Sabahın köründe kalkıp gitmek her ne kadar zor gelse de yanımda Almanya sınırına yakın bir yerde doğmuş olduğundan tahminimce Alman genlerine sahip arkadaşım Gilles'in verdiği gazla çıkıyoruz yola. Yanımıza bolca su ve yiyecek alıyoruz. Yolumuz uzun. Önceki gidenlerin ortalamasına göre, yaklaşık 6 saatte çıkıp 3-4 saatte ineceğiz. Akşam orada kalmayı düşünmüyoruz o yüzden uyku tulumu vs. almıyoruz yanımıza.
Himachal Paradesh Tapınağı, çevremizdeki en yakın tepelerin en büyüğünün zirvesinde 2.200 metre kadar yukarıda bulunuyor. Bulunduğumuz yerden rahatça görebildiğimiz için çok fazla gözümüzde büyütmüyoruz. Saat 7.00 itibariyle yoldayız. Arun’un çiftliğinden yaklaşık 100 metre sonra hemen taş patikalarla tırmanışımız başlıyor. Yol boyunca tarlalar ve ufak köy evlerinin yanından geçiyoruz, herkesin ilgi odağıyız tabii ki… Birkaç kişi ile yolda selamlaşıyoruz, “tapınağa mı?” diye soruyorlar, “evet” diyoruz ve yolu gösteriyorlar.
Burada doğa gerçekten çok güzel, sanki bilgisayar oyunundaymışım gibi çok canlı renkler. 1-2 köy geçtikten sonra patika yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor, daha doğrusu birden fazla patikalar karşımıza çıkıyor. Kafamızı kaldırıp tapınağı gördüğümüzden en kısa yol olduğunu düşündüğümüz patikaları seçip yola devam ediyoruz.
Bu arada normalde rehber olmadan tapınağa gidilmesi pek tavsiye edilmiyor çünkü orman içinde kaybolma ihtimali yüksek. Biz eğer kaybolduğumuzu düşünürsek geri döneriz köylerden birine diyerek rehber muhabbetini es geçiyoruz.
Görünen son köyden çıkarken beyaz bir köpek uzaktan bizi izliyor ve fazla sürmeden peşimize takılıyor. Çok sevimli, burada hayvanlara pek isim koymadıklarından ben kendisine bembeyaz kar gibi tüylerinden dolayı Arap ismini koyuyorum. Gilles’in pek hoşuna gitmedi bu isim... “peki ya Karabaş?” diyorum. Fonetiğinden olsa gerek çok hoşuna gidiyor. 3 kişi olarak yola devam ediyoruz.
Tabii ki beklenen oluyor ve ucundan biraz kayboluyoruz. Artık bir takım patikalar var fakat bunlar doğal mı yoksa insanlar tarafından mı yapılmış hiçbir fikrim yok. Dağın dibinde olduğumuzdan artık tapınağı da göremiyorum. Köylerden geçerken gördüğümüz açıyı baz alarak kafadan bir yön hesaplaması yapıyoruz ve mevcut patikamsı yollardan tırmanmaya devam ediyoruz. Daha önce kimsenin buralardan geçmediğini tahmin ediyorum çünkü çalıları yarıp geçmemiz gerekiyor. Filmlerden aklımda kalan sahnelerden biraz hafiyelik yapıp daha önceden kırılmış dalları bulmaya çalışıyorum ve buluyorum da, hatta bazıları dikine şeklinde kesilmiş olduğundan en azından daha önceden birilerinin bir sebeple buralarda bulunmuş olduklarını anlayıp rahatlıyorum. Karabaş ise bizle birlikte inanılmaz bir gayretle dağa tırmanmaya devam ediyor. Sonunda beklenen oluyor ve artık bir patikaya benzer bir yol da yok karşımızda. Kocaman bir dağ ve çıkılabilmesi mümkün gözüken dağdan aşağı inen kurumuş bir dere yatağı var. Oldukça uzun gözüküyor ama en azından tepesi gözüküyor ve ucu açık. Tırmanmaya başlıyoruz ve işin bu kısmı trekkingten çok dağcılığa giriyor.
Dağcılık için üzerimdeki ekipmanlara şöyle bir göz atalım da aklınızda olsun benim gibi yola çıkmayın.
- Eldiven: Yok
- Ayakkabı: Kadıköy bitpazarından 20 liraya alınmış sahte Adidas (bkz. Abidas)
- Pantolon: Abimden aldığım gayet dar kesim bir kot pantolon.
- Yürüyüş sopası: Yolda bulduğum, hemen kırılmaması için içi yaş olanlardan seçtiğim iki parça dal
Çok zor gözükmeyen dere yatağı çok kaygan. Çok fazla ufak çakıl taşı var ve tırmanırken sapladığım çubuklar ve zaman zaman bulduğum bitki kökleri dışında beni tutan pek fazla bir şey yok.
Gilles 5-10 metre önümden çıkarken ardında bıraktığı sürüklenen taşlar sağımdan solumdan geçip duruyor. Ufak bir düzlüğe ulaşıp biraz soluklanıyoruz. Kotumun ağ kısmı tamamen yırtılmış durumda ve artık kullanılamayacak durumda, üzerimde olmasının tek sebebi keskin çalı çırpıların bacaklarımı kesmemesi. Soluklandığımız yerde oldukça büyük bir hayvanın kemiklerini buluyorum. Muhtemelen zamanında dere yatağında kalmış ve sürüklenmiş buraya kadar. Oldukça fazla zorlandığım bu tırmanışın sonunda bitkin bir biçimde tepeye ulaşıyoruz ama karşımda tepe üzerine tepeler görünüyor.
Başlarda 15-20 dakikada bir fotoğraf çektiğim yolda, artık makinem olduğunun bile farkında değilim. Kafamı kaldırıp herhalde yaklaşmışızdır diye tapınağa bakıyorum ancak sanki ilk baktığımız zamanki gibi uzakta duruyor. Aramızdaki tek 4x4 olan Karabaş bile zaman zaman kayma tehlikesi geçirdi ancak kendisi de benim önümde olduğundan, onu ittirerek desteklediğimden o da bu tırmanışı başarıyla gerçekleştirmiş oldu.
Gilles uzun yürüyüşler yapan, hemen hemen her gün yürüyen biri olduğundan kondisyonu baya iyi. Ben çoktan tişörtü terden su etmiş, yavaş yavaş üzerimdeki poları ıslatmaya başlamışken onun suratında tek bir ter damlası görmüyorum. Ben mi tuhafım, o mu anlayabilmiş değilim. Yine de yılların topçusu olarak elin Fransız’ına yenilecek değilim diye göbeğimle çok sıkı bir münakaşaya giriyorum. Yolda olduğumdan beri tartılmadım ama sanırım şu aralar 77-78 kg. civarı olmam lazım. Alakasız olsa da sırf hoşuma gittiği için işten ayrıldığımda 93 kg. olduğumu tekrar belirtmek istiyorum burada!
Terim artık durmadan gözlerime akıyor ve yakıyor. Her 2-3 metre çıktıktan sonra gözlerimi silmekten gına geldi artık. Bacaklarımda hafiften başlayan kramplar artık durmam gerektiği konusunda beni uyarıyor.
Açıkça söylemem gerek, bu kadar gelmişken bile durup geri dönmek aklıma geliyor ama limitimin bu olduğunu düşünmek ve bu kadar kolay vazgeçebilen biri olduğumu düşünmek bacaklarımdaki kramplardan daha acı verici olurdu diye düşünüyorum ve bu düşüncemden dolayı utanıp kollarıma daha fazla ağırlık vererek tırmanmaya devam ediyorum.
Sonunda Arun’un bahsettiği tapınağın yolunu gösteren metal işaretlerden birini buluyoruz! Tabii ki bu işaretin bulunduğu yer, normal bir patika yolu. Sonunda aslında olmamız gereken yolu bulduk ve patikadan çıkmaya devam ettik. Ettik ama ben o kadar bitkin bir durumdayım ki ne kol ne bacaklarda güç kaldı. Gilles bile o kadar kondisyonlu ve çok daha hafif olmasına rağmen yorulmuş durumda artık.
2-3 işaret daha yol boyunca karşımıza çıkıyor ve sürekli yılan gibi “S” çizen yolda artık kendimi kaybetmiş şekilde sadece ayaklarıma bakarak tırmanmaya devam ediyorum.
Bir köpek havlama sesi duyuyorum! Kafamı kaldırdığımda ileride tepesi tüten bir kulübe; bahçesinde inek, dana ve köpek olan bir yer görüyorum. En azından tapınağın yerini sorabilir ve biraz nefes alabilirim artık. Bizim Karabaş’ı gören köpek ok gibi fırlayıp yanımıza geliyor ve kendini hem ona hem bize tanıtıyor, bayağı sevimli bir şey bu da.
Kulübeye ulaştığımızda ise buranın bahsi geçen tapınak olduğunu anlamamız pek uzun sürmüyor. Filmlerde görülen dağların tepesindeki tapınaklarla hiçbir alakası yok. Çok Şaolin filmi izlemiş olduğumdan olsa gerek, çok daha büyük hayallerim vardı tapınakla ilgili… Ancak ilk yola çıkarken ve her zaman söylediğim şeyi unutmuştum, “Az beklenti, çok mutluluk”!
Tek bir rahip yaşıyor burada. Tahminim 70 yaşlarında ve normal olarak İngilizce bilmiyor. Bilmesini gerektirecek hiçbir durum da yok zaten. Burada bizim en azından azıcık bile Hintçe bilmememiz ayıplanacak bir durum. Çok da problem yaratmıyor zaten, normalde 1 saniyede anlayacağımız şeyi 5 saniyede anlıyoruz. Bir şekilde iletişim kuruluyor, her geçen gün yaşadığım tecrübelerle dilin öneminin düşünülenden az olduğunun farkına varıyorum. Görsel ve fiziksel iletişim olduğu sürece dil sadece her şeyi çok daha kolaylaştıran bir araç aslında, en azından benim için şu anki durum bu.
Çok zor şartlarda yaşayan bir adam olan rahip, inanılmaz sıcak ve yardımsever davranıyor. Hemen yere bir kilim seriyor ve oturun dinlenin şeklinde bir şeyler diyor. Üzerimdeki tişört ve onun üzerindeki polar tamamen su olmuş durumda. İkisini de çıkartıp kuruması için güneşe bırakıyorum ve kilimde oturup güneşin altında yatıyorum. Buraya ulaşmadan yarım saat kadar önce son suyumuzu da içmiştik o yüzden tam içecek su isteyecekken sütlü ve bol şekerli çaylarımızı hazırlayıp getiriyor. Normalde hiç kullanmam şeker ama kaybettiğim enerjiyi geri kazanmak adına o kadar güzel geliyor ki anlatamam. Ardından safranlı sebzeli pilav ve her gün Arun’un çiftliğinde de yediğimiz “Dal” geliyor. Tek farkı kesinlikle çok daha baharatlı ve haliyle çok daha iyi oluşu! Adam başı yaklaşık 1 kg. pilav koyuyor ve dahası da var diyor. Yiyip, içip, güneş altında yatınca vücut kendine geliyor.Yarı piyano, yarı akordeon gibi olan enstrümanla (cahilliğimi maruz görün ne olduğu hakkında bir fikrim yok) bize canlı müzik performansını sergilemeye başlıyor. Yetenek avcılarının hedefi haline geleceğini sanmıyorum ama ilginç bir tecrübeydi :)
Saat 10.00’da buraya varmıştık ve normalde ortalama 6 saat süren yolu 3 saatte gelmişiz. O kadar yorulduk, olsun o kadar. Plan, saat en geç 15.00’te güneş batmaya başlamadan ve hava kararmadan geri dönmek. Ancak görsel olarak şahane olsa da pratik olarak bizi bitirecek yoğunlukta bir sis bulutu aşağıdan yukarıya bize doğru çıkmaya başlıyor. Saat tam olarak 15.00 itibariyle 2 metre ötesini görmek imkânsız. O dağların etrafını saran yoğun bulutlardan birinin içindeyiz ve yola çıkmak imkânsız. Biraz bekleyelim diyoruz fakat olmuyor, akşam burada kalıyoruz.
3 farklı kulübe var; ilki ineğin bulunduğu, ikincisi köpeğin bulunduğu ve üçüncüsü de bizim bulunduğumuz. Tamamen çamurdan yapılmış ve aslına bakılırsa pek pis de sayılmaz. Normal olarak çok tozlu ancak çiftlik görüntüsünde olmasına rağmen tapınak gibi temiz tutuyor. Akşam olduğunda yemek için tekrar ateşi yakıyor. Kalacağımız oda ile ateşin yandığı yer aynı ve sürekli olarak evin içinde inanılmaz bir duman var. İçeride durmak mümkün değil, dışarıda bekliyoruz ancak güneş battıktan sonra 2.200 metre yükseklikte hava oldukça hızlı soğuyor. Yapacak bir şey yok, içeri giriyoruz.
Yatacağımız yere sermek için birkaç battaniye vs. veriyor. Hemen hepsini köşeye atıp, üzerimize battaniyeleri çekip olabildiğince yere yakın olmaya çalışıyoruz. Duman en az orada olduğundan nefes almak nispeten daha kolay. Odunlar iyice yandıktan sonra duman da azalıyor ve artık oturabilecek duruma geliyoruz. Hava karanlık, garip cızırtılar çıkartan bir aküye bağlanmış çok zayıf bir led ampul odayı aydınlatmak için beyhude bir çaba içerisinde… Fotoğraf çekmeye çalışıyorum ancak pek mümkün gözükmüyor.
Yemeği hazırlamaya başladığında saat 15.00 civarıydı ve 2 tencere yemeğin hazırlanması tam 3 saat sürdü. Şikâyet etmek değil bu, sadece burada hayat gerçek anlamda çok zor. Bulunduğumuz süre içerisinde sadece 3-4 kere durup yaptığı işlere ara verdi, bunun dışında sürekli olarak sanki 24 saat çalışıyor gibi. Bol baharatlı yemekleri yiyip çayımızı içtikten sonra saat akşam 19.00 olunca artık zifiri karanlık ve yapacak hiçbir şey kalmamıştı.
Burada gördüğüm en güzel şey ise kuşkusuz yıldızlardı. Hayatımda ben hiç bu kadar çok yıldızı bir arada görmedim. Amatör bir astronom olarak zaten hemen gezegenleri ve takımyıldızlarını aramaya başladım ve hemen de buldum. Orion takımyıldızını çıplak gözle bu kadar rahat görebilmek astronomiyle ilgisi olan herkesin bir gün yapabilmesini istediğim bir şey!
Dışarısı buz gibi soğuk, içerisi zifiri karanlık… Uyumaya çalışmaktan başka hiçbir seçeneğimiz yok gözüküyor. Uyumaya çalışıyoruz ancak üzerimize aldığımız 3-4 parça battaniye, benim üzerimde olan 2 tişört, bir polar ve bir de mont ancak soğuğu kesmiş gibi görünüyor. Rahip ise üzerindeki bir gömlek, çıplak ayaklar ve uzun kollu hırkasıyla duruma gayet adapte olmuş durumda ve bizim odamızda kalmayacak. Nerede kalacak bilmiyorum açıkçası, sanırım ya köpeğin ya da ineğin kulübesinde. Uyku? Pek yok gibi...
Ara ara uyuyup uyanıyorum sanırım, artık sabah olsun da yola çıkalım diye bekliyorum. Bir ara daldıktan sonra kapının altından süzülen ışığı görüyorum. Saate bakıyorum 5.00, oh diyorum güneş ışığı hafif hafif gelmeye başladı. Dışarı çıkayım biraz diyorum ve o gördüğüm ışığın tam tepemde dikilen ay olduğunu görünce bir hayli şaşkınlık geçiriyorum. İçeri geri gidip yatıyorum tekrar ama 5 dakika geçmeden kapı açılıyor ve rahip içeri girip ateşi harlamaya başlıyor hemen. Radyosunu açıyor, ilahi gibi bir müzik eşliğinde, gün doğmadan, odada çok mistik bir hava oluşuyor. Bir süre sonra içeriye sis bombası atılmış gibi olduğundan sinek gibi çıkıyoruz odadan hemen. Ufak tefek ısınma hareketleri eşliğinde güneşin doğmasını bekliyoruz. Çay, muhabbet, toparlanma ve hazırlık derken ufak bir miktar parayı da kendisine bağış/teşekkür olarak veriyoruz ve geri dönüş yoluna koyuluyoruz.
Geri dönüş ise fazlasıyla kolay oluyor. Hem yokuş aşağı iniyor oluşumuz hem de bu sefer normal patikayı takip ediyor oluşumuzdan dolayı 2 saatten kısa bir sürede çok hızlı bir şekilde geri dönüyoruz. Dönüş yolunda ilk defa vahşi maymunları bu kadar yakından görme şansı yakalıyoruz. Sanırım yakınlardaki bir muz ağacına tırmanacakken beklenmedik bir anda bizle karşılaşıyorlar ve anında daldan dala atlayarak gidiyorlar. Doğal ortamlarında bu canlıları izlemek kesinlikle çok farklı bir deneyim. Bu kadar güçlü, hızlı ve atik olduklarını tahmin etmezdim.
Geri döndüğümüzde ise Arun kapıda bizi bekliyor. Gittiğimiz farklı yolu anlattığımızda ise gözlerinin ilk defa bu kadar büyüdüğünü görüyorum. Evet, seçtiğimiz yol kesinlikle kısa bir yol ancak orada yıllardır yaşayan köylüler uzun yolu; Belçika’dan daha büyük olan 1316 km²lik, kaplanların yaşam bölgesi olan bir ulusal parka (http://en.wikipedia.org/wiki/Corbett_Tiger_Reserve) dâhil olduğu için tercih etmiyorlarmış! Olsun yanımızda koruyucu Karabaş vardı zaten : )