Uzun süredir hayalini kurduğumuz ve hazırlık aşaması 2 ay süren İzlanda yolcuğuna, Bodrum'un 30 derece sıcağından 5 derecelik İzlanda topraklarına, Amsterdam aktarmalı olarak başladık. Tişörtle çıktığımız yolculuğumuz başkent Reykjavik'te atkı ve berelerle inerek sonuçlandı.
Türkiye'den Reykjavik'e direkt uçak olmadığı için biz Amsterdam'dan Wow Air ile gitmeyi tercih ettik. 3 saat süren yolculuğun sonlarına doğru uçağın penceresinden kuzey ışıkları sizi karşılamaya başlıyor. 23.30 gibi başkent Reykjavik’e iniyoruz. Biz keskin bir soğuk beklerken yumuşak bir havayla karşılaşıyoruz. Okyanustaki gulf-stream akıntısı nedeniyle İzlanda’da hava sanıldığı kadar soğuk değil, en azından yaz ve baharda. Rentalcar üzerinden kiraladığımız aracı almak üzere havaalanı içinde bulundukları yere ücretsiz shuttle servis ile gidiyoruz. Bu shuttle 24 saat çalışıyor. İzlanda yolları dar ve zorlu olduğu için suv tarzı bir araç tercih ediyoruz ve ilk gecemizi havaalanına en yakın şehir olan Keflavik’te geçiriyoruz.
İzlanda’ya inildiğinde, havaalanına yakın olması açısından ve hem zamandan kazanma hem de yorgunluk atma açısından ilk yapılması gereken Blue Lagoon’a gitmek olmalı. Blue Lagoon giriş biletlerini önceden internet üzerinden almak gerekiyor çünkü talep yoğun olduğu için belirlenen saatte giriş yapmanız gerekiyor. Yeraltı suyuyla ve mineralleriyle beslenen bildiğiniz termal bir tesis burası aslında ama manzara muhteşem. 10 derece sıcaklıkta 30 derece suyun içinde bira yudumlamak güzel bir deneyimdi. Sauna, duş aklınıza gelen gelmeyen her şey var içerde. Enfes fotoğraflar için su geçirmez bir gopro kullanmanızda fayda var. Tesisteki sistem harika. Seçtiğiniz pakete göre size havlu, terlik ve bornoz vermelerinin yanı sıra içecek almanız için bileklik takıyorlar. İçerde içtiğiniz içecekleri ücretini çıkışta bilekliği okutarak ödeyebiliyorsunuz.
Blue Lagoon’dan saat 15.00 gibi ayrılarak iki gece konaklayacağımız 35 km mesafedeki başkent Reykjavik’e doğru yola çıkıyoruz. Bir oda bir mutfaktan oluşan stüdyo daire şeklindeki odamıza yerleşip şehri keşfetmek için dışarı çıkıyoruz. 300 binlik ülke nüfusunun 200 bini başkent Reykjavik’te yaşıyormuş ve ülkede insan sayısına yakın sayıda da İzlanda atı bulunuyor olması ilginç bir bilgi.
Ülkemizdeki her küçük şehirde olduğu gibi burada da mecburiyet caddesi Laugavegur isminde bir cadde. Barlar, restoranlar, hediyelik eşya dükkanları, bankalar, marketler ve hatta bir adet penis müzesi bulunuyor bu cadde üzerinde. Ayrıca meze isminde işletmecisi Türk olan bir restaurant da mevcut burada. Ve tabii ki dünyanın her yerinde olduğu gibi İzlanda’da da güzel ülkemin insanlarının sesini yolda yürürken tam arkamızda “birader ne yiyeceğiz ya” olarak işiterek her an her yerde ülkemden biriyle karşılaşma ihtimalini hatırlıyoruz.
İzlanda kendi para birimi olan kronu kullanıyor. Bu yüzden para bozdurmamız lazım ve ülkede sadece bankalarda para bozulabiliyor. Adamların bankacılık sisteminin zamanında iflas ettiğini bilen bir bankacı olarak geniş kapısından dalıyoruz içeriye. Sıramatikten sıra alan İzlanda emeklisi gibi numaramızı alıp bekliyoruz 3 kişiden hallice çalışanı olan bankamsı yerde. Bozdurduğumuz para karşılığı elimize sayılan kronlardaki bol sıfırlardan gözlerimiz kamaşıyor. Üzerinde 10.000 kron yazan kağıt paraları herhalde en değerlileri bu diyerek ayırıyoruz ancak bir tas çorbanın 1200 kron olduğunu görünce sadece çorba parası ettiğini anlıyoruz. Oldukça pahalı bir ülke İzlanda. Yaşadıkları ağır kriz ve iflas neticesinde kısa sürede kendilerini toparlamışlar ancak birçok şey ithal olduğu için de hem turistler hem kendileri için oldukça pahalı diyebilirim.
Market alışverişimizi domuz simgesi olan bonus marketlerinden yapıyoruz. Koskoca markette 1 kişi çalışıyor! Genelde girdiğimiz yerlerde az kişi çalışıyor ülkede. Tiyatroya gönül vermiş biri olarak İzlanda tiyatrosunu merak ediyorum. Gitmeden yaptığım araştırma sonucunda yerel bir tiyatronun oyununa internet üzerinden aldığımız biletle, Harpa isminde İzlanda’nın Atatürk Kültür Merkezi diyebileceğimiz muazzam bir yapıya giriyoruz.
İçinde 1 büyük 3 küçük sahnesi olan harika bir kültür merkezi burası. Köy seyirlik tarzı diyebileceğimiz bir oyun türüyle kostümleri seyircinin önünde değiştirerek, seyirciyi de içine alan, kendi tarihlerini komik bir dille anlatan hatta kendileriyle bolca dalgasını da geçen interaktif bir oyun. Oyun sonundaki sohbetimizde Türkiye’den geldiğimizi söylediğimde oyuncular epey bir şaşırıyor. İzlanda’da tiyatroya giden nadir Türklerden biriyiz sanırım. Grup Instagram'da icelandicsagas sayfasından takip edilebilir.
Gece hayatı perşembe günleri dışında genelde sakin bir şehir. Cadde üzerindeki barlar ve restoranlar epey kalabalık. Biz tercihimizi Bravo isimli kırmızı kapılı şirin bir Viking pubından yana kullanıyoruz. Gull markalı İzlanda birası gayet lezzetli. Gidilen pub ya da restoranlarda ilginçtir mutlaka bir sürahi suyu masanıza koyuyorlar. Çeşmeden su rahatlıkla içiliyor. Adamların öyle lezzetli suları var ki 8 gün sonra Türkiye’ye döndüğümüzde içtiğimiz suyun tadı çamur gibi gelmişti.
Reykjavik’teki 2.günümüzde aracımızla tüm gün sürecek olan, içinde gayzerler, şelaleler, krater gölü ve ulusal park olan Golden Circle turuna İzlanda’yı boydan boya saran ana yol olan route 1 ile çıkıyoruz. Bu yolu takip ederek tüm adayı baştan başa dolabilirsiniz. Golden Circle rotamızda ilk durak Thingvellir Milli Parkı. Dünyanın en eski parlamento binasını barındırması nedeniyle tarihi bir öneme sahip. Park dediysem de yeşilliklerle dolu bir park canlanmasın gözünüzde. İnanılmaz doğal şekillerin, şelale ve bir adet kilisenin olduğu, Game of Thrones’un bazı sahnelerinin de çekildiği devasa bir alan. Avrupa ve Amerika kıtalarının plakalarının kesiştiği özel bir bölge burası.
Günün ikinci durağı o hep çizgi filmlerde gördüğümüz metrelerce yukarı fışkıran gayzerler bölgesi Strokkur. Her yerde irili ufaklı gayzerler var ama en büyüğünün etrafında ellerinde kameralarla sessizce insanlar bekliyorlar. 7-8 dakikada bir gürültüyle su fışkırıyor biz de bu anı kameraya alıp günün 3. durağı olan Gulfoss Şelalesi. İzlanda tam bir şelaleler ülkesi. Gulfoss iki basamaktan oluşan ve 70 metreden aşağı dökülen, ikinci basamaktan suyun döküldüğü yerin görünmediği oldukça ihtişamlı bir şelale. Fotoğrafta insanların ne kadar ufak kaldığından şelalenin heybetini görmek mümkün.
Golden Circle rotasının son durağı Kerid krateri. Hayatımızda hiç krater görmemenin de verdiği heyecanla ilerlerken girişteki kulübemsi yerde bilet alıp içeri girdik. Tüm gün gittiğimiz yerlerde sadece krater için giriş ücreti aldılar. Kırmızı volkanik kayaların etrafını sardığı oldukça ihtişamlı bir krater gölü burası.
Günün son durağından ayrılıp Reykjavik'e geri dönerken yol kenarında başında kimsenin olmadığı bir domates tezgahı görüyoruz. Poşetlenmiş halde kasalardaki domatesleri kutuya 300 kron atarak alabiliyorsunuz. Otokontrol kültürlerine işlemiş olduğu için ne domatesleri ne de kutudaki paraları çalan biri var.
Reykjavik’deki son günümüzü de tamamlayıp ülkenin doğusuna doğru Road 1 karayolunu takip ederek yola çıkıyoruz.
İlk durağımız Seljalandsfoss Şelalesi. Masallarda okuyup filmlerde gördüğümüz, arkasından dolaşılabilecek bir şelaledeyiz. Yaklaştıkça sırılsıklam olmamak için yağmurluklarımızı giyerek şelalenin içinden geçiyoruz. Büyük bir çayırlık alana sahip ve kamp yapmak isteyenler için de oldukça müsait bir yer. Patika yol takip edilirse 300 metre ilerisinde daha ufak başka bir şelale daha var.
Zamanı da iyi kullanmak adına tekrar Road 1'e çıkarak yol üstündeki Skogafoss Şelalesi'ne varıyoruz. İzlanda'nın en görkemli ve en çok turist çeken şelalelerinden birisi Skogafoss. Yemek yiyebileceğiniz bir kafe-restoran mevcut. Patika yoldan merdivenleri kullanarak şelalenin üstündeki seyir alanına çıkmak mümkün. Tabii çıktığınızda nefes nefese kalmış oluyorsunuz ancak manzaranın büyüsüyle kendinize gelmeniz uzun sürmüyor.
Tepeye çıktıktan sonra nehir kenarından içeriye doğru yürüyoruz. Usta bir ressamın fırçasından çıkmış gibi kafamızı nereye çevirsek muazzam bir manzara ile karşılaşıyoruz bu ülkede. 1.5 saat zaman ayırmayı düşündüğümüz Skogafoss'ta öğle yemeğini de yanımızda getirdiğimiz sandviçleri yiyerek 3 saat geçiriyoruz.
2010 yılında patlayarak tüm Avrupa havayolunun kapanmasına yol açan Eyjafjallajökül (söyleyene kadar epey zaman geçti) Yanardağı'nın eteklerinde Road 1'de ilerliyoruz. Fotoğraflar ve video gösterilerinin olduğu yol üstünde o günlere dair bir müze kurmuşlar. Şu an geçtiğimiz yolların o günlerde tamamen küllerle kaplandığını düşünmek oldukça ürkütücü. Anayoldan 5 km içerde olan Selhaimjokul Buzulu'nun yoluna giriyoruz. Arabayı park edip yürüyerek buzulun içine girdikçe soğuk iyice kendini hissettiriyor. Game of Thrones'un bazı sahneleri ve yıldızlararası filminde astronotların tekme tokat kavga ettikleri sahne burada çekilmiş. Milyonlarca yıl boyunca şekil değiştiren toprak ve buzul katmanı siyah beyaz bir görüntü oluşturmuş. Rehber eşliğinde hatırı sayılır bir paraya buzul yürüyüşü yapmak mümkün.
Günün son durağı ana yoldan 10 km içerde olan siyah kum sahili (black sand beach). Dev okyanus dalgalarının aşındırdığı, ilginç taş yapısı ile hem insanı ürküten hem de büyüsüne kapılmaktan alıkoyamayan bir sahil şeridi burası. Geçmiş yıllarda dalgalara kapılıp hayatını kaybeden insanlar olduğu için her yerde uyarı levhaları mevcut. Ayrıca sahildeki kafede de bir şeyler yiyip içme şansınız da var. İzlanda’ya özgü okyanus martısı olan puffinlerin kendilerini göremesek de puslu havada seslerini duyabildik.
Günün sonundaki konaklama yerimiz meşhur Eyjafjallajöküll Yanardağı'nın eteklerindeki Vik kasabasında Icelandair Otel. Vik’in nüfusu sadece 100. Arkasında bir yanardağ, dev okyanus dalgalarının ve puffin kuşlarının geceyi bölen sesleri ile Yüzüklerin Efendisi filmindeki kasvetli köylerin ürkütücü bir havası var burada. Burada konakladığımız gece ateşim yükseliyor. Ülkeye indiğimiz günden beri yüksek ateşim olmasına rağmen böyle bir seyahati hastalığa teslim etmeye niyetim yok. 100 nüfuslu bir kasabada Sibel nereden bulduysa zencefil bulup geliyor ve Battalgazi'yi iyileştiren Fatma Girik edasıyla ballı zencefil kaynatıyor.
İzlanda’nın yolları oldukça dar. Anayol boyunca sürekli turistlerin arabaları gidip geliyor. Hatta yol üstündeki bir turistik yerde ya da restoranda gördüğünüz insanları o günün akşamında bir sonraki konaklama yerinde görebiliyorsunuz. Köprüleri tek şeritli. İlk kim geldiyse geçiş hakkı onun oluyor ve son derece de anlayışlı insanlar.
Ertesi sabah Vik’ten ayrılıp doğuya gitmeye devam ediyoruz. Yolumuzun üstünde kocaman bir yeşil sünger tarlasını andıran volkanik bir bitki örtüsünün içine girip bir trol tapınağında duruyoruz. İzlandalıların büyük çoğunluğu ciddi bir şekilde Elflere ve Trollere inanıyorlar ve onlar için çeşitli yerlerde irili ufaklı tapınaklar bulunuyor. Çocukken oynadığımız beş taş gibi üst üste dizilmiş taşlardan oluşan tapınakta ritüellerine göre bir elini kalbine diğer elini de taşların üzerine uzatmak gerekiyormuş. Biz de bir hayır duası okuyup yola devam ediyoruz :)
Svartifoss Şelalesi'ne ulaşmak için Vatnajöküll Milli Parkı'na giriyoruz. Burası aynı zamanda yeşilliklerle dolu bir kamp alanı. İzlanda sanıldığı gibi buzlarla kaplı bir ülke değil. Birçok yerinde çayırlar ve yeşillikler mevcut. Şelaleye doğru çeşitli yürüyüş rotaları yapmışlar. Biz de en kısa rotayı tercih edip çalıların arasına dalıp şelaleye doğru yürüyoruz. Lego oyuncak gibi özenle dizilmiş taşlarıyla Svartifoss’a varıyoruz. Her gördüğümüz şelalenin kendine has bir özelliği var her biri bir öncekinden daha çok hayran bırakıyor kendine. Dönüş rotasını buzul manzarası eşliğinde 8 km'lik bir rotadan yapıyoruz. Tepeden bakıldığında buzulun soğukluğu ve görüntüsü muhteşem. Erimeden dolayı gün içinde belli bir mesafe kat ettiğinden üzerindeyken buzulun ürkütücü hareket etme sesini duymak da mümkün.
Yemeğimizi milli parktaki restoranda yedikten sonra günün son ve seyahat boyunca bize en çok heyecanı veren yerlerden olan Jökülsarlon Buzulu'na doğru ilerliyoruz. Erimeden dolayı küçülen buzulun içinde denizle bağlantısı olan bir göl oluşmuş. Hem denizde hem karada gidebilen amfibik araçlarla 15 dakikada bir göl içinde yarım saatlik turlar düzenleniyor. Türkiye’deyken rezervasyonumuzu yaptığımız için beklemeden can yeleğimizi giyerek rehber eşliğinde tekneye biniyoruz. Rehberle sohbet ederken bodrumdan geldiğimizi söyleyince yazın 10 gün Gümbet'te kaldığını söylemesiyle Allah'ın Gümbet'inde kalan İzlandalı ile kuzey kutup dairesinde karşılaşmanın şaşkınlığı ile tekneden inip buzulun denize dökülen bölümü olan Diamond Beach’e geçiyoruz. İrili ufaklı buz parçalarının sahile vuran dev elmaslar gibi görüntü oluşturduğu sahil turistlerden epey ilgi görüyor.
Hava kararmaya yakın Jökülsarlon'dan ayrılıp geceyi geçireceğimiz Höfn kasabasına geçiyoruz. Burası ıstakoz ticareti ile ün yapmış bir balıkçı kasabası. Alt katında bilgisayar malzemeleri satan bir kadının üst katındaki evinin bir odasında kalıyoruz. Bizim dışımızda Koreli ve Fransız bir çift var. Kahvaltıda ortak bir sohbete giriyoruz. Onlar ülkenin kuzeyine devam ederlerken biz geldiğimiz rotadan ertesi günkü uçağımız için Reykjavik’e döneceğiz. Bir hafta boyunca kaldığımız yerlerde hiçbir sorun yaşamadığımız gibi son derece güzel bir ilgiyle karşılaştık.
İzlanda’daki son günümüzde Höfn’den Reykjavik’e doğru dönüş yoluna geçiyoruz. Yağmur, sis ve pus içinde akşam saatlerinde havaalanı yakınındaki Keflavik’te kalacağımız eve yorgunlukla atıyoruz kendimizi. Sabah 6'da Amsterdam üzerinden Bodrum’a döneceğiz.
Dünyanın 1 milyon yıl önceki haline zamanda yolculuk yapmak gibiydi İzlanda. İki büyük kıta arasında kalmış, yeryüzünde ateşle buzun, gökyüzünde ise kuzey ışıklarının dans ettiği fantastik bir ülkeye tekrar görüşeceğiz diyerek sıcak iklimimiz Bodrum'a doğru yol alıyoruz.