Nubra Vadisi ve Pangong Gölü'nde Bisiklet Turu

Bu yazıda Leh Nubra Vadisi – Leh – Pangong Gölü şeklinde izlediğim rotadaki maceralarımı paylaşacağım sizlerle. Exuma ile sponsorluğum sona erdi, bu sırada rabzon Biltepe Öğrenci Yurdu ile yeni bir sponsorluğa başladık. Yurt bana destek olmak istedi, ben de Biltepe’deki genç kardeşlerime örnek olmayı. Umarım genç kardeşlerimizin kendi dünyalarında keşif, macera ve aksiyon tutkuları yaratabilirim. Sonuçta ben de bu yolculuğa ‘kendi dünyama yolculuk’ mottosu ile çıktım. Biltepe Öğrenci Yurdu Trabzon’da. Karadeniz Teknik Üniversitesi ve Avrasya Üniversitesi öğrencilerinin konaklama sorununa çözüm sunuyor gözükse de aslında çok daha fazlasını amaçlıyor. Dört duvar ve bir de çatı yerine, bir felsefe sunuyor kardeşlerimize. Kabuğunu bir türlü kıramayan ve özgürlük potansiyelini açığa çıkartamayan, özgüveni eksik bireyler yerine; kendinden emin, sosyal, maceracı ve yeni tecrübelere aç bireyler yaratmak istiyor Biltepe. İşte bu yüzden ben de, yurttaki genç kardeşlerimiz için elimden geleni yapacağım. Bir ağabeyleri, bir arkadaşları var artık. Yurtta, diğer spor komplekslerinin dışında, Türkiye’nin en yüksek iç mekan yapay tırmanış duvarı var bu arada.

Leh’ten ayrıldım. İstikamet daha da kuzeyde olan Nubra Vadisi'ydi. Hindistan hükümetinin dünyanın en yüksek karayolu olarak deklare ettiği, geçişteki irtifa tabelasının bile aslında yanlış olduğu, meşhur Khardung La’yı geçmem gerekecekti Nubra Vadisi'ne ulaşmak için. Önce Leh’ten sanıyorum ki 35 km kadar uzaktaki South Pullu askeri kampına vardım. Daha da kuzeye devam edebilmek için ILP yani Inner Line Permit’e ihtiyacınız var. ILP olmadan askeri kontrol noktasını geçemiyorsunuz. ILP’yi ise önceden Leh’teki acentalara başvuru yaparak kolaylıkla temin edebiliyorsunuz, ben ettim. Sanırım 300 IRP, yani 5 USD idi izin belgesi, ve 1 hafta geçerliliği var belgenin. Bu izin belgesini almak zorunda bırakılmamın ve bölgede sadece 1 hafta geçirmeye izinli olmamın nedeni, alınan askeri önlemler. Çünkü bölge Çin ve Pakistan sınırlarına çok yakın. Daha ziyade Pakistan ile olsa da Hindistan’ın Çin ile de sıkıntıları varmış. Çin ise Hindistan’a göre çok daha gelişmiş bir ülke ve aslında Hindistan Çin’den korkmuyor da değil. Ama yine de Hindistan’da hangi askeri bölgeye giderseniz gidin, ortam buram buram milliyetçilik kokuyor. Neyse, ben yanımda ILP ve pasaportum ile South Pullu askeri kampına geldim. Kontrol noktasını geçtim. Buraya kadar yol oldukça güzeldi, tahmin edemeyeceğim kadar güzel. Fakat South Pullu’dan sonra yol iyice bozuldu ve özellikle Khardung tepesine 3-4 km kala daha da bozuldu. Yüklü bisiklet, az oksijen, nadir de olsa geçen acımasız araçlar, özellikle Tata kamyonların bıraktıkları siyah dumanlar, şiddetli rüzgar, dolu ve soğuk eşliğinde; tek etapta Leh – Khardung arasında 1800m tırmanışı tamamladım ve geçişe geldim. GPS’imin ölçtüğü gerçek irtifa 5381 metre idi. Faaliyetim süresince her zaman olduğu gibi, yine tam performans ile Exuma ürünlerimi giyiyordum. Ürünler hala rahat, hala sağlam. Geçişte meşhur olan irtifa tabelasıyla bir fotoğraf çektirmek istedim. O da nesi ? Ciddi ciddi kuyruk vardı ve insanlar fotoğraf için bekliyorlardı. Fakat bu kuyruk herhangi bir kuzey Avrupa ülkesinde değildi, Hindistan’daydı. Hindistan’ın yerli turistlerinden oluşan bir kuyrukta beklemek istemezsiniz, inanın bana. Daha doğrusu, kuyruktan ziyade tam bir kargaşa ortamı vardı. Bir de beklerken Hindistanlıların bezmeden sordukları aynı sorular, ve aynı sorulara belki 1466. kez verdiğim aynı cevaplar. İnsanı gerçekten bayıyorlar. 
   

 

   

   

Neyse, ben fotoğrafımı çektirdim ve Nubra Vadisi'ne doğru inişe geçtim. Fakat yollar çok bozuktu yine. Öncelikle North Pullu askeri kampına inmek gerekiyordu. Yolların bozukluğu nedeniyle düşük bir süratle ilerleyebildim ve iniş saatlerimi aldı. North Pullu’dan sonra ise Khardung köyüne ilerledim. Derin vadinin sol tarafından, düzelen yol koşullarıyla birlikte yüksek süratlere ulaşarak ve vadinin öbür tarafındaki arpa ekili tarlaları ve küçük Budist evlerini izleyerek ilerledim ve Khardung köyüne vardım. Khardung köyünde geceyi geçirmekti amacım. ‘Homestay’ adı verilen bir konaklama şekli var kuzey Hindistan’da. ‘Evde konaklama’ gibi bir çevirisi var. Yöre insanının evinde kalıyor, yiyor ve içiyorsunuz, günlük para ödüyorsunuz. Ben de bir homestay gördüm ve orda kalmaya karar verdim. Budist olan köydeki Budist bir ailenin eviydi burası, geleneksel bir Ladaki evi. Turistlere kiralanan odaların dışında bir de asıl oturma odası ve aynı zamanda mutfak olan büyük oda vardı. Yerdeki döşeklere oturuyorsunuz ve size yiyecek içecek sunuyorlar. Gerçi akşam yemeği için evi değil, hemen yandaki basit lokantayı tercih ettim. Lokantanın Hindi dilindeki karşılığı ‘dhaba’. Yandaki dhabaya gittim yani. Menü her zamanki gibi yağsız pirinç, dandik ve cıvık bir mercimek, daha da dandik iki kaşık sebze. Dhaba'ya gitmemin sebebi ise aslında, yemek yemekte olan motosiklet gezgini iki yabancı turistin beni çağırmış olmasıydı. Yemek eşliğinde sohbet ederken gördüm ki herhalde 22 yaşında bile olmayan ve havasından geçilmeyen İsrailli bir çiftti bu iki kişi. Havalarından geçilmiyordu geçilmemesine de çok ucuz iki insandı bu kişiler. Bir yandan da püf püf esrar tüttürüyorlardı, karışacağım bir durum değil. Mekana daha sonra bir de Hindistanlı yerli turist geldi, saf temiz bir elemana benziyordu bu kişi, genç bir motosiklet gezginiydi ve güney Hindistan’dan gelmişti, eğitimliydi ve İngilizcesi çok iyiydi. Hintli bu elemanla, beş para etmeyen diğer İsrailli eleman (erkek olan) sohbete başladılar. İsrailli; İsrail ordusundan, askerlik görevinden, İsrail icadı silahlardan, gece yarısı Filistin’e attıkları bombalar sonrasında kaçışan Filistinli insanları gece görüş dürbünüyle izlemelerinden ve bunun gibi konulardan bahsetti uzun uzun. Ya İsrail’de kadın olsun erkek olsun herkesin M16 otomatik silah kullanmayı bildiğinden. Yemeğimi yiyordum. ‘Oğuz, oğlum, aman kendine hakim ol, sesini çıkartma, gereği yok, yemeğini ye ve mekanı terk et sakin sakin’ dedim kendime. Öyle de yaptım. Halbuki İsrailli genç eleman ne kadar sert ve kuvvetli olduğundan, sağlam genleri olduğundan, orduda da masabaşı görev yerine piyade komando olmayı tercih ettiğinden vs bahsederken bir an için ağzının tam ortasına okkalı bir yumruk çakıp tüm dişlerini dökmek de içimden geçmemiş değildi. Neyse, gençliğine ve İsrailliliğine verdim mevzuyu. Komik olan şu ki; İsrailli elemanı büyük bir hevesle ve ağzı açık dinleyen Hintli saf eleman, gece kalacak yer bulamadı köyde ve benim odada kalabilip kalamayacağını sordu utanarak. Adamı açta açıkta bırakacak halimiz yoktu elbet, ‘ayıp ediyorsun kardeşim gel birlikte kalırız benim odada’ dedim ve benim odada uyuduk gece. Bana tüm irtibat bilgilerini verdi, güney Hindistan’a gidersem bana yardım etmek ve kalacak evler bulmak için elinden geleni yapacağını söyledi, sağ olsun, fakat Güney Hindistan’a gitmekten vaz geçtim daha sonra.

   

Khardung köyünden kuzey batıya doğru, zaten tek olan ana yoldan Diskit kasabasına doğru yola koyuldum sabah. Bir sürü askeri kamyon gördüm yine, her gün olduğu gibi. Uzun mu uzun bir konvoy geçti yanımdan, ters yöne doğru. Fakat bu sefer durum biraz sakattı, çünkü keskin virajlı dağ yollarıydı ‘anayol’ dediğim bu yol. Tabir-i caiz ise şoförler öküz gibi sürüyorlardı bu askeri kamyonları. Birkaç defa virajdan çıkan askeri kamyonlara çarpıyordum, çarpmadığım için mutluyum. Diskit’e vardım. Diskit, inanın bana, ekstradan 10 dakika bile harcamak istemeyeceğiniz ruhsuz bir kasaba. Aynı zamanda şiddetli rüzgarla birlikte hafif bir kum fırtınası da çıktı. Zaten amacım Diskit’i geçip Hunder’e gitmekti. Diskit’ten çıktıktan sonra, yolun sol tarafında kalan Diskit Gompa'yı ziyaret ettim önce. ‘Gompa’, Budist manastırları için kullanılan bir kelime. ‘Gompa’, ‘manastır’ demek yani. Gompa'da devasa bir de heykel vardı, sanıyorum ki Buddha heykeli. Biraz fotoğraf çektim ve tekrar anayola doğru inişe geçtim. Anayoldan gompaya doğru biraz tırmanmıştım çünkü. Fakat kum fırtınası şiddetlendi. Yakında küçük bir çöl vardı, Sahra çölü gibi, bildiğiniz toz kıvamındaki ince kumdan bir çöl. Gözün gözü görmediği kısa zaman aralıkları bile oldu yolda. Allahtan güneş gözlüğüm vardı, her ne kadar yetersiz kalmış olsa bile gözlük, yokluğu eminim çok daha kötü olurdu benim için. Sonunda Hunder’e vardım. Arkadaşım Premal ile Hunder’de buluşmayı planlamıştık. Hindistan’da plan yaparsınız, fakat planın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini hiç bir zaman bilemezsiniz. Plan yapılır, gerisi günün ve olayların akışına bırakılır. Bu sefer plan işledi ve Hunder’de buluştuk. Hunder ve Hunder’deki çöl ile ilgili bir hikaye vardı fakat şimdi hatırlayamadım. Sanıyorum ki 1947’deki Hindistan ve Pakistan ayrımı sırasında, Hunder’deki çölde Pakistanlı bir kabile ve kabilenin develeri kalmışlar. Kabilenin herhangi bir geçim kaynağı yokmuş ve develeri üreterek ve turistik amaçla kullanarak geçim kaynağı oluşturmuşlar. Gerçekten hatırlayamadım, ama öyle bir şeylerdi işte. Premal, ben ve Hunder’de tanıştığımız Hindistanlı eleman Hitesh ile birlikte biz de develere binmeye gittik. Güzel bir tecrübeydi. Türkiye’de çocukken deveye binmiştim, hayal meyal hatırlıyorum, sanırım Antalya’daydı ve 5 dakika falan sürmüştü. Burda bildiğiniz çöl koşullarında 30-40 dakikalık bir deve gezisi yaptık ve çok güzeldi. Bu konularda oldukça hassas olan hayvan sever arkadaşlar olabilir yazımı okuyanlar arasında, kusura bakmasınlar. Hunder, dümdüz ve geniş bir alana yayılmış, son derece sessiz sakin bir kasaba. İnsanı bayan cinsten değil de, sakinliğin tadını çıkartabileceğiniz cinsten bir kasaba. Ben 2 gün kaldım tabi, 10 gün kalınır mı bilmiyorum. Hunder’deki ikinci günümde bir Budist pujasına katıldım. ‘Puja’, zikir ya da ain gibi bir anlama geliyor. Tam olarak neler anlatılıyor, insanlar nasıl hislere bürünüyorlar hiç bir fikrim yok. Ladaki dilindeydi bu puja. Fakat çoğunluğu yaşlılardan oluşan, geleneksel kıyafetlerin giyildiği, pek çok kişinin ellerindeki dua tekerleklerini çevirdikleri enteresan bir ortamdı. Galiba kutsal sayılan bir Budist rahip gelmiş kasabaya, onun için toplanmışlar, öyle bir şeydi işte. Benim için gidip bu yerel insanların arasında 1 saat oturmak ve etrafı incelemekti önemli olan. Öğrencilik zamanlarımda, Tibetlilerin yak sütü ve tereyağı ile yapılmış tuzlu çay içtiklerini görmüştüm bir kaç belgeselde. Pujadaki bu kalabalığın içine karışan sadece iki yabancı vardı, ben ve Premal. İnsanlar meraklı gözlerle bizi izliyorlardı, fakat son derece pozitif bir titreşim vardı ortamda, kesinlikle negatif değildi. Teyzenin biri bizi işaret ederek, adamın birine kaş göz hareketleri yaptı. İki dakika sonra tuzlu yak çaylarımız gelmişti. Belgesellerde gördüğüm bu çayı orda, tam da bir sürü yaşlı Budistin ortasında, puja eşliğinde içmek.. Anlatılmaz yaşanır bir histi benim için. Şu an bu yazıyı yazarken inanın bana tekrar yaşadım o anı. İnşallah bu yazıyı okuyan sizlere de kısmet olur, bünyenizde heyecan yaratacak bu tip tecrübeler edinmek. Gönülden isterim ve de dilerim.
 
   

   


 
Ertesi gün Hunder’den ayrıldım. İstikamet Turtuk idi. Turtuk, bölgede yabancıların gitmesine izin verilen son köy. Turtuk’un 5 km ilerisinde bir askeri kontrol noktası var, sonrasında sanıyorum ki 2 tane daha köy, ve sonrası Pakistan sınırı. Tabi yazmayı unuttum aslında, Nubra Vadisi'nde Turtuk’a gidene kadar 4-5 farklı askeri kontrol noktası geçmiştim bile. Turtuk’a vardım. Turtuk Müslüman bir köydü ve insanların tipleri ve davranışları da Pakistanlılar gibiydi. Sanki Hindistan bitmiş, Pakistan başlamıştı. Hindistan’ın diğer kısımlarını kötülüyor değilim, fakat Turtuk’ta insanlar daha bir sıcak kanlı ve ilgililerdi. Özellikle Müslüman bir ülke olan Türkiye’den geldiğimi, Hindistan’dan önce Pakistan’da da bulunduğumu söylediğimde insanlar bana daha ilgili davranıyorlardı. Fakat yine de Hindistan’ın bittiği bir noktada, turizmin geçim kaynağı olduğu bir köydeydim. Yani Pakistan’daki kadar da değildi insanların ilgisi. Pakistan’da insanlar, evlerinde düzenledikleri ziyafet kıvamında öğle ve akşam yemeklerine turisti davet etmek için sıraya giriyorlardı resmen. Benim tecrübelerim bu yönde olmuştu, başka yabancılardan da hep benzer tecrübeler dinlemiştim. Herneyse, Turtuk’ta da iki gün kaldım. Her taraf bir çeşit buğday ile ekiliydi ve hasat zamanıydı. ‘Buckwheat’ dedikleri bir buğday türü, Türkçesini bilemedim şimdi. Konakladığım guesthouse’ın sahibi Khan ve kuzeni Salim, bu buğdaydan yaptıkları bir çeşit pancake (kalın krep) servis ediyorlardı, yanında da taze kıyılmış bazı otlarla karıştırılmış yoğurt. Anlatılmaz yaşanır bir tecrübeydi bu da. Turtuk coğrafi olarak çok küçük olmasa da, düz alanları tam değerlendirebilmek için olsa gerek, daracık patikalardan, evlerden ve tarlalardan oluşuyordu. İnsanlar çok iç içe yaşıyorlardı. Şahsi tecrübem çok da pozitif değildi açıkçası. Kaldığınız odanın perdesini açıyorsunuz, tarlada çalışan insanlar size bakıyorlar. Fakat Turtuk’ta her taraf kayısı ağacıydı, ve tam da kayısı zamanıydı. Güzel olan şey ise; ağaçların pek çoğunun sahipsiz olması, sahipli olsa bile yine de serbest bir şekilde doyana kadar kayısı yiyebilme özgürlüğünüz. Böyle bir kültür varmış Turtuk’ta. Siz kayısı yediğinizde, sizi gören bölge yerlisi insanlar mutlu oluyorlar. Yolculuğum boyunca şimdiye kadar Müslüman, Zerdüşt, Sih, Hindu ve Budist topluluklarla vakit geçirdim. Şunu söyleyebilirim ki İslami kültür ile alakalı olduğunu düşünüyorum bu davranış şeklinin. İslami kültürün bir başka örneği ise; kadınların fotoğraflarını çekememiş olmam. Yöresel kıyafetler giyen, güzel yüzlü pek çok kadın vardı, tarlalarda çalışan.
 

   

  
 
Turtuk etabını da tamamladıktan sonra, aynı yolu tekrar bisikletle kat etmek yerine jipe binmeye karar verdim. Çünkü tek bir yol var bölgede ve Leh’ten Turtuk’a yani yolun bittiği noktaya kadar pedal çevirmiştim. Aynı yolu günlerce çevirmek yerine jipe bindim. Belki eskiden olsa hırs yapar ve bisiklete binerdim dönüşte de. Muhtemelen de hırsım nedeniyle tüm yolu geri dönerken sıkılır ve daralırdım. Hırs yapmayı ve inat etmeyi bıraktım. Daha doğrusu ‘yol’, bana öğretti. Çevremle ve kendimle ilgili, sürekli bir şeyler öğreneye devam ediyorm. Önce jip ile Diskit’e vardım. Diskit’te araç değiştirdim ve başka bir jip ile Leh’e geldim. Diskit-Leh arasında Khardung La’ya araç ile bisiklete kıyasla çok daha hızlı ve fiziksel efor sarf etmeden tırmandığımızdan, bu sefer irtifayı hissettim. Oksijen azlığıyla birlikte çok hafif bir baş ağırısı yaşadım. Değişik bir keyfsizlik yaşadım bir iki saat kadar. Leh’te herşey yoluna girmişti. Bu ikinci jip yolculuğunda jipte bir de Hintli bir çocuk vardı ki, ne kadar tatlı olduğunu anlatamam. Herhalde 7 yaşında falandı, kara kuru ve zayıf bir çocuktu. Kuzeyden değildi, sanki Biharlı yol işçilerinden birinin çocuğuydu. Çok sevdiğim bir laf vardır, ‘küçük adam’. Çocuk tam bir küçük adamdı, sanki büyümüş de küçülmüştü. Yolculuk için kendime iki paket cips ile bir paket de bisküvi almıştım, çünkü doğru düzgün birşey yememiştim sabahtan beri. İnanır mısınız, cipsler ve bisküvinin sadece tadına bakıp, kalanını çocuğa vermek istedim. Küçük adamlığından olsa gerek, cipsin birini kabul etti, diğerini ise vücut dili ile ‘yok ağabey, bu cips bana yeter’ gibi bir ifade sergileyerek red etti. Hindistan’da bir insanın bedava bir teklifi red etmesi ise sıra dışı bir durum bu arada. Yiyesim geldi çocuğu, o derece, çok sevimliydi kerata. Neden fotoğrafını çekmedim, bilmiyorum. Herhalde fotoğraf makinam jipin tepesindeki çantalarımdan birindeydi.

  

   

Derken tekrar Leh’e geldim ve önceki yazımda da bahsettiğim aynı guesthouse’a gittim. Zee guesthouse. Amacım Leh’te bir iki gün vakit geçirip, bu sefer Pangong gölüne gitmekti. Öngördüğüm gibi bir iki gün vakit geçirdim ve Pangong’a doğru hareket ettim. Pangong, tahmini 4600 metre yükseklikte ve toplam uzunluğu 120 km olan bir göl. 80 km’si Çin sınırlarında, 40 km’si ise Hindistan sınırlarında. Jeolojik anlamda da pek kıymetli bir gölmüş, hatırlamıyorum detayları. Ama galiba milyonlarca yıl önce, bugünkü Hindistan yarım kıtasının üst taraflarında bir okyanus varmış ve o okyanus yerini bu göle bırakmış. Göle yaklaştıkça karayolunun kenarındaki 4-5 metrelik toprak duvarların çok eski bir okyanus tabanı olduklarını daha sonra kendi gözlerimle görecektim. Neyse, ben Leh’ten hareket ettim ve önce güneye doğru ilerledim. Daha önce Manali’den Leh’e gelirken pedalladığım yolun ta kendisiydi bu yol. Shey ve Thikse manastırlarını geçtim ve Kharu kasabasına geldim. Kharu’dan sonra Manali-Leh anayolundan ayrıldım ve doğuya saptım. Bu arada, Kharu’da da bir askeri kontrol noktası var ve burda da izin belgenize bakıyorlar. Pangong bölgesi için de Leh’te ayrı bir izin belgesi almanız gerekiyor yani. Ben almıştım. İzin belgemi gösterdim ve kayıt işleminden sonra yoluma devam ettim. Shakti köyüne gittim önce. Köye gitmeden önce, yolun sol tarafında kalan Shakti manastırına uğradım ve biraz fotoğraf çektim  ve sonra da köyün içinde kayboldum. Tamamen dalgınlığımla ilgiliydi bu kayboluş, yanlış yola girmişim. Derken anayola bağlandım tekrar, ve evet,  Shakti köyüne vardım. Shakti’de güzelce doyurdum karnımı. ‘Yemekler güzeldi’ demiyorum, aman yanlış anlaşılmasın, ‘güzelce doyurdum karnımı’ diyorum. ‘Yemek’ bile denemeyecek leş ötesi atıştırmalıklarla midemi doldurdum ki uzun süre acıkmayayım. Shakti’de Premal’ı bekledim biraz. Çünkü Premal’ın motoru var, ben ise bisikletle seyahat ediyorum, çok kabaca plan yapıyoruz, denk gelirsek geliyoruz, gelmezsek de gelmiyoruz, ne yapalım. Shakti’de biraz bekledim ve denk gelmedik. Doğuya, Zingral’e doğru devam etmem gerekiyordu. Kuzeyimde ise başka bir dağ geçişi vardı, Wari La. ‘Ulan Oğuz’ dedim kendi kendime, yine rahat battı, rotamı değiştirmeye karar verdim ve Wari La’ya doğru hareket ettim. Hareket etmesine ettim de, yolda su bile yoktu. Ne kalacak bir ev, guesthouse, vs vardı, ne de yakınlarda bir su kaynağı. Herhalde 13-14 km kadar gittim, ve daha 40 küsür km vardı geçişe. Ve geçişten tahmini 10 km önce yolların aşırı derecede bozulduğunu da duymuştum bazı motorcu yabancı turistlerden. Amacım da Pangonk’a gitmekti, geri dönecektim her halükarda. Bir de zamanlama kötüydü, öğleden sonra olmuştu. Saydığım bütün bu bahanelerin dışında, aslında en gerçek neden, motivasyonumun eksik oluşuydu. Belki eksik olması bir yana, hiç kalmamıştı bile bu motivasyon. Bazı günler olur; yalnızlık hissinin dibine vurursunuz, canınız sıkkındır ve bisiklete binmek istemezsiniz. İşte o gün böyle hissettim ben de. ‘Wari La geçişiymiş, mutlu olmadıktan sonra banane ?’ dedim kendi kendime ve dönüş kararı aldım. Resmen bir çölün ortasında, akşam üstünden az önce, durmaksızın tırmanan bir rampada, susuz ve mutsuz bir adam olarak ilerlemektense bence en iyisini yaptım, ve Shakti köyüne geri inip kendime konaklayacak bir ev buldum. Aslında çadır kuracaktım, fakat guesthouse bulmak fena olmazdı, çünkü hem zamandan kurtarmış olacaktım hem de duş alma imkanım olacaktı. Ona sor buna sor derken sadece tek bir evin homestay yaptığını öğrendim ve orda kaldım. Son derece sevimli Ladaki bir ailenin evinde kaldım. Çok tatlı insanlardı. Evlerinde kaldığım için de heyecanlılardı bu insanlar. Çünkü homestay olayına henüz başlamışlar ve tecrübesizlerdi. Benden önce sadece 1 kere, 5 kişilik Fransız bir aile kalmış evlerinde. Evin reisi olan adam, Hindistan ordusunda görev yapıyormuş. Mesela 3 ay görevde oluyormuş, sonra 20 günlüğüne ailesinin yanına geliyormuş. Böyle bir aile yaşantısı hiç de kolay olmasa gerek. 2 tane de çocukları vardı okula giden. Turizmin ilerlemesiyle birlikte bozup, ruhlarını paraya satacak insanlara benzemiyordu bu ev halkı. Zaten turizmin ilerleyebileceği bir lokasyon da değildi Shakti. 

   

  

Ladaki ailenin oturma odasında resmen bir misafirmişim gibi yedirilip içirildikten sonra uyudum ve sabah erkenden yola çıktım. Bu sefer de Chang La geçişi vardı yolumun üstünde ve Pangong’a giden tek yol üzerindeydi bu Chang La. Ne bir araştırma yapmıştım geçişle ilgili, ne de en ufak bir fikrim vardı. Genelde araştırma da yapmam zaten, gideceğim yerlerle ilgili. Tek bildiğim, geçişten sonra yolların yine çok bozulacağı, ve ilerledikçe daha da bozulacağıydı, öyle ki, bazı yerlerde 4 çeker araçların bile zorlanarak geçtikleriydi. Ben yoluma devam ediyordum. Nedendir bilmiyorum, bir önceki gün de ciddi motivasyon eksikliği yaşamıştım, bugün de yaşadım. Gerçi bugünkü motivasyon eksikliği şöyle oldu; resmen bacaklarımda güç kalmamıştı, 1. viteste zorlanarak ilerleyebiliyordm, yol ise pek bitecekmiş gibi gözükmüyordu, belli ki Khardung La tırmanışı gibi çok uzun ve zorlu bir tırmanış olacaktı, ve derken motivasyonum uçtu gitti. Khardung La’yı alnımın akı ile tırmanmıştım, fakat Chang La’dan vaz geçtim. Sanırım bünyeme doğru düzgün protein temin edememem, 2 gündür neredeyse tamamen karbonhidrata dayalı bir diyetle beslenmem de bunda rol oynuyordu. Velhasılıkelam, tırmanış sırasında bir an geldi ve benim şalter attı, ‘yeter’ dedim, geri dönmeye karar verdim. 1. viteste zar zor tırmandığım o yolları jilet gibi keserek geri indim. Çok hızlıydım. Hırs mı yaptım ne ? Bir iki defa kaza atlattım. Kaza dediğim de hani, uçurumdan aşağı uçmak gibisinden. Hatırladığım kadarıyla 73 kms hıza ulaştığım bir an oldu. Shakti köyüne geri indim. Üst katta kiraya verdiği rezil rüsvan iki odası olan bir bakkal buldum. Alt kat bakkal, üst katta iki tane oda, galiba adam da üst katta kendi odasında yaşıyordu. Adamla pazarlık ettim ve odayı kiralayıp bisikleti ve eşyaları bıraktım. Bisikletin arkasında kullandığım bagaj çantasına alel acele eşya tıkıştırdım ve el çantası olarak yanıma alıp çıktım dışarı. Otostop motostop bir şekilde gidecektim o Pangonk gölüne. Derken yoldan geçen bir jipi durdurdum. Şöyle bir gerçek var; daha önce söylemiş miydim unuttum, Hindistan’da hiç bir şey bedava değil (Sih halkı istina). Hiçbir şey. Yabancı bir turistin dahil olduğu her durum, aslında birer fırsat olarak değerlendiriliyor. ‘Adam buralara kadar gelmiş, Pangonk’a gitmek istiyor, ben de aynı istikamete gidiyorum nasıl olsa, insanlıktır, bizim köye kadar götüreyim bari’ gibi bir anlayış yok yani. Halbuki düşünün ki Anadolu’da bir yerlerde tek başına dolaşan İspanyol bir turist bir kamyoneti durdurdu, ne olur ? Muhtemelen bizim adam, İspanyol’u ücretsiz bir şekilde yolcu etmekle kalmaz, evine davet eder, yedirir içirir karnını doyurur bir de. Neyse işte, pikap jipe bindim. Jipin sanıyorum ki debriyaj balatası ha bitmiş ha bitecekti, pek çok noktada zorlandık. Önde şoför ve arkadaşı, arka koltukta ben ve biraz yük, en arkada aracın kasasında ise yük vardı. Git git bitmiyordu yol. Derken bir yerde durduk, mola gibisinden. Dedim herhalde tuvalet ihtiyaçları var, veya biraz hava almak ve hareket etmek istiyorlar.

Ben aracın içinde, camın arkasından saf saf dışardaki dağları izliyordum. Aradan şöyle bir 5 dakika falan geçti, baktım kimse geri dönmüyor araca. ‘Allah Allah’ dedim ve dışarı çıktım. Bu iki adam, güzel öğlen güneşi alan çayırımsı küçük bir alanda yatmış uyuyorlar. Meğer bu mola, kestirme molasıymış. Tamam, iyi hoş da, güzel kardeşim bana niye haber vermiyorsun? Adamları bir yandan taktir etmek istiyorum ama bir yandan da bana yaptıkları saygısızlığa kızmadan edemiyorum, haber vermemek. Onlara göre ortada bir saygısızlık yok aslında tabi. Taktir ettiğim şeye geliyorum; mesela bazılarınız ofisteki masa başı işlerinizde, işinize ara verdiğiniz bir zaman aralığında okuyorsunuz bu gönderiyi. Yoğunsunuz aslında, yapacak çok işiniz var. Sadece iş de değil, ofis saatlerinden sonra kim bilir başka ne tip işleriniz veya sorumluluklarınız var ? Yani kafanızı kemiren pek çok şey olabilir, mümkündür, şehir şartlarında normaldir de. Bu adamlar ise son derece basit yaşıyorlar. İlla ki onların da dertleri vardır, fakat sizin stres seviyenize göre onların stres seviyesi eminim ki oldukça düşüktür. Adam bozuk yollar üstünde 5000 metrelik bir dağ geçişi yapacak, 4 çeker aracının debriyaj balatası ha bitmiş ha bitecek, araç zor gidiyor, kenara çekip öğlen kestirmesi yapıyor dağdaki mis gibi güneş ışığı altında. Gel de takdir etme. Kim daha sakin ve daha uzun yaşar ? Tabi ki bu adam. Siz mi, ben mi ? Hayır, işte tam da bu adam. Sonuç olarak baktım ki yaşını başını almış bu iki adam, bana haber bile vermeden güneşin sıcaklığı altında kestirmeye başlamışlar, ben de kıvrıldım yanlarına ve kapadım gözlerimi. Herhalde 1 saat kadar kestirmiş olmalıyız birlikte, beni dürtmeleriyle gözlerimi açtım. Nasıl güzel uyumuşum anlatamam. Derken bozuk yollardan devam ettik ve Chang La geçişini yaptık. Yüklü bisiklet ile delik deşik, felaket derecede bozuk yollarda pedal çevirmekten gerçekten bıkmış usanmış durumdaydım. Sanırım halen de öyleyim, çok emin değilim, denemek lazım. Çünkü 50 veya 100 veya 200 km binmedim bisiklete ben bu rezalet yollarda.

Toplamda en az 1000 km devirmişimdir. Kar, buz, çamur, taş, toprak, su geçişleri, küçük buzul geçişleri, aklınıza gelen pek çok zorlu şartta yola devam ettim şimdiye kadar, ve evet, ben de insanım ve benim de limitlerim var. Neyse işte, Chang La’yı geçtik ve inişe geçtik. Zirve öncesinde, süresince ve sonrasındaki inişte, yollar kötüydü. Jipin içinde kafa, kol, omuz, dirsek gibi organlarınızı rahatlıkla sağa sola çarpıp morartabiliyor veya incitebiliyorsunuz. İşte o an ne kadar doğru bir karar verdiğimi anladım, bisikleti Shakti köyünde bırakmak ile ilgili. Sonrası ise rahat oldu. Manzaranın tadını çıkara çıkara ilerledik. Sırasıyla Tsoltak askeri kampını ve Dubruk kasabasını geçtikten sonra, Tangtse kasabasından 3-4 km kadar önceki köyde durduk. Jip sahibi bu köyde yaşıyormuş. Evlerinde konaklayabileceğimi, akşam yemeği ve sabah kahvaltısı alabileceğimi söyledi. Pek pazarlık da etmedik gerçi, ‘tamam’ dedim. Zaten 1 dolar 2 dolar için, dünyanın bilmem neresindeki bir köydeki bir adamla pazarlık etmeyi ne isterim, ne de becerebilirim. Adamı başta pek sevmemiştim de zamanla kanım az da olsa kaynadı. Fakat adamın karısı, kaynanası ve 7 yaşındaki kızı son derece tatlı insanlardı. Küçük kız ise çok komikti. Samimi bir şekilde anlatmaya çalışacağım, umarım başarabilirim. Hani küçük kızların yetişkin erkeklere karşı ilgileri olurya kimi zaman, nedendir bilmem, ama olur. Orta okuldaki kızların kendi sınıflarındaki erkeklerle değil de, lisedeki erkeklerle beraber olmak istemeleri gibi bir durum değil ama bu anlatmaya çalıştığım. Çok çok daha masum, nasıl açıklanacağını bilemediğim bir ilgi. Anlayan anlamıştır herhalde diye düşünüyorum. İşte bu 7 yaşındaki kız da bana sardırdı, anlatmaya çalıştığım bu ilgi ile. Annesi tarlada çalışıyordu, babası dışarda kendi işleriyle uğraşıyordu, ben de bu Ladaki evinin oturma odasında uyumaya çalışıyordum. Ev serindi, irtifayı bilmiyorum, fakat çantadan kıyafet çıkartmaya üşendim, ağırlık çökmüştü üstüme. Bu nedenle, oturma odasındaki yer döşeğinin üstünde cenin pozisyonunda uyumaya çalışıyordum, ısı kaybını da minimize etmek için. Küçük kız bana sardırdı, fakat birbirimizin dilini bilmiyorduk, karşılıklı tek bir kelimemizi bile anlamıyorduk. Tam gözlerim kapanıyordu, kız gelip beni dürtüyordu ve bir şeyler anlatıyordu. ‘Kızım etme eğleme, bırak da uyuyayım, bak yorgunum yoldan geldim’ desem de nafile. Bir şeyler anlatıyordu bana, şakalar yapıyordu, gülüyordu. Yine gözlerim kapandı, yine aynı süreç. En son baktı olmayacak, bu adam uyumak üzere, babasının cep telefonundan bir güney Hindistan pop şarkısı açtı ve dans etmeye başladı. Güler misin, ağlar mısın? Küçük bir çocuğu kolay kolay ret edemez, incitemem. Mutu olsun isterim hep. Belli ki kız; belki de hayatı boyunca evlerine misafir olan tek yabancının ilgisini istiyordu. Ben de ‘varsın iki saat de uyumayayım arkadaş’ dedim kendi kendime ve birbirimizi anlamadan da olsa absürd bir 2 saat geçirdik evde. Derken anası babası geldi, akşam yemeğiydi bilmem nesiydi derken gece oldu, yattık uyuduk.

 
 
Ertesi gün jip sahibiyle birlikte yola devam ettik. O da zaten Spangmik köyüne gidecekmiş, işi varmış. Önce Tangtse’yi geçtik. Sonra Lukung’a geldik ve sonunda Pangong gölünü gördüm. Son derece kuru bir hava vardı, ve irtifa kabaca 4600 metre. Devasa bir göldü Pangong ve dağlar ile çevriliydi. Müthiş bir görüntüydü benim için.  Lukung’da sanırım 9-10 tane çadır vardı. Hani şu atıştırmalık, çay ve konaklama imkanı sunan sezonluk büyük çadırlardan. Mola verdik jip sahibi bu garip adamla. Ben dışarı çıktım, göle yürüdüm fotoğraf çekmek için. Geldim ki adam yok. Bekle bekle adam yok. ‘Arkadaş, hakikaten ne cins adammış bu yahu, insan bir haber verir nereye gittiğini’ diye düşünürken ben, çadırların birisinden çıktı adam. Meğer öğen yemeği yiyormuş. Arkadaşım, söylesene yemek molası verdiğini, yarım saat burada olacağımızı, belki ben de yerdim, ben de insanım, öyle değil mi ? Neyse, yola devam ettik. Daha 2 km anca gitmiştik ki, motoru ile Premal karşı yönden jilet gibi geçti yanımızdan. Şoföre bir şeyler dedim heyecanla, durdurdum bizim jipi, geri çevirttim o dar yolda, ve geri dönüp Lukung’da yakaladık Premal’ı. Daha doğrusu o da Lukung’da mola vermiş, yoksa yakalamamızın imkanı yoktu. Premal ve ben, birbirimizi gördüğümüz için çok sevinmiştik. Gerçekten çok mutlu olduk. Sımsıkı sarıldık birbirimize. Çünkü şöyle düşünün; iki arkadaş birbirlerine İstanbul Kadıköy rıhtımında rastlamıyorlar. Bu iki arkadaş; yabancıların sim kart sahibi olamadıkları, uydu telefonunun illegal olduğu, askeri bir bölge olan Jammu and Kashmir eyaletinin dağlarla çevrili en yüksek bölgesinde, tam anlamıyla yokluğun ortasında, tesadüfi bir şekilde 4600 metrede birbirlerine rastlıyorlar. Ne hikaye ama, değil mi ? Tamam, %100 tesadüf de değil karşılaşmamız. Çünkü kabacana da olsa birbirimizin planlarını biliyorduk. Premal Lukung’daki çadırların birinde kalıyormuş. Kendisine durumumu anlattım, bisikleti Shakti’de bırakmamı falan anlattım, ‘kendine bir çanta yap, motoru bırak, gel birlikte devam edelim’ dedim, ‘tamam’ dedi. Jip şoförü adam zaten garip biriydi, şüphe yok, fakat Premal’ı beklerken iyice stres yapmaya başladı. Bir şekilde idare etmek zorunda kaldım. Arada kalan insan olmayı hiç sevmemişimdir hayatım boyunca. Sonunda jip ile, 3 kişi devam ettik yola. Spangmik köyünü geçtik önce. Spangmik çok enteresan bir yerdi. Nasıl mı ? Olimpos’u düşünün, seneler öncesini, bakir olduğu zamanları. Bir de günümüzde tekrar gittiğinizi hayal edin, her yerde yeni pansiyonlar gördüğünüzü, ve hatta inşa edilmekte olanların ise inşaat gürültülerini dinlediğinizi. Spangmik de, enteresan bir şekilde, yokluğun ortasında, buna benzer bir köydü. Her tarafta turist çadırları vardı, ve yeni turist çadır alanları inşa ediliyordu. Saçma bir görüntü kirliliği. Spangmik’te durmadan yola devam ettik zaten. Mann köyüne vardık. Şoför Mann’dan ileri gitmeyeceğini, hem yolların rezalet olduğunu hem de vaktinin olmadığını söyledi. Spangmik’teki gibi Mann köyünde de turistik çadır alanları veya ‘homestay’ler vardı, ama çok az sayıdaydı. Bizim jip sahibi eleman, aynı zamanda Mann köyündeki en lüks ve en pahalı çadır alanının sahibiymiş meğer. Kendi mekanına, kendi işlerini halletmeye gitmesi gerekiyordu aslında. ‘Gelin bir çay ikram edeyim size’ dediğini düşünmüyorsunuz umarım. Yolun ortasında bıraktı bizi. Bizim amacımız ise, Merak köyüne gitmekti. Merak, bölgede yabancı turistlerin gitmelerine izin verilen son köy. Merak’tan sonra, sadece bölge insanının gidebildiği bir ya da iki köy vardı sanırım, ve sonrası Çin sınırı. Mann köyünde jip sahibi adam bizi bıraktıktan sonra önce bir homestay mekanına gidip yemek yeme kararı aldık. Yemek sipariş ettiğimiz evin oğlu, 17 yaşlarında genç bir elemandı ve çat pat İngilizce biliyordu. Aile büyükleri ile tek kelime bile anlaşamadık. Daha doğrusu anlaştık da, bildiğimiz Hindice kelimeler ile yemek ve çay siparişi verdik, bu tip basit bir anlaşma. 17 yaşındaki gence Merak köyüne gitmek istediğimizi, jipe ihtiyacımız olduğu anlattık. Amcasının manastırda olduğunu, gidip kendisini çağıracağını ve jipi ile bizi Merak’a götürebileceğini söyledi. Bekledik, ve sonunda geldi amcası. Ciddi ciddi yüksek bir fiyat çektiler bize. Çünkü biliyorlardı ki onlara muhtaçtık, başka araç yoktu binebileceğimiz. Tekliflerini red ettik. ‘Yediğimiz yemeğin parasını ödeyelim de gidelim burdan’ dedik, ve yemek için de çok yüksek fiyat çektiler. Benim şalter attı, kısa süreliğine de olsa. Aç gözlü insan, dünyanın her yerinde aç gözlü insanmış, bunu öğrenmiş değil de tekrar teyid etmiş oldum. Budisti Müslümanı, siyahı beyazı, genci yaşlısı yok bu mevzunun. İyi insan da her yerde var, kötü insan da.

Merak köyüne yürüme kararı aldık. Yolun çok çetin olduğunu, yürüyemeyeceğimizi söylediler. ‘Sana mı soracağız yürüyüp yürüyemeyeceğimizi ? Sen kendi işine bak’ gibilerinden bir tavır koydum ben. Bizimle dalga geçtiler, gülmeye başladılar. İçimden şöyle dedim; ‘oğlum Oğuz, kendine hakim ol, şiddete yönelmeden sakince ayrıl burdan, patlarsan çok pis patlayacaksın yoksa’. Öyle de yaptım, yaptık. Başladık yürümeye. Valla ne yalan söyleyeyim, bizimle dalga geçtikleri kadar varmış yol. Daha doğrusu, pek az yerde yol vardı. Çetin arazi koşullarında doğaçlama bir şekilde ilerledik. Yakında, 6000 metrelerde bir buzul varmış mesela, ve buzuldan inen erimiş buz gibi çamurun oluşturduğu dereleri geçmemiz gerekti, defalarca. Yöre insanı iki köy arasındaki yolculuklarını genellikle sabahın erken saatlerinde yapıyorlarmış, çünkü çamurun seviyesi alçak oluyormuş. Güneş ışığı ve gün içinde artan sıcaklıkla birlikte çamur seviyesi ciddi şekilde yükseliyormuş. Biz durumu bilmediğimiz için, öğleden sonra bu yolu araçla değil yürüyerek kat eden iki keriz olarak, değil diz boyu neredeyse kalça boyuna ulaşan ve çok kuvvetli akan ve de buz gibi olan çamur derelerinden geçtik. Bir geçişte çamur beni alıp götürüyordu, iyi kurtardım. Çünkü bir de centilmenlik yapıyordum bu yolculukta. 15kg bir sırt çantası ile, ergonomik olmayan 10kg bisiklet çantasını taşıyordum. Bisiklet çantasını enseme koymuştum ve ellerimle bu çantayı tutmam gerekiyordu yoksa çanta düşecekti. Ellerim meşgul olduğu için dengemi sağlamam da zor olmuştu bu azgın çamur akıntısında. Neyse, geçtik gitti. Derken çöle girdik. Sahra çölündeki gibi pudra kıvamında olmasa da, bu çöl de kumdan ve ince taşlardan oluşuyordu. Sağ tarafımızda yüksek dağlar, sol tarafımızda Pangonk gölü, ve bir alpin çölünde ilerleyen iki yabancı. Süperdi. Sanıyorum ki toplamda Mann – Merak arası 11km yürüdük. Yolda ise, Mann köyünde bizimle dalga geçen elemanları gördük. Jiple Merak’a gidiyorlardı. Araçta bir Budist rahip vardı. Sanıyorum ki rahibin Merak’a gitmesi gerekti ve onlar da saygıda kusur etmeyip rahibi Merak’a götürmek istediler. Belki işin içinde para da vardı, kim bilir. Herneyse, biz yürürken yanımızda durdular ve şaşkın gözlerle bize bakarken ‘hadi gelin binin jipe, biz götürelim sizi’ gibilerinden birşeyler dediler. Para beklentileri yok gibiydi. Premal’a konuşma fırsatı bırakmadan ben devreye girdim ve ‘hadi basın gidin, biz yürüyoruz, mutluyuz, size ihtiyacımız yok’ gibi birşeyler demeye çalıştım. Israr etmek istiyorlardı araca binelim diye, tiplerinden belliydi, fakat yüzlerindeki son ifade ‘bu adam deli ve öfkeli, daha fazla muhattap olmamak en iyisi, biz yola devam edelim’ şeklindeydi.


 
Derken Merak köyüne vardık yürüyerek. Gittiğimizde zaten akşam olmuştu, ertesi günü de orda geçirmek istedik. Ertesi gün çok güzeldi. Şöyle söyleyeyim; neredeyse ‘mutlak sessizlik’ diyebileceğimiz kadar sessiz bir köyde amaçsızca dolaştıktan sonra, Pangong gölüne yüzmeye gittik. 4600 metrede bir göl kenarındasınız, ortam ultra sessiz, incecik kumdan bir plajdasınız, su buz ötesi soğuk, göle girmenizle çıkmanız bir oluyor, öğlen saatleri, hava güneşli ve de ultra kuru. Kurulanmasanız bile 2 dakika içinde kupkuru oluyorsunuz, fakat yine de havlu kullanmak istiyorsunuz çünkü üşümüş oluyorsunuz. Sürekli su içmek de gerekiyor çünkü 4600 metrede efor sarf edince dil damak kuruyuveriyor.
 
Şimdilik burada bırakıyorum. Devamı gelecek. Hepinize selamlar sevgiler...

İrtibat ve web bilgilerim şöyle:

[email protected]
www.oguzgidiyor.com
www.facebook.com/oguzgidiyor
www.twitter.com/oguzgidiyorwww.instagram.com/oguzgidiyor

Oguz Tan

Yazar Hakkında

Oguz Tan

aslen sistem mühendisiyim.sevdiğim şeyler; spor, macera, yemek, fotoğraf.istanbul'da yaşıyordum.2013 ağustos ayında 'YETER' dedim ve kendimi yollara vurdum.bakalım neler olacak..