Shimla, Kinnaur ve Spiti Vadilerinde Bisiklet Turu

Nepal’in uzak batısından tekrar Hindistan’a giriş yaptım. "Uzak batı" diyorum demesine de Nepal’in güneyindeki Tarai bölgesinde yer alan ve ülkeyi doğudan batıya boydan boya geçen tek bir ana yol var ve sanırım toplam mesafe 700 küsur km "east west highway" olarak geçiyor. Aynı zamanda Nepal’in en batısı ise "far west Nepal" olarak geçiyor. Türkiye’nin en batısı ile en doğusu arasındaki mesafe ise 2000 km’ye yakın olsa gerek. Yani diyeceğim o ki "uzak batı" dediğime bakmayın, lafın gelişi...

   

   

   

Yolculuğun detaylarına geçmeden önce söylemek istediğim bir kaç şey var. Hindistan’a ilk ziyaretim Pakistan sonrasında Wagha sınırındaki Amritsar şehrinde başlamış ve yine Banbassa şehrinde son bulmuştu ve ben Nepal’e girmiştim. Bu ilk ziyaretim ile ikinci ziyaretimin aynı bölgelerde geçen kısmı arasında (kuzeye yönelmeden önceki kısmında) dağlar kadar fark oldu. Şöyle ki ilk ziyaretimde mevsim kıştı, tipim fazlasıyla Pakistanlılara benziyordu, üzerimde eski kıyafetler vardı, maddi durumum kötüydü, Hintlilerden nefret etmiştim çünkü bana çok kötü davranıyorlardı, yollar delik deşik idi ve nefret etmiştim, ucuz otellerde kalmamıştım, hep mango bahçelerinde gizli kamp kurmuştum, mümkün olduğunca insanlarla muhattap olmayaya çalışmıştım ve bunun gibi tecrübeler... Yani ilk ziyaretimde ülke şartlarından ve ülke insanından pek memnun kalmamıştım. Ama biliyordum ki Hindistan’ın en keyifsiz bölgelerindeydim. Ya daha kuzeye ya da daha güneye gitmek gerekiyordu o güzel Hindistan tecrübelerini yaşamak için. Amacım Nepal’e geçmekti zaten. İkinci ziyaretimde aynı bölgelerden geçmeme rağmen tecrübelerim tam tersi yönde, gayet olumlu oldu. Şöyle ki mevsim yazdı ve insanın içini kavuran nemli sıcak bir hava vardı, sponsorum Exuma idi ve finansal destek alıyordum, yine Exuma tarafından giydirilmiştim ve çok hafif, sentetik ve rengarenk spor kıyafetleri giyiyordum, tipim değişmişti, Hintli sananlar bile oldu beni, yollara yeni asfalt atılmıştı, genel yol durumu iyiydi ve bazı yerlerde ise asfalt tam anlamıyla kaymak kıvamındaydı, insanlar çok güler yüzlü ve yardım severlerdi, yolda giderken motoruyla beni durdurup evine yemeye içmeye davet edenler bile oldu. Moral ve motivasyonum çok iyiydi, ama nem ve sıcak konusuna hiç değinmeyelim lütfen. Konaklamam nasıl oldu bu ikinci ziyaretimin aynı bölgelerde geçen kısmında? Bu sefer sürekli Sih tapınaklarında konakladım.

Sih tapınaklarında, genellikle kim olursanız olun ve nereden gelirseniz gelin, sizi buyur ediyorlar. Neden "genellikle" dediğimi ise yazının devamında açıklayacağım. Sih tapınaklarına Gurdwara ismi veriliyor. Hatta birisi bana Gurdwaraların birer tapınak yani "temple" olmadıklarını, farklı yapılar olduklarını ve spesifik isimlerinin ise tercüme edilemez bir şekilde Gurdwara olduklarını söyledi. Yani bu durumda "Sih tapınakları" yerine Gurdwaralarda konakladığımı söylemeliyim. Gurdwaralarda ücretsiz yemek yiyebiliyor, duruma göre güzel bir odada yatakta veya herkesle birlikte minik bir avluda yerde uyuyabiliyorsunuz. Banyo yapma imkanınız da var, fakat bu da duruma göre değişiklik gösteriyor. Mesela 100 Rupi karşılığında güzel bir odada kalırken banyoda duş alabiliyorsunuz. Sıcak su hiç bir zaman yok, gerek de yok. Fakat küçük bir şehirdeki küçük bir Gurdwara'da kaldığım bir gün mesela, hidroforla zeminden çekilen ve açıktaki beton alana pompalanan buz gibi suda diğer iki kişiyle birlikte üç kişi duş aldığım da oldu. Yeme, barınma ve yıkanma gibi temel ihtiyaçların dışında; beni Gurdwaralara çeken şey insanların bitmek tükenmek bilmeyen güler yüzleri ve ilgileriydi. Kabul ediyorum, komik bir şekilde sıkıcı da olabiliyordu bu ilgi bazen. Mesela bir Gurdwara'da odada konaklıyordum bir gün. Yorgundum, hava sıcak ve nemliydi. Duşumu almış olsam da, vücudum tekrar ter ile kaplanmıştı. Tam da dinlenmeye ihtiyacım olduğunu düşünmüştüm ki kapının tıkladığını duydum. Bir de açtım ki kapıyı, genç Sihlerden oluşan bir güruh bana bakıyordu ve İngilizce bilenlerinden bir tanesi "içeri girebilir miyiz ?" diye sordu ve doğal olarak buyur ettim. Kendimle birlikte herhalde odada 10-11 kişi olduk, tam hatırlamıyorum. İlgili ve meraklı oldukları için, sordular da sordular. Başka bir gün başka bir Gurdwarada ise mesela, bir duvarın dibinde otururken ben, saçlı sakallı ton ton amcalar bilmediler ki ne yapsınlar. Biri su getirdi, biri çay getirdi, biri yemek getirdi. Bir kase geldi, bir kase gitti. Saygımdan da ötürü, her geleni yemeye içmeye çalıştım ama son bir kase suyu içecek yerim kalmadı midede, onu da yanımdaki adama verdim içsin diye. Bunun gibi tecrübeler işte... Ama en güzeli de şu oldu; Amritsar’daki kocaman Altın Tapınak'ta bir sürü turist görürsünüz ama gittiğim diğer Gurdwaralarda bir tane bile turist görmedim. Yabancı olduğumu anladıkları için insanlar genellikle beni izliyorlardı.

   

Evet, uzak batıdaki Mahendranagar şehrinden Hindistan’ın Banbasa şehrine giriş yaptım. Son 2-3 gündür sürekli online idim fakat şansa şu anda internet yok. Banbasa’da başlayan ve ikinci kere Hindistan’a yaptığım bu yolculuk, ülkenin oldukça kuzeyine kadar ilerledi. Acayip bir sıcak ve nem vardı Hindistan’a girdiğim bölgede, ama Nepal’den alışıktım. Butwal şehrinde google 44 derece göstermişti günün en yüksek sıcaklığını ve o gün baygınlık geçirecek gibi olmuştum. Göğsümde minik ve belki yüz küsür tane kırmızı nokta belirmişti. Başta biraz gerilmiştim, hastalık kapmış olabilir miydim bir yerden ? Sonra öğrendim ki aşırı sıcaklara alışık olmayan batılılarda görülüyormuş bu durum ve sonra geçiyormuş. Benim noktalar da geçti bir süre sonra. Hindistan’da ilk gün Nanak Matta Gurdwara'da kaldım. Birbirimizin tek kelimesini bile anlamadığımız iki minik arkadaş edindim kendime. Avluda yemek yiyordum, yanıma sokuldu bu 10-11 yaşlarındaki iki eleman. Kuyruk gibi takıldılar peşime, ben nereye onlar oraya. Şehrin içindeki devasa çayıra götürdüler beni. Gittiğimizde bir futbol maçı henüz bitmişti ve maçı yapan elemanlarla sohbet ettik biraz. Elemanlar tahmini 20-25 yaş aralığındaydı ve oldukça sağlıklı görünüyorlardı. Bu arada, Hindistan’dan Nepal’e doğru yol alırken, İbrahim kardeşim de Nanak Matta Gurdwara’da kaldı. İbrahim Yılmaz, nam-ı diğer Delta Adam. Web ve facebook sayfasını bulabilir, takip edebilirsiniz: O da çok güzel bir yolculuk yapmakta. Kendisine selamlarımı iletiyor, gözlerinden öpüyorum.

   

   

Nanak Matta’dan sonra yoluma devam ettim. Kashipur şehrine gittim. Ben yoldayken scooterlı bir eleman yanıma yanaştı ve "kenara çeker misin iki dakika konuşalım?" dedi. Çektim kenara, herkesin her zaman sorduğu soruları sordu eleman. Fakat garip bir mizacı vardı. Hızlıca soruları sorduktan sonra fotoğrafımı çekmek istedi, izin verdim. Fakat öyle hissediyorum ki bu eleman Hindistan istihbaratına sunmak üzere hakkımda bilgi edindi ve fotoğrafımı çekti. Hindistan’da insanlar genel olarak konuşmaya, soru sormaya ve fotoğraf çekmeye çok hevesliler. Hatta daha sonra turistik şehirlerde görecektim ki fotoğraf çekmeyi bilen bilmeyen herkesin elinde pahalı Canon ve Nikon makineler olacaktı. Elemana döner isek; yine şunu söyleyebilirim ki kim iyi niyetinden ve hevesinden soru sorup fotoğraf çekiyor, kim bilgi edinmek için yapıyor bunu, ayırt edebiliyorum artık. Kashipur’a giderken yoldaki meyve tablalarında sık sık mola verdim ve taze meyve yedim. Yediklerim mango, liçi (lichee) ve muz idi. Biraz zaman almasıyla birlikte elimi yüzümü yapış yapış etmesi de sıkıntı oldu bu meyve molalarının, ama halledilmeyecek bir problem değildi. Kashipur’da da kendime bir Gurdwara buldum ve yine oda verdiler bana. Yine sıcak hava, yine cıvık mercimek ve çapati, yine gençlerin aşırı ilgisi vardı. Yukarıda yazdığım, bir sürü gencin odama doluşması durumu işte burda, Kashipur’da gerçekleşti. Odada konaklamak için sanıyorum ki 150 Rupi gibi bir para ödemiştim, klimalı oda ise pahalıydı, hatırlamıyorum kaç paraydı. Kalabalık gençlerden sadece biri ortalama derecede, biri de rezil bir seviyede İngilizce biliyordu. Diğerleriyle ise tercüme yöntemiyle anlaştık. Tutturdular "seni klimalı odaya geçireceğiz" diye. "Arkadaş etmeyin eylemeyin" dedim ve zar zor ikna ettim elemanları, diğer odaya geçmemek için. Çünkü güruh halinde hareket edecektik. Bisikletim, çantalar, eşyalar vs. derken Hintlilerle birlikte durumun nasıl bir ızdıraba dönüşeceğini çok iyi biliyordum. Kahsipur'dan da ayrıldım sabah.

   

Saharanpur’a geldim. Saharanpur, aslında Hinduların bilinen en kutsal şehirlerinden biri olan Haridwar’ın hemen öncesinde yer alıyordu rotamda, biraz daha güneyde. Bölgede Hindu yönetimi çok baskınmış, bunu Saharanpur’daki Gurdwara’da öğrendim. Bu Gurdwara, şimdiye kadar kaldıklarım içinde en küçük ve bakımsızı idi. Sihlerin finansal anlamda bu Gurdwara'yı ne kadar desteklerini bilmiyorum, fakat Türkiye’deki sit alanı benzeri burda da jungle yani orman alanı olduğu gerekçesiyle yerel yönetim Gurdwara'da herhangi bir inşaata veya tadilata izin vermiyormuş. İleride aktivist bir yetişkin olacağı her halinden belli olan 17-18 yaşlarında bir Sih genci ile konuştuk bunları. Bana Sihlerin tarihini, zamanında Hindulara çok yardımlarda bulunmalarına rağmen Sihlerin ne kadar ihanete uğradıklarını, sürekli baskı gördüklerini ve Hinduların aslında Sihleri yok etmek istediklerini vs anlattı. Epey bir şeyler anlattı aslında da çok kabaca böyle özetledim. Yine yukarıda bahsettiğim; açık beton bir alanda, diğer iki adamla birlikte, hidroforla basılan buz gibi suda duş alma faaliyeti burda gerçekleşti. Ama herkesin morali çok iyiydi. Gece ise üst kattaki dev holde, diğer Sihlerle birlikte yerde yattım. Tavanda 1980'lerden kalma basit pervane vantilatörlerden vardı 4-5 tane. Ama çok geniş bir alandı. Misafir olduğum için bana kıyak geçtiler, benim döşeği tam da pervanenin altına serdiler, sağ olsunlar. Yine de bunaltıcı idi hava.

   

Ertesi sabah Dehra Dun şehrine doğru yola koyuldum. Haridwar’ı daha önce görmüştüm, merak etmiyordum. Deli bir doktorun evinde kalmıştım önceki ziyaretimde. Karısı, doktorun kendisinden daha da deliydi. "Nerden düştüm böyle bir ailenin eline?" diye düşünmüştüm o zaman. Merak etmeyin, bana hiç bir zararları olmamıştı, ama ultra obsesif iki kişilerdi. Herneyse, bu sefer Haridwar’a girmeden doğru Dehra Dun’a pedal basmayı istedim. Aynı zamanda çok kalabalık, çok yorucu bir şehirdi Haridwar. Şehre girmeden önce büyük göbekten sağa dönüp yola devam etmem gerekiyordu. Bir şeyler atıştırmak istedim. Şehrin girişindeki yemek tezgahlarında yumurta aradım. Yazı dilinde anlatması çok zor, fakat Hindi dilinde benim kulağıma aynıymış gibi gelen iki kelime farklı anlamlara sahip olabiliyor. Çünkü bu iki kelimede vurgu farkı var ve ben o farkı anlamıyorum bile. Misal, yumurta. "Anda" dediğimde herkes bana möl möl bakıyordu. "Anda" dedim, tavuk taklidi yaptım, bir pandomimci gibi hayali yumurtayı kırdım tavaya, yok arkadaş, anlamadı kimse. Epey bir süre uğraştım. Meğer "ındha" gibi bir telaffuzda bulunmam gerekiyormuş. "Anda" kör demekmiş, "ındha" ise yumurta. Tekrarlıyorum, yazı diliyle elimden bu kadarı geliyor durumu betimleyebilmek için. Bana garip gelen şey ise şu oluyor böyle durumlarda; güzel kardeşim, lokantaya gelen bir adam kör mü sorar yumurta mı sorar? Yani insan hiç olmazsa tahmin eder karşıdakinin ne demek istediğini. Hindistan’daki yerel halkta kronik bir "yabancının ne dediğini anlamama" durumu var. Zeka seviyesiyle mi alakalı kültürle mi alakalı bilemiyorum. Türkiye’de olsa eminim birçok kişi cin gibi anlar hemen mevzuyu. Şöyle örnek vereyim; Türkçe bilmeyen Avrupalı bir turist Türkiye’deki bir köyde bakkala girip "yomorta" diyor. Bakkal turistin aslında "yumurta" demek istediğini anlar. Gelin görün ki elin Hindistanlısı anlamıyor işte, sadece möl möl bakıyor yüzünüze. Neyse, uzun uğraşın sonunda öğrendim ki Haridwar kutsal bir Hindu şehri olduğu için, yumurta ve et ürünleri bulamazmışım. Süt ürünleri vardı ama sanırım. Neyse işte, atıştırdım ne buldumsa, Dehra Dun’a doğru devam ettim.

Dehra Dun’a varmadan önce Gurdwara var mıdır, varsa nerdedir bunu öğrenmek istedim. Meğer şehirde 4-5 tane Gurdwara varmış. Bir tanesinin adını verdiler. Ona sor buna sor derken yolda duvara yaslanmış sohbet eden Sihleri gördüm. Aklıma gelmişken söyleyeyim, bir tane bile kötü Sih görmedim şimdiye kadar. Nasıl bir inanç sistemleri var, saygılı ve iyi niyetli olmaları inanç sistemleriyle mi yoksa genleriyle mi alakalı bilmiyorum, ama iyi insanlar. Belki de tarih boyunca belli bir inanç sistemiyle yaşadılar ve belli davranışlar genlerine işledi, kim bilir ? İşte duvarın orda takılan elemanlara bu Gurdwara'yı sorduğumda "orda oda yok, seni **(bilmem hangi) Gurdwaraya götürelim orda odada kalırsın" dediler. "Tamam" dedim. Atladı iki kişi bir motora, peşlerinde ben, daldık şehrin içine. Gaddar şoförlerin, susmayan kornaların, sıcağın, kalabalığın arasında ve motorun peşinde ilerledim. En kötüsü ise motorun hızını ayarlayamamasıydı. Herhalde beni de motorsikletli biri sandılar. Allahtan kaybetmedim elemanları, bir şekilde yakaladım. Gittik dedikleri Gurdwara'ya, beni kabul etmediler. Şehrin en merkezi en büyük Gurdwara'sıymış. Kocaman otoparkı bile vardı. Çok sorgulamadım, ‘sağlık olsun’ dedim, elemanlara da ‘ayağınıza/motorunuza sağlık, eksik olmayın beni buraya kadar getirdiniz, siz gidin kendi işinize bakın’ dedim. Şehrin ortasında bir yerlerdeydim. Başka bir Gurdwara sordum, biri bana yol tarif etti. Gittim de gittim, meğer yanlış yol tarif etmiş. Şehrin dışına çıktım neredeyse. Yan sokaktaki binadan bile haberi olmayan, standart pek çok Hintliye yol sordum. Hindistan’da öyle oluyor. Basit bir adres, bir yol soracaksınız diyelim. Genelde 5-6 farklı kişide şansınızı deniyorsunuz. Arada bazı ucuz otellere de gidip oda sordum ama aldığım cevap hep aynı idi, ‘hotel full’. Aslında oteller dolu olduğundan değil, bana oda vermek istemediklerinden öyle diyorlardı. Çünkü ‘turist defteri’ denilen bir kayıt defteri olması gerekiyor bir otelde, yabancıya oda verebilmeleri için. Kimsin nesin, nerden gelirsin nere gidersin, kaç yaşındasın, Hindistan’a neden geldin, vize numaran, pasaport numaran, başlangıç ve bitiş tarihleri, vs envai çeşit bilgi giriyorsunuz bu deftere. Oldukça sıkıcı. Velhasılıkelam, ilk Gurdwara olmadı, oteller olmadı, ona sor buna sor derken başka bir Gurdwara buldum. Bu Gurdwarada da oda vermek istemediler, fakat yemek holünde yerde yatabileceğimi söylediler. Önce güzel bir yemek verdiler, karnımı doyurdum. Sonra Sih dini hakkında biraz bilgi aldım, Gurdwaradaki ofisten. Evet, burada bir ofis vardı ve sosyal sorumluluk projeleri yürütüyorlardı. Derken Gurdwaranın yanındaki bankadan gelen bir adamla bir kadın bana sorular sordular ve beni bankaya davet ettiler sohbet etmek için. Ne garip, değil mi? Sıcak kanlıydılar. Bankaya gittim. Meğer adam şube müdürüymüş. Başında Sih türbanı, üstünde basit bir gömlek ve kot pantolon, ayaklarında da yumurta topuk benzeri kösele ayakkabılar. İsmi Javier. İki de gişe görevlisi vardı, Kamaldeep ve Shveta. Sordular da sordular. Anlattım da anlattım. Ama bol espirili, bol eğlenceli bir sohbet oldu. Çok güldük. Mesai sonrası, birlikte bir yerlere gitmeyi önerdi Javier. Biraz gezdik dolaştık, sonrasında da güzel bir Hint restoranına gittik. Hayatımda o güne kadar o kadar lezzetli bir Hint yemeği yememiştim doğrusu. Gerçekten çok iyiydi yemek. Tas benzeri büyük bakır kaplarda pişirilmiş çeşitli soslu ve baharatlı yemekler masaya servis edildi. Sarımsaklı tereyağlı naan(ekmek) eşliğinde mideye indirdik yemekleri. Javier hesap ödetmedi kimseye. Dönerken öğrendim ki, yıllardır birlikte çalışmalarına rağmen ilk defa mesai sonrasında birlikte bir yerlere gitmişler. Bunun da dışında, ilham kaynağı olmuşum bu insanlar için. Şu da var tabi, Hindistan’ın turistik olmayan bir bölgesindeydim. Turistik bir bölgedeki yerel halk, bisikletiyle veya motoruyla dünya turuna çıkmış yabancıları daha sık görüyorlar ve duruma daha alışıklar. İran’da da Yazd şehrinin dışındaki bir köyde, dıdısının dıdısının dıdısı şeklinde uzaktan akraba olan iki aile benim vesilem ile tanışmışlardı ve şehre döndüğümüzde hep beraber 20 kişi bir evde toplanmıştık. BEN olarak ego kabartmak maksadıyla yazmıyorum bunları, benim yerimde Ahmet veya Mehmet olsaydı ve tabi biraz da sıcak kanlı olsaydı yine aynı şeyler olurdu diye düşünüyorum. ‘Bisiklet çok değişik kapılar açar’ demişti biri yolculuğumun başında da, kimdi şimdi hatırlayamadım. Belki de Mehmet ağabeydi. İşte öyle bir şey.

Dehra Dun’dan Nahan’a, oradan Chandigarh’a, oradan da Shimla’ya gitmekti amacım. Fakat yol çok keyfsizdi, hava sıcaktı, Shimla öncesi herhalde 130 km civarı tırmanış vardı. Dehra Dun’un dışında büyük bir otobüs terminali olduğunu öğrendim. Shimla’ya otobüsle gitmek istersem en iyisi araca Dehra Dun’dan binmekmiş. Araçlar buradan hareket ediyormuş ve yolda doluyormuş. Ben de hiç hırs yapmadım, ‘önemli olan bu işi keyf alarak yapmak’ dedim kendi kendime ve terminalde otobüsü bekledim. Biraz vakit de kazanmak istedim. Shimla’ya kadar otobüsle gittim. İyi ki de öyle yapmışım. Yollara görülecek hiçbir şey yoktu. Otobüs ise bir süre sonra tıklım tıkış oldu. Çantaları ve bisikleti otobüsün tepesindeki demir iskeletten yapılma bagaja güzel sabitlemiştim, yolların durumu da iyiydi, içim rahattı. Shimla’ya geldim. O da nesi? Bence keyf alınacak hiçbir tarafı olmamasına rağmen Hindistan’ın en turistik şehirlerinden biriymiş, ama yabancılar için değil yerliler için. Yüksekliği, havasının serinliği, merdivenlerle birbirine bağlanan kademe kademe dar sokakları ve İngiliz kolonisi zamanından kalma bazı tarihi yapıları nedeniyle yerli turistler buraya akın etmişlerdi. Oda fiyatları ise insanı güldüren cinstendi ve her tarafa otel inşa edilmişti. 1500 rupiden kapı açıyorlardı ve pek indirim de yapmıyorlardı. ‘Çadır atayım ormana’ dedim, etrafta yeşil alanlar vardı, ama her taraf yamaçtı. Çadır atılabilecek bir tane bile düz alan bulamadım. Ona sor buna sor derken ultra rezil bir odaya 500 Rupi öderken buldum kendimi. Bazı işlerimi hallettim, alışveriş yaptım, dinlendim, toplamda 3 gece kaldım Shimla’da ve yola koyuldum.

Shimla’dan hareket ile Kinor Vadisi'ne girdim. Başta güzel olan yollar gitgide bozulmaya başladılar. Artık öyle bir bozukluk seviyesine ulaştı ki takip ettiğim ana yol, hem devam etmek ciddi ızdıraba dönüştü, hem de bisiklet aksesuarlarıyla ilgili sürekli sıkıntı yaşadım. Fren kartuşları iyice eridi, arka Schwalbe lastik yandan açıldı ve Ortlieb çantalar vibrasyon nedeniyle sürekli vidalarını düşürdüler. Allahtan yanımda yedek dış lastik taşıyordum da, değiştirdim. Eskisi ise direk çöp oldu. Shimla’dan sonra sırasıyla şu kasabalardan geçtim; Kiar, Kufri, Fagu, Theog, Narkanda, Kingal, Rampur, Jeoti, Nichar, Wangtu, Tapri, Powari, Jangi, Puh, Namgya ve Khab. Shimla’dan ayrıldığım ilk gün akşam üstü şansa çadır kurabileceğim nitekim düz bir zemin bulabildim. Ormanlık, fakat sürekli yamaçların olduğu bir bölgeydi. Sonrasında yol üzerindeki kasabalarda en ucuzu 300 rupi olmak üzere odalar bulabildim. Odalar rezalet olmasa da oldukça kötüydü, ama en azından duşumu alıp pillerimi şarj edip yatakta uyuma şansım oluyordu. Yol koşulları git gide bozuldu, toprak kayması nedeniyle kapatılan bir bölümü, arkadaki dağı aşıp tekrar ana yola bağlanmak sureti ile geçtim. Epey dik ve yorucu bir tırmanıştı ve beklemediğim bir anda piyangodan çıktığı için keyfsizdi de aynı zamanda. Hadi dağı taşı aştık, sonrasına ne demeli ? Yol bitti. Yeni yol inşa ediyorlardı. Kaya ve gevşek topraktan oluşan bir bölgede sağı solu dinamitle patlatıp yol inşa ediyorlardı. Zemin ultra keyfsizdi bisiklet için. Bir süre sonra vibrasyon dayanılmaz bir hal alıyordu. Akpa kasabasında polis kontrol noktasında durduruldum. ILP (inner line permit) sordular. ‘Ne izni ağabey, yolda kimse bana bir şey demedi ?’ dedim ama nafile. Hindistan’da bu tip askeri veya benzeri kuralları çiğnemenize imkan yok, en azından kuzeyde. Güneyi görmedim. Baktım olacak gibi değil, yapacak bir şey de yoktu, kontrol noktasının en yetkili askeri olan adam da düzgün birine benziyordu, bıraktım bisikleti ve üzerindeki her şeyi, gerekli izni almak için atladım otobüse ve Reckong Peo adı verilen kasabaya gittim. Bisikletle geçtiğim o delik deşik yolları bu sefer de otobüs koltuğunda hoplayarak ve zıplayarak kat ettim ters yönde. Reckong Peo’da 350 rupi karşılığı izni aldım, akşam üstüydü, orda bir odada kaldım. Çok komikti; sadece bel çantam ve içinde önemli evraklarım, üzerimde şort, tişört ve gözümde de güneş gözlükleri vardı. Gözlerim bozuk ve güneş gözlüklerim de numaralı olduğu için, geceleyin dandik otel odasında, güneş gözlüğüyle, ‘utanmasa tavana monte edecekmiş adam’ kıvamında 37 ekran bir televizyonda, dünya kupası maçlarından birinin tekrarını izledim. Değil maç izlemek, televizyon görmeyeli o kadar zaman olmuştu ki, anlatamam. Benim için televizyonlu bir odada kalmak lükstü. Televizyon izlemem gerçi, ayrı konu, ama maçı izledim. Ertesi gün Akpa’ya döndüm sabah ilk otobüsle, artık iznim vardı ve kayıt yaptırdım, atladım bisikletime, çevirdim pedalı.

Spiti Vadisi'ne girmeden önce, Tibet sınırına çok yakın olduğum bir noktada, Shipki La tabelasını gördüm. Yol çatal olmuştu, normalde soldan ana yoldan devam etmem gerekiyordu. Shipki La’nın ise neresi olduğunu biliyordum. Tibet’e gitmek için kullanılan yüksek dağ geçişiydi. ‘La’ yanılmıyorsam ‘tepe’ demek ve bütün dağ geçişlerinin isimleri ‘La’ ile bitiyor. Tatlı tatlı gidiyordum yolumda, dayanamadım, ‘ulan..’ dedim içimden ve daldım Shipki La yoluna. Tırmandım da tırmandım. Nasıl tırmandım öyle ? Bir süre sonra, ara sıra geçen araçların sadece askeri kamyonlar olduklarını fark ettim. Tibet sınırının sıkıntılı bir bölge olduğunu biliyordum. ‘Olur, normaldir’ dedim ve yoluma devam ettim. Dogri ismindeki bir kasabanın tabelasını görüyordum yolda. 16 km diyordu, gidiyordum gidiyordum, 14 km diyordu. ‘Arkadaş sabahtan beri pedal basıyorum 2 km mi gelebilmişim ?’ diye hafif sinirli hafif de espirili düşünceler geçiriyordum içimden. Gittim de gittim, geldim sonunda Dogri’ye. Anam, o da ne? Dogri aslında askeri üsmüş. Ben kasaba olur, lokanta olur, belki oda veya çadır kuracak yer bulurum diye düşünürken kendimi askeri üste buldum. Askerler üşüştüler başıma, doğal olarak. Yol büyük variller ile kapatılmıştı. Geçiş yoktu. ILP’yi (izin belgemi) gösterdim ama işlemedi. Telsizle birileriyle irtibat kurdular, iznimin bölgede geçersiz olduğu yanıtını aldılar. Ben de ‘üssün en yetkili askeri kimse onu bekleyeceğim’ dedim ve gereksiz bir inada bağladım olayı. Yetkili adam, artık rütbesi neydi bilmiyorum, anlamam da, yürüyüşe çıkmış, 1,5 saat sonra geldi, beni gördü, küplere bindi, adam resmen çıldırdı. Oysa ben tatlı tatlı konuşuruz ve mevzuyu bir sonuca bağlarız diye umuyordum. Adam sanıyorum ki bana tekme tokat girmemek için kendini zor tuttu. Ellerini yumruk yapmış sıkıyordu. ‘Tamam birader kızma, Allah Allah, ne kıymetli üssün varmış !’ dedim ve bisikleti hareket ettirdim. Arkamdan bağrıyordu adam ‘burda beklemene hangi asker izin verdiyse onu bulacak ve tutuklayacağım !’ diye. Herhalde beni ajan falan sandı. ‘Sağlık olsun, Shipki La’ya da tırmanmayaverelim’ dedim ve indim aşağı. Aşağıda Khab adındaki köyde geçirdim geceyi. Orda birileriyle tanıştım, misafirleri oldum, yemek yedik, bölge elmalarından yapılmış brendi ikram ettiler, tadına baktım.

Nako, Chango ve Sumdo kasabalarını geçtim ve artık Spiti Vadisi'ndeydim. Yolları anlatmaya gerek yok, rezalet. Gerçi kısa bir süre için düzgün asfalt vardıya, neyse. Yol, hemen Spiti nehrinin yanında ilerliyordu. Zaman zaman köprü geçişleri vardı. Tabo kasabasına gittim. Tabo’da çok eski bir Budist manastırı vardı, Tabo Gompa, ziyaret ettim. Aynı zamanda manastırın guesthouse’unda kaldım, 2 gece. Oradan Dankgar kasabasına gittim. ‘Kasaba’ yazdım ama Spiti vadisinde geçtiğim tüm yerleşim birimleri aslında birer köydü, Kaza hariç. Kaza, Spiti’nin tek büyük kasabasıydı. Her neyse, Dankgar muazzam bir köydü. 3900 metredeki bu köyde bir de Budist manastırı vardı, Dankgar Gompa. Bu arada şunu da belirteyim; Budistleri çok sevdim, fakat Katmandu’da gördüğüm Budistlerle burada Spiti’de gördüğüm Budistler arasında çok fark vardı. İnanç sisteminin dışında, gündelik yaşantıda gözlemlediğim olumlu yönleri şunlardı; güler yüzlülerdi ama sululuğa kaçar cinsten değil, yardım severlerdi, ve herşeyden önemlisi dürüstlerdi. Hindistan’da, muhattap olduğunuz kişinin dürüst olması gerçekten çok önemli. Budistleri övdüm, ama şunu da es geçmemek lazım, insan dünyanın her yerinde insan. Yani iyi insana da kötü insana da dünyanın her yerinde rastlanır diye düşünüyorum. Çok daha sonra Nubra vadisinde aç gözlü bir Budist aileye de denk gelmedim değil. Dankgar köyünden sonra Kaza kasabasına vardım. Kaza’da yavaş da olsa internete bakar, mailleri kontrol ederim diye düşündüm, çünkü büyük bir kasabaydı. Oraya git dükkan kapalı, buraya git internet kesik falan derken uydu interneti olan bir dükkan buldum. İnternet gmail hesabımı açamayacak kadar yavaş olunca vaz geçtim. Uzun süredir pilav ve mercimek pişiren basit lokantalar ve minik çay evlerinin dışında dükkan görmüyordum. Kaza’da ardı ardına manavlar vardı ve birinde durup patlayana kadar mango ve muz yedim. Ordan Losar’a gittim ve Losar’da konakladım. Losar’a giderken şiddetli rüzgar canıma okudu, çok yoruldum. Ertesi gün Losar’dan Kunzum La’ya tırmandım, 4570m. Tepede, geçişin en yüksek noktasında, çobanları ve küçük baş hayvanları gördüm. Fondaki karlı dağlar ile birlikte çok güzel fotoğraflar çektim. Yollar çıkışta bozuk olmasına bozuktu, alışmıştım bozuk yollara da, o iniş neydi öyle ? ‘İnemedim’ desem yeridir. İrili ufaklı, ama ağırlıklı olarak iri taşlardan oluşan, gevşek zeminli, sayılamayacak kadar çok dere geçişli, keskin zigzag virajlı, çamurlu, vs uzun mu uzun bir inişti. ‘Dere’ dediğim ise aslında, eriyen kar sularının yolu taşırması durumuydu. Oldukça yorucuydu iniş. Bir şekilde tamamladım. Aşağıda ise bir dhaba(lokanta)da bekleyen bir sürü motorcu gördüm. Neredeyse hepsi yabancıydı. Belli ki unutulmaz Royal Enfield motosiklet gezisi için gelmişti hepsi de. Öğrendim ki ileride yol kapalıymış, açmak için bir dozer çalışıyormuş. Çay içip 5-10 dk kadar dinlendikten sonra ‘neyse, size iyi beklemeler’ dedim ve çevirdim pedalı. Yol bu sefer düzdü düz olmasına da, yine tam bir ızdıraptı ilerlemek. Derken su geçişleri, binerek çıkılamayacak dik ve taşlı yollar, ayakta zor durduğum donmuş buz yollar vs ilerledim bir şekilde. Sonunda yolun gerçek anlamda kapandığı yere geldim. Dozer çalışıyordu, yolun açılan kısmının dışında, bir de açılmayı bekleyen buzul kısım vardı. Daha önce yolda tanışmış olduğum Hindistanlı motorcuları gördüm orda beklerken. ‘Ooo demir adam geldi, demir adam geldi !’ diye heyecan yarattı bir tanesi ve ‘seni göndermeyiz, iple motorları çekerken bize yardım edeceksin’ dedi. Karşımda yardım talep eden insanlar varken arkamı dönüp yoluma devam edemezdim. Yardım ettim. Fakat elemanların motor kıyafetleri ve su geçirmez botları vardı. Su geçiren bot sahipleri ise botların içine kalın çöp torbaları geçirmişlerdi. Ben ise şort ve bisiklet botlarıyla buzlu suların içinde şapır şupur yürüdüm, motosiklet çektim iple, derken ayaklarımı hissetmez oldum. Baktım ortam kalabalıklaştı, ‘bana müsade arkadaşlar, bu kadar adamsınız, ben olmasam da çekersiniz bu motorları, ben bisikletçiyim, yavaşım, motorum yok sizler gibi, hadi eyvallah’ dedim ve yola koyuldum. Izdırap dolu saatlerden ve 5 günde tamamen eriyen yeni Magura fren kartuşlarımın ruhumda yarattığı sıkıntıdan sonra, sığınacak bir mekan buldum ve geceyi geçirdim. Ertesi gün Dhara’ya kadar gittim bisiklet üstünde. Amacım, yapabilir miydim bilmiyorum, Chhatru’ya kadar gidip ordan bulacağım bir araç ile Manali’ye gitmekti. Yeni Magura fren kartuşlarına ihtiyacım vardı ve biliyordum ki Hindistan’da bulmak neredeyse imkansızdı.

Vallahi nasıl bir şans böyle, ben de şaşırdım kaldım, fakat Dhara’da yol üstündeki dev çayırlık alanda kamp yapan insanlar gördüm. Park halindeki motorlar ve 4 adet gıcır gıcır Mercedes arazi aracı da vardı kamp alanında. Alana gittim ki iple çektiğimiz motorların sahipleri de orda mola vermişler. Beni görünce sevindiler ve kampı düzenleyen adama beni tanıttılar. Güzel sıcak bir ortam vardı. Oldukça organize, kuş sütünün eksik olduğu bir kamptı. Güzelce yedim, içtim. Durumumu anlattım, kampın organizatörü Hari kampa katılabileceğimi ve ertesi gün kamp araçlarından birinin Manali’ye gideceğini ve eşyalarımla birlikte beni de götürebileceğini söyledi. Çok sevindim, gerçekten büyük şans. Kendi çadırımı kurdum ve derken kamp ekibiyle kaynaştım. OverDrive isimli, Hindistan’ın meşhur bir otomobil dergisi varmış. Mercedes Benz, test edilmesi için 4 adet arazi aracı vermiş OverDrive’a. Kampı ve araçların testini ise Hari organize ediyormuş. Hari, 5 kere Hindistan ulusal ralli şampiyonu olmuş ve aynı zamanda outdoor sevdalısı bir Sih. Sanırım 50 yaşın az altındaydı. Kampta yeme içme veya herhangi başka bir tedarik konusunda sıkıntı yoktu. Çeşit çeşit yemekler, çeşit çeşit meyve suları, atıştırmalıklar, içkiler vardı. Hatta tereyağı ve sarımsakla pişirilmiş karides bile ikram ettiler gece kamp ateşinin başında otururken. ‘Yok artık’ dedim. Çok güzel bir geceydi. Sabahına erkenden kalktım, eşyalarımı ve çadırımı topladım. Bir süre sonra araçlar hareket etti, herkes gitti. Hari, eşi, kamp için çalışan işçiler ve ben kaldık. Büyük çadırların toplanmasına ve her türlü diğer işe yardım ettim. Alanı terk etmemiz epey zaman aldı, fakat sonunda ayrıldık. Hari’nin 4 çeker jipi ve römorku, bir de Mahindra 4 çeker jip olmak üzere iki araçtık. Ben kendi yükümle birlikte Mahindra’nın kasasındaydım, 2 işçi ile. Jipin kasa tıklım tıkıştı ve yola koyulduk. Diz boyunu aşan kar sularından, taşlı zeminlerden geçtik hoplaya zıplaya. Yorucuydu ama jipin kasasındaki 2 emekçiyle birlikte espiriler yapa yapa ilerledik. Birbirimizin dilini çok bildiğimizden değil hani, basit bir vücut dili, üç beş kelime ve gülen gözler yeterli.  Saatlerce trafikte sıkışık kaldıktan sonra 4000 metredeki Rohtang geçişini de yaptık ve Manali’ye indik. Manali’de, kamp ekibi için önceden ayarlanmış otele gittik. Ben eşyaları yükledim bisikletime ve artık vedalaşma vaktiydi. Çok çok teşekkürlerimi sundum kendilerine ve kendi yoluma devam etmek üzere ayrıldım. 300 rupilik bir oda buldum biraz uğraştıktan sonra, diğer bir çok odada olduğu gibi duşu ve tuvaleti dışarda olanlardan. Türkiye’nin büyük bir şehrinde, ofiste bilgisayar karşısında bu satırları okuyan birine çok garip gelebilir duşu ve tuvaleti dışarda olan bir odada konaklamak. Fakat buralarda son derece normal. Hayat da o kadar basit ki, bu tip şeyler sıkıntı olmuyor. Şimdi düşünüyorum da; İstanbul’daki gündelik stres seviyem ile buralardaki gündelik stres seviyem o kadar farklı ki. Tamam, Hindistan’da zaman zaman insanı çok zorluyor bazı durum ve kişiler, fakat yine de bu zorlamalar o kadar basit mevzulara dayanıyor ki, büyük bir şehre kıyaslandığında devede kulak kalıyor bu stresler. Ne bileyim, yarım litre benzin almak 40 dk sürebiliyor. Bir pakedi Türkiye’ye postalamak için 2 gün uğraştığım oluyor. Elektrik olmuyor, vs, bunun gibi şeyler.

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı
Oguz Tan

Yazar Hakkında

Oguz Tan

aslen sistem mühendisiyim.sevdiğim şeyler; spor, macera, yemek, fotoğraf.istanbul'da yaşıyordum.2013 ağustos ayında 'YETER' dedim ve kendimi yollara vurdum.bakalım neler olacak..