Kendini bulmaksa niyetin ve biraz da huzur; doğru adresin Patmos…
Patmos Adası’na gelmek için birçok sebep var:
Hristiyan inancına göre hac yeri
Doğal güzelliği
Yüzlerce korunmuş mimarı zenginliği
Bakir koyları
Eğlence
Dinginlik ve huzur
Hangisini tercih edersen et, buluşma yerin burası.
Kos'tan bir sabah Dodekanissa Seaway katamaranla ayrılıp, Patmos'a doğru yol alıyoruz. Yaklaşık 2,5 saat süren yolculuğumuzda, üç adaya kısa süreli uğrayıp yolcu ve eşya bırakarak ilerliyoruz.
İlk durak Kalymnos, derin koyun içindeki iskeleye kısa bir süre yanaşıyoruz, yolcular iniyor, yenileri biniyor, tuzlu camların arkasından limandaki İtalyan yapıları görüyorum. 1912'de geldikleri adalardan II. Dünya Savaşı sonrası ayrılan İtalyanlar, kendilerine özgü art-deco yapılarla tüm on iki adaya damgalarını vurmuşlar ama yüzlerce yıl bu adalardan vergi alan Osmanlı'nın eserleri bir elin parmaklarını geçmiyor. Günümüze kalan Osmanlı eserleri de restorasyon beklentisi içinde zamanla yarışıyor. Gelecek yıl acaba Kalymnos'a yoksa Leros'a mı sefer yapsak? Gezginin ruhu böyle işte, bir seyahat bitmeden ikinci seyahat planları yapılıyor. Avrupa'da en iyi kaya tırmanışı yapılan yerlerden olan Kalymnos kayalarını da sancağımızda görüyoruz.
İkinci ada Leros, adanın iki limanı var, yine İtalyan yapılarının kırmızı kubbeleri görülüyor ufukta. Savaş sırasında burada Mussolini denizaltılarını konuşlandırmış. Minik Lipsi iskelesinde de yolcu indirdikten sonra saat 11.00’de Patmos'a ayak basıyoruz. Deniz sakin, lacivert ve bizi bırakan feribot Dodekanissa Seaway limandan ayrılıyor.
Ada üç bölümden oluşuyor; Skala, Chora ve Kalymnos... Feribot Skala'ya yanaşıyor. Skala (iskele) kalabalık ve canlı, ellerinde pansiyon isimleri yazılı kağıtlarla bekleyenler, kalacak yer arayanlara cazip teklifler yapıyor. İskelenin tam karşısında İtalyan yapımı idare binası var, adanın yönetimi burada olmalı...
Biz sola doğru yürüyoruz. Elde bavullar, elimizle koymuş gibi Captain House oteli buluyoruz. Limandan sola dönüp sahile paralel yürüyerek 50 metre uzaklıkta 2 katlı bina. Patmos'un beyaz, küp biçimi geleneksel mimarisinde. Tertemiz, minimal stilde zevkle döşenmiş odaları ve giriş katı bir orta avluya açılıyor. Avluda yüz yıllık bir palmiye ve havuz yorgunluğumuzu almak için bizi bekliyor. Yorgun ama mutluyum, hayallerimdeki bir güzel seyahat daha gerçekleşiyor.
Bir saatlik bir dinlenme ile Skala sokaklarında kayboluyoruz. Hava ılık, etraf çok kalabalık değil, tam bize göre. Liman karşısına kahveler, hediyelik eşya dükkânları dizilmiş, İdare binasının yanındaki minyatür meydan kasabanın kalbi, iki kahve yükünü almış, cıvıl cıvıl.
Bizim evlerde bin bir zahmet ve ihtimamla yetiştirmeye çalıştığımız saksı bitkileri "Benjaminler" burada dev ağaçlar haline gelmiş. Rıhtımdaki yürüyüş ve Arion Kafe'de içtiğimiz sıcak içecekler iyi geliyor. Skala'da yeni yat limanına yürürken önünden geçtiğimiz Meltemi Kafe'nin önünden denize de giriliyor.
Adamız küçük, gezilecek yerler ve denize girilecek sahiller tarafımızı çevirmiş vaziyette, aceleye gerek yok, sindire sindire geziyoruz. Erken kalkış da yok bu tatilde. Kuzeyden güneye 25 km uzunluğunda ve sadece 3000 kişi yaşıyor, yaklaşık enlem olarak da Didim açıklarındayız.
Captain House'da sabah kahvaltısı beklenmeyecek ölçüde zengin. Ana kahvaltıya kurabiye, kekler ara sıra Katerina'nın ayva reçeli de ekleniyor. Sabah "Kalimera" ile selamlaşmak ruhumuzda başka bir tat bırakıyor. Ada küçük gidilecek çok plaj var. Otel her türlü hizmeti sunuyor, araba kiralamak da dâhil. 6 günlük kiraladığımız kırmızı cipimizle ada turuna çıkıyoruz. İlk durağımız Chora…
Chora, kutsal bölge... Nedenine gelince; Hristiyanlık tarihinde İncil'in dört yazarından biri olan ve "Apokalips (Vahiy)" bölümünü de yazan, İncil yazarı "Hagios İoannes Theologos", bizim Patmos'a damgasını vuran İoannes. Roma imparatoru Domitianus inançlarından dolayı İoannes'i bu adaya sürgüne gönderiyor M.S. 95’te. İki yıl bir mağarada kapalı kalan İoannes, burada bir yarıktan gelen ve tanrının sesi olduğuna inandığı sesler duyup, onları yazıya geçiriyor, işte İncil'de yer alan "Apokalips" bölümü de böylece yazılmış oluyor. Göreceklerimiz arasında bu mağara da var. Mağara Manastır'da yani Chora bölgesinde. Virajlı yoldan yavaşça ilerliyoruz, tepedeki Manastır ve onu beyaz bir taç gibi çevreleyen Chora evlerine gittikçe yaklaşıyoruz. Belirli bir noktadan sonra Chora'ya motorlu taşıt giremiyor. Araçtan inip, daracık bembeyaz sokaklara dalıyoruz. Döne döne çıkıyoruz Manastır'ın girişine doğru. Ana girişin üzerindeki açıklıktan girişe dayanan düşmanların, korsanların üzerine kızgın yağ döküldüğünü okuyoruz.
Manastır'a giriş ücretli, içerdeki müze de buna dâhil. Hristiyanlıktaki kutsal üçlemeye son derece uygun bir üçlü kemer içine yerleştirilmiş çanlar girişte karşılıyor. Manastır çevresindeki ilk yerleşimler manastırın kuruluşundan hemen 50 yıl sonra başlıyor ama bugün yoğun olarak batıda yer alan Chora evleri 1453'de İstanbul'un fethinden sonra bu adaya göç eden kibar ve kültürlü "Konstantinopoliler'' tarafından yapılıyor, bu mahalleye "Allotini" (gelip-geçenler ) deniyor, bu tarihten sonra hemşerilerimizin yemek, sanat, müzik ve kültürü tüm adayı etkiliyor.
Girişteki avlu çakıl taşı mozaiklerle kaplı, tam ortada, eskiden şarap, şimdi suyun saklandığı bir sarnıç var, sarnıcın üzerinde ve duvar kenarlarında parlatılan, temizlenen kandiller ve halıları görüyoruz.
Manastır için çok önemli olan birçok dinsel objenin yanı sıra bizim için önemli olan Osmanlı padişahlarının 6 adet fermanı var. Ticareti, dinsel özgürlüğü koruyan fermanların yanı sıra bir ferman benim ilgimi çekiyor. Bu fermanda Sultan, Subaşı ve Kadı'ya şu emri veriyor: “Andros isimli şahsın evine giren mallarını çalıp, ev ahalisinden birini öldüren saldırgan tez bulunsun ve cezası verilsin!!!”. Manastır'ın ikinci katından manzara müthiş, beyaz kemerler arasından iç avluya bakış da güzel. Çıkışta, Chora'nın beyaz sokaklarında kayboluyoruz.
Chora sokaklarında, geçitlerinde, koridorlarında kendimi kaybediyorum. Bir rüya gibi beyazlık, yukarıda gökyüzünün sonsuz mavisi ile sınırlanıyor. Bir de bu güzelim renklere evlerden sarkan begonvillerin dökülüşünü eklersek, soğuk kış günlerinde kurduğum hayallerin tam ortasına düştüm diyeceğim. Geçitler kıvrılıyor, iniyor, çıkıyor, minik meydancıklardaki şık butiklerin etrafından dolaşarak yeni sürprizler hazırlıyor.
Bir anda yel değirmenleri dibinde bitiyoruz. Eski antik patikadan ilerliyoruz; sararmış otlar, kavruk makiler, şapeller, taş evler, yüzme havuzlu beyaz Ege evleri, kayalar... Aracımızı buluyor, hareket ediyoruz, Skala'ya doğru ilerliyoruz.
6 gün boyunca arabamıza kurulup plajları teftiş ediyoruz. İlk durağımız tepedeki Kambos kasabası... Meydanda şirin bir kahve var. Adı, Aroma Cafe. Hemen çöküyoruz. Karı-koca işletmesi köy kahvehanesi de diyebiliriz. “Greek kahvesi bugünden sonra her gün burada içilecek!” görev edinmiş gibi tatilimiz bitene kadar her sabah kahve mekânımız burası oluyor. Halk samimi, herkes birbirine selam vermeden geçmiyor. Araç, motor ya da yaya ne olursa olsun, etrafa bakıyorlar tanıdık var mı diye? Hemen durup bir selam çakıp, bir kaçta hatır gönül kelimesi ekleyince yola devam ediyorlar.
İlk plajımız renkli taşlarıyla ünlü Lindos Plajı. Sahilde bir taverna, birkaç kişi, bir de sevimli köpek ve biz. Sanki plajı kapatmış gibiyiz, tek bize ait. Huzur bu olsa gerek... Bir kaç taş topluyoruz. Hepsi birbirinden güzel ve değişik renkli...
Plajlar çok ve birbirine yakın bir de aracımız olunca Linbos'tan yarılıp Vagias Plajı’na geliyoruz. Burada da hiç kimse yok... ''İn-cin top oynuyor.'' desem kandırmış olmam. Her yer bizim ve özgürüz!!! Biraz acıkınca da tepede bir kafede, Cafe Vagias'ta karnımızı doyuruyoruz. Gün biterken yolda yeni keşifler yaparak otele ilerliyoruz.
Üçüncü gün adanın en kuzeyindeki Livadi Kalogiron'dayız. Deniz sakin, 2-3 kişi denize giriyor, böceklerin ve martıların sesinden başka hiçbir ses yok. Ilgınların altına balıkçıların kayıkları çekilmiş. Sanki bir başka dünyadayız, zaman makinesi ile elli yıl geriye ışınlandık mı acaba? Öğleden sonra Chora'da soluğu alıyoruz. Sokaklar bizi büyülüyor. ''Her gün gelin'' der gibi davetkâr...
Akşam otelin yanından bir müzik sesi yayılıyor etrafa. Bir kaç kişiden oluşan kalabalık, müzik ve bir de havaya kaldırılan uzo kadehleri... Gecenin sessizliğinde müzik sesini bozmadan yürüyorken, birisi sesleniyor, ne dediğini el hareketiyle anlatmaya çalışıyor; ''Gelin içeri''. Bizi de eğlencenin bir parçası olmaya davet ediyor, hemen kabul edip, ilişiyoruz sandalyelere... Ortada bir delikanlı lavta çalıyor, bizim uda benziyor, dinleyenlerde şarkılarla eşlik ediyor. Aman aman istesek olmaz böyle bir ortam, yarım saatin sonunda yan masadan gelen bir bey kendini tanıtıyor. Yarım yamalak öğrendiği Türkçeyle ''Yaşamak ne güzel şey'' diyerek tekrarlayıp bizi kucaklıyor. Dostane sahneler gecemizi ve gündüzlerimizi farklı anlamlandırıyor. Ada küçük, her yerde karşılaşıyoruz ve adanın sakini gibi her yerde selamlaşıyoruz.
Ertesi gün yeniden adanın kuzey yarısındaki plajlara gidiyoruz, oradakileri daha çok beğendik. Skala’ya 3 km uzaklıktaki Agrio Livadi Plajı tıpkı geçen günler gibi aynı ritimde deniz sakin, sığ ve tenha...
O plaj senin bu yollar bizim derken altı günü bitiriyoruz. Patmos'dan ayrılma günü gelip çatıyor. Dodekanissos Seaway’in katamaranı yanaşıyor limana. Bekleyen kadar tekneden inenler de var, iki katlı büyük tekneye yerleşiyoruz, bavullar yine iniş yerlerine göre istifleniyor.
Üç saate yakın süren yolculuğumuzda yine Leros ve Kalymnos'a uğruyor ve biraz çalkantılı bir yolculukla Kos limanına demir atıyoruz. Ruhum arınmış, aklım Patmos'ta kalarak...