. Tapınak falan değil, bildiğiniz ev kapısı. Ama her evin de böyle kapısı yok tabi köyde.
Manali’yi anlatmak istiyorum biraz. Yeni Manali denilen yer, Hindistanlı yerel turistlerin rabet ettiği, gereksiz bir kalabalık ve gürültünün olduğu bir muhit. Üstelik daha pahalı gibi. Benim için ‘eşşeği bağlasan durmaz’ statüsünde olan muhit. Eski Manali ise, yeni Manali’nin iki üç kilometre daha yukarısında ve daha sakin bir muhit, ‘backpacker’s place’. Nepal ve Hindistan’daki diğer bazı noktalarda olduğu gibi burda da İsrailli akını vardı. Askerlik görevini tamamlamış ve görev sırasında parasını biriktirmiş genç İsrailliler böyle yerlere akın ediyorlar. Kabaca konuşuyorum; göreceğiniz 10 genç İsrailliden 7si esrar içmeye gelmiş resmen. Esrar buralarda çok yaygın, yereller için ise İsraillilere satış yapmak güzel bir gelir kapısı. Başta ön yargım yoktu insanlara karşı, fakat tanıştıkça konuştukça anladım ki İsraillileri sevmedim. Zamanla da bir ön yargı oluştu, yalan yok. Eminim ki şeker gibi olanları da vardır, bana denk gelmedi galiba. Neyse, eski Manali’de sadece bir tane ana yol var. Bu anayolun düz olduğu hiç bir bölüm yok, değişen eğimlerle sürekli tırmanış. Yolun genişliği ise iki arabanın anca sığacağı, bazen de sığamayacağı kadar. Yol boyu dükkanlar mevcut. Kafeler, kılık kıyafet dükkanları, turizm acenteleri, esrar tüketiminde kullanılabilecek her türlü alet edevat vs. Yol boyunca yürüyen insanları, sıkışan trafiği ve sık sık çalan kornaları duyabilirsiniz. Hindistan sürücülerinin kabiliyetsizliği, trafiği sanki özel bir uğraş vermişçesine sürekli kilitlemeleri ise ayrı bir durum. Örnek; bir araç 10 saniye bekleyip diğerine yol verse trafik akacak, ama ‘yol vermek’ gibi bir kavram olmadığından ve sabit bir ‘daima ileri’ anlayışı hakim olduğundan, 10 saniye bekleyemedikleri için trafiği kitliyor iki araç, ve toplamda 35 araçlık kilitlenmiş bir trafik oluşuyor ve trafiğin tekrar açılması en az 5 dakika sürüyor. Türkiye’de böyle bir durum, stresten kendini kaybetmiş Türk şoförlerinin ölümcül şiddet eğilimleriyle sonuçlanabilir. Fakat burda gündelik hayatın bir parçası. Leh’te ise bu durum anlatılmaz boyutlara ulaşacaktı, henüz haberim yoktu tabi. Neyse, Manali’de tabiat ise oldukça güzel, ormanlık, yakında bir de kocaman nehir var. Manali’nin daha yukarılarına veya yoldan sapıp ara sokaklardaki guesthouselara giderseniz kısmen doğanın da tadını çıkarabilirsiniz. Şehir dışındaki bir ormanda kurulan kampın yerini tutmaz tabi ki.
Manali’den Leh’e doğru yola çıktım sonunda. Yolda tedarik konusunda sıkıntı yaşayacağım söylendiği için çantaları yiyecek malzeme ile doldurdum. Yola çıkınca fark ettim ki bisiklet eşek ölüsü gibi ağır olmuş. İlk yüksek geçişimi Spiti vadisinde yapmıştım, 4570 metrelik Kunzum La geçişi. Bu rota üzerinde pek çok diğer geçiş olacaktı. Rota üzerindeki ilk geçişim ise Rohtang geçişiydi, 3997m. Manali’den oyalanarak ayrılmam, bisikletin ağır olması, ve Ortlieb çantamın yolda yine vida fırlatması nedeniyle çok vakit harcadım ve ilk gün Rohtang’ı geçemedim. Zorlasam geçerdim ama gerek görmedim. 3300 metredeki Marhi kasabasında çadırımı kurdum. Çadırı kurduğum mekanın hemen yakınında görevdeki bölge polislerin kaldığı büyük bir koğuş varmış. Beni içeri ikram ettiler. Yemeğimi yemiş ve çadırımı kurmuştum. Tutturdular ‘yemek yiyelim’ ve ‘burda yat gece’ diye. Zar zor ikna ettim adamları da çadırımda kaldım. Aşırı ilgi de çok beziyor, ‘anlatılmaz yaşanır’ türünden. Gece koğuşta kalsaydım eminim beynimi yerlerdi. Gerçi koğuşu terk etmeden önce ısrarlara dayanamadım ve ben de viski içtim. Ben mekandan ayrılmadan önce bazıları yamulmuştu bile.
Ertesi gün Rohtang’ı geçtim. Rohtang’ın tepesinde pek de özel olmayan bir manzara vardı. Yol üzerinde sağlı sollu tezgahlarda atıştırmalıklar, közde mısır, ıvır zıvır satılıyordu. Turistik minik at sürüleri ve para kazanan sahipleri, kayak kıyafetleri ve çeşitli kayak malzemeleri kiralayan minik dükkanlar vardı. Bunlar kimin için? Güneyden gelen yerel turistler için. Artık ‘kıro’ mu dersiniz yoksa ‘görmemiş’ mi, garip garip insanlardı bunlar. Yol kenarındaki sert karda, 1000 metre kare kadar bir alan diyeyim, kayak malzemesi kiralayıp dikeyde 30 metre kadar kayabiliyorlar. Çok garip bir görüntü. Türkiye’de yol kenarında piknik yapıp karpuz kesen insanlar gibilerdi. Herneyse, Rohtang’ı geçtim ve kaptırdım, Keylang’a kadar gittim. Keylang’dan az önceydi sanırım, uzun bir su geçişi vardı. Tahmini 40 m uzunluğunda, diz boyu derinliğinde, buz gibi olan bir su geçişiydi. Suyun tabanını oldukça iri taşlar oluşturuyordu. Ayakkabıları ve çorapları çıkarttım sudan geçmek için. Fakat çift yönlü olan trafik kitlenmiş, iki yönde de uzun araç kuyrukları oluşmuştu. Çünkü tek seferde bir araç geçebiliyor, ve suyun derinliği ve tabanıyla da ilgili olarak aracın geçmesi çok uzun zaman alıyordu. Bisikletimi ittirerek geçirecektim belli ki. Doğal olarak kimse bana 5 dakika izin vermek istemedi. Bekledim bir süre, fakat beklemenin sonu olmayacaktı. Lafın gelişi değil, hakikaten 6 saat falan beklerdim herhalde 40m ileri geçebilmek için. Her tarafta insanlar ve araçlar vardı. Beklediğim son araç da geçtikten sonra, karşı yönden henüz suya yeni girmekte olan bir minibüse el kol işaretleri yaptım ve daldım suya. Adam beni umursamadı bile. Bu da Hindistan trafiğinin bir gerçeği, iki tekerli herhangi bir araca hiç bir sürücünün saygısı yok. Bisikletin tekerleri iri taşların arasına sıkıştılar defalarca ve zorlanarak da olsa ilerledim. Yine bir ittirme kaktırma mücadelesi içindeyken ben, bu minibüs sol ayağımın tahminen 10 cm yanından geçti. Yalın ayak olduğumu, zeminin iri taşlık olduğunu ve ayağımın üzerinden geçecek aracın dev bir minibüs olduğunu düşünürsek; ayağım kolay tamir edilemez şekilde parçalanırdı herhade. Yine çok sinirlendim ama sinirlerime hakim oldum. Ne yapabilirdim ki ? Gece Keylang’da bir odada kaldım. Keylang, hiç bir özelliği veya güzelliği olmayan, yol üzerindeki bir kasaba. ‘Bir gün daha kalayım’ diyecek bir neden yok yani. Zaten neden olsa bile pedal çevirme modundaydım artık. Ertesi gün Zing Zing Bar adındaki kasabaya gittim. Kasaba bile denilemez aslında. Sadece yol kenarında kurulu olan paraşüt çadırlar vardı. Çadır köyü diyebiliriz. Paraşüt çadır ise, bildiğimiz paraşütten yapılıyor. Tahminimce Hindistan ordusundan atıl durumdaki paraşütleri alıyorlar, ve sopalar ve gerdirilen iplerle dev bir çadır haline getiriyorlar. Genellikle Ladaklı insanlar (Ladakiler) veya Nepalliler, sezonluk olarak Manali Leh yolu üzerinde çadırlar kuruyorlar.
Çadırlarda çay, yemek ve konaklama imkanı sunuyorlar ve para kazanıyorlar. Müşterileri ise ağırlıklı olarak Royal Enfield motosiklet sürücüleri. Zing Zing Bar’a gidene kadar askeri bölgelerden ve çöl tipi garip yerlerden, ve vadilerden geçtim. Zaten kuzeyde her yer askeri bölge. Aşağı Zing Zing Bar ve yukarı Zing Zing Bar var, benim planım yukarı Zing Zing Bar’da konaklamaktı. Aşağı ile yukarı arasında 8-9 km durmaksızın tırmanış var. Aşağıda çay için mola verdim, 2 tane Hindistanlı motorcu bana çay ısmarladılar, sordular da sordular. O soruyu cevapla bu soruyu cevapla derken oturduğum yerde ağırlık çöktü bana ve orda konaklama kararı aldım. Aşağı Zing Zing Bar’da çadırda uyudum, sabah uyandığımda şakır şakır yağıyordu yağmur. 4100 metredeydim ve yağmur durmak bilmedi, biraz dinmesini bekledim. 2 saat kadar bekledikten sonra hafifleyen yağmurla birlikte attım kendimi yola. Yağmur kıyafeti olarak sadece goretex bir ceketim vardı. Diğer malzemeleri Türkiye’ye geri göndermiştim çünkü uzun süre yanımda taşımış ve çok az kullanmıştım. Goretex bir bisiklet pantolonum vardı mesela, fakat sürekli pedal çevirince bacaklarım ter içinde kalıyordu ve yine ıslanmış oluyordu. Ben de ne var ne yok göndermiştim. Fakat şu dersi almış oldum; goretex pantolonun içindeki bacaklar ıslak ve sıcak, normal bir pantolonun içindeki bacaklar ise ıslak ve buz gibi oluyorlar. Türkiye’den Trabzon’un çıkışındaki bir dükkandan aldığım su geçirmez eldivenlerim vardı bir de, su geçirdiğini bu rotada öğrenmiş oldum. Şöyle oldu; 4100 metrede hafifleyen yağmur ile yola koyuldum, yükseldikçe yağmur şiddetlendi. Ellerimi ıslak ve buz gibi oldukları için pek hissetmiyordum, hareket kabiliyetleri kısıtlıydı, ayaklarım donmuş gibilerdi, donuma kadar sırılsıklamdım, fakat en büyük avantajım ise üst vücudumun kuru olmasıydı çünkü su geçirmez cekedim vardı. Derken yağmur doluya döndü, dolu ise kara döndü. Dağın tepesinden aşağı inen gürül gürül su, yolu farklı noktalardan patlatmıştı. 25-30 metre uzunluğunda ve diz boyunu bulan derinliklerde ve 4600 metrelerde bu suları geçtim defalarca. Bir de siyah duman bırakan Tata kamyonlar vardı ki, yolun olmazsa olmazı. Öyleydi böyleydi derken Baralacha La geçişini yaptım, 4900 metre. Geçişten sonra saldım bisikleti aşağı. Sanıyorum ki 10km kadar aşağıda yine bir çadır muhiti vardı. Sağlı sollu paraşüt çadırlardan oluşuyordu muhit ve çok soğuktu. Ben zaten rezalet durumdaydım. Hemen bir çadırda durdum, çantalardan kılık kıyafet çıkarttım ve üstümü değiştirdim. Henüz akşam üstü olmamıştı, yola devam edilebilirdi, fakat hava koşulları ve enerji seviyem pek iyi değildi. Dinlenmek ve sağlık sıhhatimi korumak benim için öncelikliydi. Buz gibi olan geceyi burda geçirdim, herhalde 4600 metredeydim. İklim sertleşmişti fakat coğrafya kesinlike çok güzeldi. Baralacha La’dan hareket ettim sabah. Yolun ilk bölümü rezaletti, tam bir rezalet. Sarchu’ya yaklaştıkça düzeldi yol ve hız bile yaptım bir süre için. Bu bölgelerde hız yapabilmek, düz yollardan ilerlemek tam anlamıyla lüks. Sarchu, 4300 metrede dev bir çayırlık alan. Çok enteresan. Zaten tek bir yol var, Manali Leh yolu, yolun sağında solunda pek çok noktada ise turistik kamp alanları var. Sizin için herşey ayarlanmış. Onlarca çadır kurulmuş, içlerinde yatak döşek herşey mevcut, tuvalet çadırı, mutfak çadırı vs herşey hazır. Gidip konuşmadım adamlarla ama daha sonra pek çok kişiden duydum ki oldukça pahalı kamp alanlarıymış bunlar. Kendi çadırım ve kamp malzemelerim varken daha lüks olan başka bir çadırda kalmak için 25-30 dolar para ödemek saçmalıktan başka birşey omazdı.
Sarchu, resmi olarak Ladak vadisinin başladığı sınır kasabası. Sarchu’yu geçtim ve derin olmayan fakat oldukça uzun bir vadiye geldim. Köprüden karşıya, vadinin öbür tarafına geçmem gerekiyordu. Sanırım 10 dk kadar, askeri araçların köprüden geçmelerini bekledim. En kuzey Hindistan, yani Çin ve Pakistan’a sınırları olan benim gittiğim bölgeler, tamamıyla askeri bölgeler ve sürekli askeri araçlar görüyorsunuz. Görmediğiniz bir gün gariplik var demektir. En kuzeye gittiğimde, en az 150 tane askeri kamyon gördüğüm günler oldu. Hem bu nedenle, hem de 2 tekerli hiç bir araca hiç bir şoförün Hindistan trafiğinde saygısı olmadığı için, bu köprüde uzun bir konvoyun geçmesini bekledim bisikletim ile. Köprü sadece bir aracın geçebileceği genişlikte ve kısa bir köprüydü, 30 metre kadar diyeyim. Uzun uzun anlattım, fakat 30 metrelik bir köprüden geçebilmek için kalabalık bir askeri konvoyu 10 dk beklemek çok saçma sapan bir his. Hiçliğin ortasındasınız, sadece siz ve kamyonlar var, başka kimse yok, zaten köprünün girişi dar boğaz oluyor ve bütün kamyonlar durmak zorunda kalıyor, tek yapacakları en fazla 1 dakika beklemek. Neyse, vadinin öbür tarafına geçtim. Yol daha bozulmamıştı, nisbeten hala güzeldi ama Sarchu yolu kadar değil, aynı zamanda düzdü ve hafif eğimli inişler çıkışlar vardı. Yine gaza geldim, ortalama 35 kms ile gittim bir süre. Derken Nakee La’ya doğru tırmanış başladı. Öğleden sonra olmuştu. Tırman tırman, anasını sattığımın yolu bitmedi. Epey yukarılarda bir yerlerde kitlenmiş bir trafik vardı. Sanırım 4600 metrelerde bir yerdeydim. Hayatımda böyle bir irtifada sıkışmış böyle bir trafik ile ilk defa karşılaştım.
Bir süre sonra gördüm ki bir kamyon devrilmiş ve konumu itibari ile trafik yavaşlamış. Bir de onu kurtarmaya başka bir araç gelmiş ve derken trafik komple kitlenmiş. Aralardan derelerden geçtikten ve tırman tırman bitmeyen yoldan sonra sonunda zirveye ulaştım. İrtifa 4750 metre idi sanırım. Zirvede rüzgar şiddetlendi, üşüdüm. Bir iki fotoğraf çektikten sonra aşağıya inişe geçtim. Yollar artık oldukça bozuktu. Asfalt bitmiş, saçma sapan taşlı topraklı ve çamurlu bir yola bırakmıştı kendini. Whisky Nala’ya indim. Ne ‘köy’ ne de ‘kasaba’ diyebilirim Whisky Nala için. Çünkü Ladakilerin işlettiği, yolun iki tarafında karşılıklı iki büyük paraşüt çadır vardı. Yokluğun ortasında sadece 2 çadır ve onları işleten insanlar. Kerosen ocağı ile pişirdikleri pirinç ve mercimek, Maggi sentetik makarna (instant noodle), sütlü çay ve paketli abur cubur ürünleri satarak ve çadırda konaklama imkanı sunarak para kazanıyordu bu insanlar. Sezon bitince Ladak’a geri dönüyorlardı. Yolun sağındaki paraşüt çadıra bisikleti çektim, yemeğimi yedim. Etrafta bu iki büyük çadırdan ve bir karayolundan başka hiç bir şey yoktu. Kuru, serin ve sakin bir ortam vardı. Etrafımız doğal olarak dağlar ile çevriliydi. Derken yerli turistlerden oluşan motorcu bir ekip geldi kaldığım çadıra. Çok gürültülü, hiç susmayan, 6 kişilik son derece kıro bir ekipti. Durum çok hoşuma gitmedi açıkçası. Fakat elemanların biri ile konuşurken ben, ‘Türkiye’den geldim’ dedikten sonra, çadırın girişinden beni izleyen biri ‘sen Türk müsün?’ dedi bana. Hindistan’da olduğum ve sürekli garip olaylara şahit olduğumdan olsa gerek, çok büyük bir şaşkınlık yaşamadım açıkçası. Fakat dünyanın bir ucunda, 4700 metredeki bir çadırın içinde, bir Türk ile karşılaşmak çok enteresan değil mi ?. Bir İsraillinin başka bir İsrailli ile Hindistan’da karşılaşma ihtimali, bir Türk’ün başka bir Türk ile yine Hindistan’da ve 4700 metrede karşılaşma ihtimalinden 488 kat daha fazladır diye düşünüyorum. Derken tanıştık. İshak ve Mesut ağabeylerdi, iki kişilerdi. Daha ziyade İshak ağabey ile sohbet ettik, sanırım Mesut ağabey yorgundu ve aramızdan ayrılmıştı. 1200 cc büyük BMW motorları ile son derece güzel bir rotadan gelmişlerdi. Fakat bana göre çok hızlılardı tabi. Tecrübelerimiz son derece farklı idi. Türkiye’den orta Asyaya, Çin’in uzak batısına, Pakistan Karakorom yoluna, ordan da Hindistan’a uzanan ve sanırım durmaksızın ilerledikleri 40 gün kadar süren bir maceraya imza atmışlardı. Kendilerini tekrar çok tebrik ediyorum. Devamında ise Katmandu’ya varıp, orada eşleriyle buluşup biraz turistlik yapıp, motorları uçağa verip ordan da hep beraber Türkiye’ye döneceklerdi. ‘Türkiye’ye geldiğinde mutlaka Antalya’ya gelmelisin, seni misafir etmek isterim, çok güzel bir arkadaşsın’ diyerek gönlümü fethetmekle kalmadı İshak ağabey, aynı zamanda bana bir teneke közde patlıcan ve bir teneke de biber dolma konservesi vererek ağzımı tatlandırdı. Ben yükseklik değişimlerine hem daha yavaş olduğum için hem de yol boyunca daha fazla fiziksel efor sarf ettiğim için doğal olarak daha iyi uyum sağlamıştım bu iki çılgın Türke göre.
Ertesi sabah konuştuğumuzda ikisinin de son derece rahatsız bir gece geçirdiklerini öğrendim. Ben de makina değilim tabi, gece benim de dilim damağım kurudu ve iki üç kere su içmek için uyandım. Fakat şiddetli baş ağrısı ya da benzer semptomlarım yoktu. Ben Manali’den Leh’e doğru seyahat ediyordum, onlar ise Leh’ten Manali’ye. Biraz bilgi paylaştıktan sonra sabah ayrıldık. Whisky Nala iki geçişin tam ortasındaydı. Biri önceki akşam geçtiğim Nakee La, diğeri ise bugün geçecek olduğum Lachulung La idi. Lachulung La’ya kadar tırmandım yine. Formdaydım. Önceki gün Nakee La’ya tırmanırken zihinsel olarak huzursuz olmuştum, ‘tırman tırman bitmiyor arkadaş, bu ne böyle ?’ diyordum kendime. Fakat bugün moral ve motivasyon da tamdı. Rahatlıkla çıktım Lachulung La’ya; 5000 metrenin üstünde, fakat bir öncekine nazaran daha yüksek bir geçişti bu. İnişe geçtim. Çok enteresan coğrafyalardan geçtim bu inişte. Kısmen Kapadokya’daki peri bacalarına, kısmen de Amerika’da vahşi batı filmlerinin çekildiği büyük kanyonlara benzer garip yerlerdi bu yerler. Pang adındaki çadır kasabasına geldim. Burası da aslında yokluğun ortasına kurulmuş çadırlardan oluşan sezonluk bir dinlenme/konaklama alanıydı, fakat çadır sayısı çok fazla idi. Aynı zamanda Manali-Leh arasında yolculuk yapan turistleri taşıyan pek çok jip ve minibüs ile yerel Tata kamyonlar burda mola veriyorlardı. Hatırlamıyorum ama kafadan atmak gerekirse en az 30 çadır olduğunu söyleyebilirim Pang’da. Bu nedenle ‘çadır kasabası’ dedim. Ortalıkta hafif bir curcuna da hakimdi. Ya da ben çok ıssız yerlerden geçtiğim ve sakinliğe alıştığım için burası bana kalabalık görünmüştü. Benim için tam bir görüntü kirliliğiydi bu ortam. Her biri ayrı bir şey ile uğraşan insanlar, çadırlar, ve bir sürü araç. Pang’da bir de askeri üs benzeri bir yer vardı, ne olduğunu bilemedim. Büyük barakalar vardı. Pang’da otururken yukarı tırmanan yolu rahatlıkla görebiliyorsunuz. İrtifa farkı tam olarak ne kadar bilmiyorum, ama Pang’dan 7-8 km durmaksızın tırmanan bir yol vardı. Bu yoldan tırmandım ve bölgede son derece meşhur olan Morei düzlüklerine vardım. Morei düzlüklerinin rakımı 4700 metre idi galiba. 48 km boyunca, kaymak gibi asfaltı olan, bir damla su bile bulamayacağınız, hiç bir tedarik imkanının olmadığı garip dümdüz bir yer bu Morei düzlükleri. Etrafım kupkuru toprak, biraz çalı çırpı, ve kupkuru dağlar ile çevrili idi. Ladak bölgesi coğrafi sınıflamada ‘alpin çölü’ kategorisine giriyormuş bu arada, ben de sonradan öğrendim.
Morei düzlüklerini çok hızlı geçtim ve akşam üstü Debring’e geldim. Pang’daki kadar olmasa da yine de çadır sayısı fazlaydı Debring’de. Budist bir anne ve kızının işlettiği bir çadırda kalacaktım bu akşam. Öncelikle şunu söyleyeyim; bir anne ve kızının, iki kadın olarak bir çadırı işletmesi, çadırda içki de servis etmesi, yakındaki kamptan gelen Biharlı yol işçileri de dahil olmak üzere çadıra gelen pek çok erkeğin çadırda efendi bir şekilde içki içmeleri, herkesin birbirine saygılı olması, bana çok enteresan ve bir o kadar da takdire şayan gözüktü. Bunun da dışında; çat pat üç beş İngilizce kelime ve vücut dili ile bu iki kadınla çok iyi anlaştım. Bölge insanları içinden, uzun süredir gördüğüm en güler yüzlü olanlarıydı sanırım bu anne ve kızı. Debring 4600 küsür metredeydi ve 60 yaşındaki bu anne, müşteri kapmak maksadıyla, çadırın önünden yavaşça geçen bir jipi koşarak yakaladı ve adamları çadıra getirip çay servis etti. Girişimciliğini mi taktir edersiniz bu kadının, yoksa fizyolojisi hakkında şaşkınlık mı duyarsınız bilmiyorum. Ama ben şaşırdım yani, kadını ağzım açık izledim o an. Son olarak da şunu söyleyeyim bu kadınla ilgili; bir yandan da vakit buldukça kilim benzeri bir şey dokuyordu çadırın arka tarafında. Kadın nükleer santral gibiydi, içinde sürekli bir tepkime vardı sanki ve dışarıya enerji saçıyordu.
Debring’de konakladıktan sonra meşhur Taglang La’ya doğru yola koyuldum sabah. Taglang La, 5300 küsür metre yüksekliği ile Khardung La’dan sonra ikinci en yüksek karayolu geçişi Hindistan’da. En azından Hindistan hükümetinin deklare ettiği bilgi bu. Konuyla ilgili iki önemli nokta var. Birincisi; daha kuzeyde olan Khardung La’da yer alan rakım tabelası yanlış. Tabeladaki irtifayı metrik sisteme çevirdiğinizde 5600 metre gibi bir şey yapıyor. Halbuki gerçek yüksekliği 5381m, bizzat kendim ölçtüm GPS ile. İkincisi; aslında neredeyse kimsenin bilmediği, daha da yüksek, gerçekten Hindistan’ın en yüksek karayolu geçişi olan Marsimik La adındaki geçişin varlığı. Şahsen benim de haberim yoktu bu geçişten. İstanbul’da yaşayan ve yılarını gezginlere destek olarak geçirmiş Mehmet ağabeyden aldım bu bilgiyi ve bölgede araştırıp doğruladım. Marsimik La’nın yüksekliği ise 5580m idi sanırım. Marsimik La konusuna sonraki yazılarda değineceğim, şimdilik burda bırakıyorum konuyu. Şimdi Debring’e ve Taglang La tırmanışına geri dönüyorum. Taglang La’ya doğru tırmanışa geçtim. Bir süre boyunca ortalama bir eğimle yükseldim, derken eğim azaldı ve bir süre öyle ilerledim, ve son olarak eğim daha da arttı ve zirveye ulaştım. Yol koşullarına değinecek olursam; Debring’den sonraki ilk 15 km’nin delik deşik bir stabilize olduğunu, sonrasında düzeldiğini ve zirveye ulaşmadan önceki son kilometrelerde iyice rezil bir hal aldığını söyleyebilirim. İklime de değineyim. Hava gitgide soğudu ve zirvede iyice buz kesti. Kısa bir süre de kar yağdı.
Temmuzun 3. haftası idi. Taglang La’dan inişe yeni geçmiştim ki ön lastik patladı. Lastik patlatma konusunda turcular arasında bir yarışma yapılsa kesinlikle ilk üçe girerim. Birinci olma ihtimalim ise çok yüksek. ‘Bu Schwalbe lastikler çok sağlam, çok güzel, kaç senedir kullanıyorum daha bir kere patlamadı’ diyen bile oldu bana İstanbul’dayken. Bugüne kadar tur boyunca sanırım arka lastiği 7 kere, ön lastiği de 3 kere patlattım. 5300 metrelerde lastiğinizin patlaması, inanın bana, hiç ama hiç istemeyeceğiniz bir durum. İçim o kadar daraldı ki, lastiği değiştirmek istemedim bir süre, inanın. Bıraktım bisikleti, etrafta dolandım şapşal şapşal, fotoğraf makinasını çıkarttım ve biraz fotoğraf çektim. Son olarak, her ne olursa olsun bu işi yapmak zorunda olduğumu idrak ettim ve sıvadım kolları. Lastik tamirinden sonra ise bitmek bilmeyen inişe geçtim. İniş çok güzeldi. 5300 metrelerden 3300 metrelerdeki Upshi’ye kadar, 60 km boyunca komple inişti. Yüksek hızlara da ulaştım. Yolun genel durumu çok iyiydi. İnişin ilk yarısını tamamladığımda, 30. Kilometrede Rumtse kasabasında buldum kendimi. Dağ yollarından, soğuk iklimden, duş almanın hayal bile edilemeyeceği mekanlardan geçtikten sonra burda Rumtse’de her yerde minik guesthouseları ve ’24 saat sıcak su’ tabelalarını görmek garipti. Üstelik her taraf arpa ekiliydi ve yemyeşildi. Bir de yolun sağ tarafındaki vadiden geçen büyük nehir vardı. Ben yoluma devam ettim ve yazdığım gibi Upshi’ye kadar indim. Upshi çok rezalet bir yerdi. Toz toprak içinde garip bir kasabaydı. İnsanlar güler yüzlü değildi, kimse mutlu gözükmüyordu açıkçası. Jiplerin ve otobüslerin mola noktası olan kasabalardan biriydi belli ki. Somurtkan, gıcık bir kadının işlettiği mekanda kendime bir oda buldum. Dışarıda susuz, kuru tuvaleti vardı bu mekanın. Mekanda su yoktu. Az biraz gerilimli bir diyalogdan sonra kendime bir kova dolusu buz gibi su ile bir de maşrapa ayarladım ve banyo yaptım önce. Çamaşır yıkamak için ise nehre inmeye karar verdim.
Yolun dışına çıkıp da nehre doğru yürümeye başladığımda fark ettim ki her tarafta insan dışkıları vardı. Tüm dikkatimi toplayıp, mayın tarlası misali dışkılarla bezenmiş zemini izleyerek ve adımlarıma dikkat ederek indim nehre ve yıkadım çamaşırlarımı. Grimsi garip bir suyu vardı nehrin ve sabunlu çamaşırları tamamen durulayabilmek oldukça zaman aldı. Komik olan tek hikayem bu değil Upshi kasabasında geçen. Bir de tıraş hikayem var, okurken çok eğleneceğinizden eminim. Başlıyorum. Sakal tıraşı olmak istedim. Bu hissiz ve sıkıcı küçük kasabadaki bir kaç bakkaldan birine daldım. Tıraş bıçağı satın aldım. Kaldığım mekana gittim. ‘Mekan’ diyorum, çünkü aşağıda ufak bir lokantası vardı mekan sahibi gıcık kadının, yukarıda ise iki odası ve bir de geleneksel susuz Ladak tuvaleti. Bu tuvalet de şöyle oluyor; kerpiçten bir odaya giriyorsunuz, ortada büyük bir delik var, malzemeyi bırkıyorsunuz delikten, 2-2.5 metre boşluktan düşüyor, ve oradaki dev kuru öbeğin bir parçası oluyor artık. Aylar veya yıllar sonra bu öbeği gübre mi yapıyorlar, ya da ne oluyor nasıl oluyor, en ufak bir fikrim yok açıkçası. ‘Guesthouse’ değil yani bu mekan, zaten tabelası da yok. Neyse, mekana gittim, ayna aradım. Arkadaş, ayna olmaz mı insanların yaşadığı bir mekanda ? Burda yoktu ayna. Ne yapacaktım ? Çıktım dışarı, sağa sola bakınarak yürüdüm, fakat ayna bulamadım. Ona sor buna sor derken (vücut dili de kullanarak tabi), oranın yerlisi bir adam ‘gel gel, beni takip et’ gibilerinden bir şeyler dedi ve adamı takip ettim. Küçük evlerin arasından, ‘sokak’ denemeyecek kadar kısa boşluklardan, çöpler ve boş içki şişeleriyle bezenmiş bir zeminde ilerleyerek bir eve vardık. Bana ‘otur burda bekle’ dedi. Beklemeye başladım. Ne kadar saf ve ne kadar keriz olduğumu birazdan anlayacaktım. Ben hala adamın iyi niyetli olduğunu ve bana ayna getireceğini sanıyordum tıraş olayım diye, adam ise tıraş takımlarıyla geldi. ‘Tıraş takımı’ dedim, fakat eski püskü bez bir torbanın içinde fi tarihinden kalma ustura, fırça, vs vardı. Beni tıraş edip para kazanmaktı amacı. ‘Oğlum Oğuz, yine kimlerle ve nelerle uğraşıyorsun ?’ dedim kendi kendime ve orayı terk ettim. Kasabada bir bakkalda ayna buldum, bakkalı işleten genç bir elemandı ve İngilizce biliyordu. Dedim ‘gözünü seveyim şu aynayı bana bir 15 dakikalığına ödünç ver de nehirde tıraş olup geleyim’. Sağ olsun, gıcıklık yapmadı ve aynayla birlikte nehre doğru yola koyuldum. Yine aynı şekilde, yanlışlıkla dışkılara basmamak için bütün dikkatimi nehir kenarındaki taşlık zemine verdim ve nehre indim. Nehrin suyundan mıdır, tıraş bıçağının dandikliğinden midir, yoksa kullandığım garip el sabunundan mıdır bilinmez, basit bir sakal tıraşı 40-45 dakika sürdü. Sonunda götürdüm aynayı geri verdim ve teşekkür ettim, ve de şöyle dedim kendime; ‘ulan bir tıraş için değer miydi bu kadar zamana ve efora, neyse, oldu bitti, geçmiş olsun’.
Upshi’de çok fakir insanlar da gördüm, fakat genel olarak Ladak’ta fakir insanlar görmedim, yani güney Hindistan gibi değil Ladak bölgesi. Upshi’de gördüğüm bu fakir insanlardan bir kaç tanesi vardı ki, şimdi anlatacağım sahneyi ömür boyu unutmayacağım. Dilsiz bir adam vardı, ve de ufak iki çocuğu (?). Dilsiz adam aynı zamanda biraz da ‘kasabanın delisi’ gibi gözüküyor ve hareket ediyordu, çok da saf bir adama benziyordu. Hani bazı rüzgarlıkların veya kışlık ceketlerin fermuarlı ve sökülebilir kapşonları olurya, işte ceketten sökme bir tek parça kapşon, büzgülerinden bağlıydı adamın kafasında. 3 yaşındaki çocukların bindiği, kısmen plastikten kısmen de demirden imal 3 tekerlekli bisikletler olurya, işte o bisikletlerden bir tane vardı önlerinde, kırıktı ve tamir etmeye çalışıyorlardı. Bir iki parça kıçı kırık tel ile bir de pense ve tornavida vardı ki; bu aletlerle o bisikleti tamir etmelerine imkan yoktu. Kaynak yapılması gerekiyordu. Adam ve 7 yaşlarındaki çocuğu bisikletle uğraşıyorlardı, 2-3 yaşlarında olan diğer çocuk ise meraklı gözlerle olanları izliyordu. Bakkala gittim, her ne kadar sağlıksız olsa da bu ürünler, çocuklar için cips, çikolata, kola ve meyve suyu aldım. Geldim hediye ettim, ne kadar mutlu oldular anlatamam gerçekten. Kim bilir en son ne zaman para harcayabildiler bu çeşit lüks bir tüketim için.
Genelde şöyle bir huyum vardır; birisi gelip dilensin (Hindistan’da çoğu zaman taciz noktasına ulaşıyor bu dilenmeler, kolunuzdan tutuyor dilenciler), para pul veya hiçbir şey vermem, tabi bu insan keşiş veya keşişe değil ise. Dilenci ile keşiş arasında çok fark var, ayrı ve uzun bir konu. Neyse işte, beklenti karşılığında hiçbir şey vermem. Fakat kimse benden bir şey beklemezken, beklenmedik bir anda iyilik yapmaktan çok hoşlanıyorum. Çoğunlukla ise, yaptığım iyilikler şu koca evrende atom altı parçacıklar kadar ultra minik küçük iyilikler oluyor, ama olsun, ben tatmin oluyorum. Mesela Hindistan’da herhangi bir yerde yolda giderken dondurma arabası gördüğümde (elle itilen araba), etrafta ne kadar çoluk çocuk varsa bağırırım, arabanın etrafına toplarım, 10 rupilik dondurmalardan her çocuğa birer tane satın alırım. Bir çocuğun mutlu olması benim için çok önemlidir. BEN BEN BEN, durum bu değil aslında, adım gibi eminim ki sizler için de aynı öneme sahiptir. Sürekli tek başına yollarda olup da anı ve macera biriktirdiğinizde, başka insanlarla toplantığınızda ya da böyle blog yazdığınızda, hep kendinizden bahsetmek durumunda kalıyorsunuz ve bu da sizdeki BENlik kavramını büyütüyor. ‘Geliştiriyor’ demiyorum, ‘büyütüyor’ diyorum. Bu konunun da benim için özel bir hikayesi var, Mete ve Dagmar’a çok selamlar buradan.
‘Şu kişiye şunu yaptım, bu kişiye bunu yaptım’, bu yaklaşım hiç tarzım değildir aslında, ama biraz önce okuduklarınızı da paylaştım sonuç olarak. Neyse, yolu anlatmaya devam edeyim. Upshi’den ayrıldım ertesi sabah. 50-55 km kadar bir yol kalmıştı Leh şehrine ve ne yalan söyleyeyim, artık Leh’e varacağım için çok mutluydum. Kendimden de çok emindim aynı zamanda, çünkü sadece 50 küsür km kalmıştı, kim olsa tamamlayabilirdi bu mesafeyi bir gün içinde. Leh’e varmadan önce yolda değişik bazı mekanları ziyaret ettim. Hemis manastırı (başka bir manastırla karıştırıyor olabilirim bunu), Shey kalesi, Tikse manastırı gibi. Bu ziyaretler tempolu sürüşümü bozdular ama oldukça güzellerdi. Hemis manastırında üç beş kelime İngilizce bilen bir rahip ile sohbet etmeye çalıştık ve başarısız olduk. Ama adam beton gibiydi. Yüzünde sürekli tek tip bir ifade vardı. Ne somurtuyor ne de gülüyordu. Bir iki kare portre fotoğrafını çektim adamın ve ‘ağabey bu ne böyle, olmaz ki ama, beton gibi duruyorsun, biraz gül yahu’ dedim ve şaşırtıcı bir şekilde güldü adam. Adam gülünce içimde bir mutluluk oluştu, garibinden. Daha önce Facebook sayfamda da ‘Budist duvar sanatı’ başlığı ile bazı fotoğraflar paylaşmıştım. İşte o fotoğrafları bu manastırda çektim, çok güzellerdi. Ladaki bir sanatçı boyamış bunları duvara. Shey kalesiyle ilgili anlatacak özel bir gözlemim yok. Fakat kalenin girişine ulaşmak için ana yoldan ayrılan bir rampa vardı. Rampa, inanın bana, son derece dik bir rampa idi ve zemini de bozuktu. Taş, toz toprak ve belki biraz da kum vardı, yani oldukça gevşekti. Bir an tereddüt ettim, ‘yapabilir miyim acaba?’ diye düşündüm ve durdum 30 saniye kadar. ‘Ya Allah’ dedim ve yüklendim pedala. Rampa kısa idi, eminim ki 50 metre bile değildi uzunluğu. Ama birinci vitese patinaj çekerek çıktım rampayı. Rampanın sonuna geldiğimde durdum, ciddi bir nefes ve oksijen problemi yaşıyordum. Yükseklik en fazla 3600 metre olabilirdi, daha azı olabilir fakat daha çoğu olamazdı. Daha önce 5000 küsür metrelerden geçmiştim ve böyle olmamıştım. Ölecek gibi hissettim, herhalde 1 dakika kadar. Sonra toparlandım ve sarayı ziyaret ettim. Derken Tikse manastırına gittim. Tikse manastırı son derece büyük bir alana yayılmıştı. Bütün diğer manastırlar gibi bu manastır da, tepede bir noktada idi. Manastırın içinde mantra (Budist duası) okunuyordu. Ayakkabılarımı çıkarıp sessizce içeri girdim ve kendime bir yer buldum. Diğer herkes gibi yerde oturdum. Ön tarafta rahipler, arka tarafta ise rahip veya rahibe olmayan normal bölge insanları vardı, kadınlı erkekli. Bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda ise yabancı turist de vardı arka tarafta. Turistler zaten çok sırıtoyordu bu kalabalığın içinde. Bu ifadeyi kullandım, fakat adım gibi eminim ki en çok sırıtan, hatta sırıtmayı da aşıp ‘kabak gibi göze çarpan’ kişi bendim mekanda. Çünkü canlı renkleri olan sentetik spor kıyafetleri giyiyordum ve bunlar şort ve tişört idi. Aynı zamanda şort giyen de tek kişiydim. Çok önde olmamak kaydı ile, ortalarda bir yerde, iki rahibin arasında bir boşluk gördüm ve gittim oturdum. Garip bir şekilde etrafı gözlemledim. Enteresan bir histi. Manastırdan ayrıldım ve sonunda Leh’e var.
Leh, 3500 metre rakımlı bir şehir. Nüfusun neredeyse tamamı Budist. Müslümanlar da var. Müslümanların neredeyse tamamı, Kaşmir’den gelen ve esnaflık yapan kişiler. Kılık kıyafet ve hediyelik eşya satan kişiler, manavlar, veya gece sokakta kebap satanlar. Türkiye’deki kebapların yanından bile geçemez kebaplar, hiç merak bile etmeyin yani. Sihler de var, fakat az sayıda. Enteresandır ki, küçük bir çarşısı var şehrin ve bu çarşıda bir cami ile bir gurdwara(Sihlerin ibadet ettikleri yapı) bulunmakta. Şehrin farklı noktalarında ise daha fazla sayıda, Budist stupaları ve manastırları bulunmakta doğal olarak. Leh’te, çarşı ve civarındaki çok küçük semtlerde sadece yereller yaşıyorlar. ‘Semt’ dedim de, şehrin tamamı İstanbul’daki Kadıköy ilçe merkezi kadardır herhalde. Suadiye de Kadıköy ilçesine bağlı, ama ‘ilçe merkezi’nden kastım, sadece Kadıköy’ün merkez bölgesi. Yani ilçe olan bütün bir Kadıköy’den bahsetmiyorum. Leh’te çarşının arka tarafında dar sokaklar var ve bu sokaklarda berberler, terziler, ve çeşitli diğer esnaflar bulunmakta. Çarşıda yerde tezgah kurmuş ve sebze, meyve ve taze süt satan 15-20 kadar bölge kadını vardı hergün. Bir de salaş, arkadaşım Premal ile her gün gittiğimiz, ve hiç bir zaman turist görmediğimiz küçük bir Tibet lokantası vardı ki çarşıda, burda yediğimiz keçi etli kızarmış momoların yerini hiç bir momo tutamadı. Momo; mantının neredeyse aynısı, buharda pişen ve sonra isteğe bağlı kızartılan, fakat yoğurtsuz yenen bir Çin yemeği. Farklı tariflerle hazırlanabilen ve çok acı olan çatni sosuyla, hatta kızarmış ise soya sosuyla da yiyebilirsiniz. Tükettiğim çatni miktarıyla bu Tibet lokantasında da izimi bıraktım. Çarşıdan 10 dakika yürüme mesafesinde Changspa adında bir semti var bu küçük şehrin. Changspa, bütün yabancıların kaldığı semt, ben de Changspa’da kaldım. Semtteki yabancıların büyük çoğunluğu İsrailli idi, diğer her yerde olduğu gibi. Fakat Leh’te İsraillilerin dışında, Avrupa veya Amerika’dan gelen çok sayıda başka yabancı da vardı. Yani orantı burada Manali’den daha farklı idi. Avrupalı veya Amerikalı bu turistler geniş bir yaş aralığı içindeydiler, ve pek azı hippie tarzındaki insanlardı. Genellikle sağlıklı, ve hatta bölgede trekking yapmaya gelmiş insanlardı. İsrailli turistler ise, yine diğer heryerde olduğu gibi; genellikle esrar içmeye, boş boş vakit geçirmeye, Royal Enfield motosikletlere binmeye gelen, genellikle genç, gürültülü davranan ve düşük bütçeli turistlerdi. Gerçi motosiklet konusunda bir ulus genellemesi yapmam pek doğru değil. Çünkü kuzey Hindistan’da motosiklete binmek, bölgeye gelen neredeyse her turistin bir rüyası. Yerli turist, yabancı turist, hepsinin. Changspa’da 400 rupiye bir oda buldum, 7 dolar yapıyor. Caddeden 10 dakika yürüme mesafesinde, son derece sessiz ve huzurlu bir odaydı. Odanın penceresi, mal sahibinin küçük bostanına bakıyordu ve bostan lahana ekiliydi. Yukarı Changspa, yani Upper Chanspa idi burası. Neredeyse Changspa’daki diğer bütün guesthouseları olduğu gibi, burayı da bir aile işletiyordu. Zaman zaman arızaya bağlasalar da, son derece sevimli insanlardı. ‘Arıza’dan kastım ise herhangi bir gerilim, kasıtlı gıcık davranma, şiddet eğilimi gibi şeyler değil. Eğitimlerine mi vermek lazım, kültürlerine mi, beslenmelerine mi (çok az protein), yoksa irtifaya mı, bilmiyorum, zaman zaman çok garip davranıyordu bu insanlar. Öyle ki, bazen belgesel kıvamında deneyimliyordum bu insanları. Ama dediğim gibi, yine de kolay ve tatlı insanlardı, hiç bir zararlarını görmedim.
Leh’e yolunuz düşerse bu guesthouse’a gidin, ‘Türk bisikletçinin selamını getirdik’ deyin, ve orda kalın. Zee Guesthouse. Karı (Punçuk), koca (Ançuk) ve çocukları, kocanın küçük biraderi, ve kocanın annesi babası olan nine ve dede vardı. Nine ve dede yetmişli yaşlarında idiler, fakat dede ‘düşmüştü’. Galiba Türkçe’de, yaşlı bir kişi sağlığı ve enerjisiyle birlikte yaşam kalitesini de kaybettiğinde ‘düşmek’ terimini kullanıyorduk, çok uzun zamandır ne duydum ne de kullandım bu terimi, işte öyle birşey. Bu dedeye ‘Çaça’ diyorduk, anlamını sormadım bile. Ama sanırım ki Türkçe’deki ‘dede’nin karşılığı bölge dilinde ‘çaça’. Ben yine de bu kelimeyi özel bir isim olarak kullanacağım. Çaça bütün gün bahçedeki çimenlik alanda, plastik sandalyesinde oturuyordu, hergün. Sabahın geç saatlerinde ve öğlenleyin, güneş ışınları en yüksek şiddetinde iken, değmeyin keyfine. Kafası öne düşüyordu veya yanındaki ağaca dayanıyordu Çaça’nın ve derin bir uykuya dalıyordu ihtiyar. Çaça konuşamıyordu, çok yavaş hareket edebiliyordu. Çok az yiyor ve içiyordu, ve hareket kabiliyeti küçük bir çocuğunki kadardı. Bir gün Çaça’nın burnunda bir yara olduğunu fark ettim ve Ançuk’a sordum ‘hayırdır ?’ diye. Çaça bahçede yere düşmüş. Burnu incindiğine göre ciddi ciddi yere kapaklanmış olmalı diye düşündüm ve üzüldüm. Çaça’yla ilgili, gerçekleşen en enteresan olayı anlatacağım şimdi. Odanın dışında, bütün odaların bağlı olduğu koridorun zemininde benzin ocağımı yaktım. Premal ve Leh’te tanıştığım bazı arkadaşlar misafirimdi odamda ve kahve pişirecektim. Fakat çok güzel sohbet ediyordu insanlar, ocak çok gürültülü olduğu için odanın dışında yakmaya karar verdim. Artık gürültüsü koridorda duvardan duvara titreşerek dışarıda kuvvetli bir uğultu olarak mı duyuldu nasıl oldu bilmiyorum, Çaça bir şekilde duymuş olmalı. Bahçeden gelip binaya girdi, beni yerde ocağın yanına çömmüş bir vaziyette gördü. Anlam verilemeyecek bir şekilde Çaça’nın gözü döndü, sinir harbi geçirdi. Ocağı tekmelemek istedi, bir şekilde engelledim. Tahminimce hayatında ilk defa benzin ocağı görmüştü ve mekanı havaya uçuracağımdan korkmuştu. Bu sefer elini sıkıp yumruk yaptı ve bana doğrulttu, bağırmaya başladı. Zaten ne dediği de belli olmuyordu ihtiyarın. Ne yapacağımı bilemedim, şaşırdım doğrusu. Durumu bir şekilde idare ettim, bir yandan Çaça’yı telkin etmeye çalışıyordum bir yandan da hemen ocağı kapattım fakat ocak öyle hemen sönmüyor ve susmuyor ki, benzin ocağı sonuçta. Derken Punçuk, evin gelini geldi ve ihtiyarı sakinleştirip uzaklaştırdı. İşte o an anladım ki Çaça’nın akli problemleri de varmış. Ertesi gün Ançuk kapıma geldi ve durumdan yeni haberi olduğunu ve çok üzüldüğünü söyledi, Çaça’nın akli dengesinin yerinde olmadığını ve zaman zaman kendisiyle ilgili problem yaşadıklarını fakat ilk defa yabancı bir turist ile böyle bir şeyin olduğunu söyledi. Ben de durumla ilgili kendi açımdan hiç bir problem olmadığını, çoktan unuttuğumu, yaşlandığımızda hangimizin hangi fiziksel ve zihinsel koşullarda olacağının belli olmadığını anlattım ve özür dilemesine gerek bile olmadığını söyledim. Adam mutlu oldu. Hepimiz insanız.
İrtibat ve web bilgilerim şöyle:
[email protected]
www.oguzgidiyor.com
www.facebook.com/oguzgidiyor
www.twitter.com/oguzgidiyorwww.instagram.com/oguzgidiyor