Uzun zamandır yazmayı planladığım bu yazının zamanı geldi artık. Avustralya ve Yeni Zelanda'yı gezmek çocukluğumdan beri hayalimdi. Öncelikle benim bildiğimden ve beklediğimden bile iyi çıktığını söylemek istiyorum. Haritada dünyanın kıyısına atılmış gibi görülen bu iki ülke, benim için ölmeden tekrar gidilmesi gereken ülkeler arasında en üstlerde yerlerini aldı. Genel olarak Avustralya'da sizi bekleyenleri söyleyeyim biraz: Büyük şehirler, ikonlar, güleryüzlü insanlar, her türlü vahşi yaşam, istemediğiniz kadar macera fırsatı, uzun yollar, soluk kesen manzaralar...
Yapmanız gereken temel şey uçak bileti kovalamak çünkü en büyük gideriniz bu oluyor (Qatar Airways ya da Etihad Airways). Aylar öncesinden alınan biletler ve kampanyalarla bu fiyatı düşürmek çok önemli. "Avustralya'yı gezmek ne kadar pahalı?" diye sorarsanız, fast-food menü fiyatları Türkiye ile aynı. Ülke içi ulaşımda otostop yapma olanağı çok fazla, uçak (Tiger Airways) ve otobüs (Firefly) biletleri de yine Türkiye içi ulaşım fiyatlarıyla benzer. Hostel fiyatları da dâhil, pek çok anlamda Avrupa'dan daha ucuz olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yeni Zelanda ise Avustralya'dan bir tık daha pahalı diyebiliriz (ama küçük bir tık bu). :)
Melbourne şehrinin ambiansı gerçekten çok güzel. Zaten dünyanın en yaşanılası şehirleri araştırmasında birinci seçilmesi de bunu destekliyor. Eureka Skydeck'e (Güney yarımkürenin en yüksek binası) çıkmanızı, St. Kilda'da günbatımında penguenlerin sahile çıkışını izlemenizi ve hepsinden önemlisi Great Ocean Road yolu üzerindeki Kennett River - 12 Apostles - Loch ard Gorge üçlüsünü görmenizi şiddetle tavsiye ederim. Burada yabani papağanların kafanıza konmalarına hazır olun!
Birinci Dünya Savaşı'nda "Anzaklar" olarak anılan bu ülke, savaş şehitlerine ve bu savaşın tarihine çok önem veriyor. Victoria Gardens çok büyük bir park diyebiliriz ve bu parkın içinde bulunan Shrine of Rememberence, Gelibolu'da verdikleri şehitlerin anısına yapılmış. İçerisi gerçekten de çok dolu bir anıt bu. Adeta bir müze gibi. Savaş hologramları bile var. Atatürk'e ve Türk milletine saygı duymaları gerçekten etkileyici. Mustafa Kemal Atatürk'ün sözlerine buradaki pek çok yerde rastlıyorsunuz.
Sidney'e gelir gelmez otobüse atladık ve Blue Mountains'e doğru yola çıktık. Three Sisters'daki manzaraya kelimeler pek yetmiyor açıkçası. Burada ayrıca dünyanın en dik tren yolu bulunuyor. Buradan Lucas Cave isimli mağaraya geçtik. Aslında bir mağaralar zinciri burası. Çok fazla mağara deneyimim yok ama ben bir mağaranın bu kadar büyük olabileceğini ummazdım. Çoğu yerinde tavanı göremiyorsunuz aslında. Çok farklı oluşumlarla dolu olan mağaralar fotoğrafçılık için biçilmiş kaftan. Sidney'e gelecek olursak, burası çok kozmopolit bir şehir. Gece hayatı, kumar, kültür-sanat için çok güzel bir adres. Ama bu tarz işler biraz pahalı oluyor tabii ki. "Küçük New York" demek istiyorum Sidney'e ama küçük kalır bir yanı da yok açıkçası. Gün batımında Harbour Bridge' in ayaklarında oturarak Opera House'u ve boğazı geçen gemileri izlemek, "Burası da değişik bir İstanbul," dedirtiyor insana. Bondi Beach'e gidip sörfçüleri izleyerek bir şeyler atıştırmak çok eğlenceliydi bence (sörf yapmayı bilenler için bir cennet olabilir burası). Kıyı şeridi boyunca uzanan beach'ler arasındaki sevimli ve keyifli trekking rotalarını da unutmayınız.
Ve gelelim, pek çoğunuzun daha önce adını bile duymadığı ama bence en güzeli olanCairns'e.
Cairns şehrin adı ama aslında çok da şehir edası yok burada. Tek cümleyle anlatmaya çalışırsam: Önünüzde dünyanın en büyük resiflerini bulunduran bir okyanus (maalesef hızla yok olmakta); arkanızda şelaleler, nehirler ve inanılmaz bir doğal yaşam alanı barındıran bir tropikal orman... Ve siz bu kumsalda güneşleniyorsunuz. Orman içine yapacağınız günlük bir geziyle Millaa Millaa Falls'ın ihtişamını görmenizi ve Josephine Falls'da yüzmeyi ve taştan yapılmış su kaydırağından kaymayı unutmayın. Günlük veya teknede konaklamalı 2-3 günlük turlarla "Outer Reef"'te dalışyapmak, bu şehrin asıl olayı. Kayıp Balık Nemo filminde gördüğümüzden daha renkli bir okyanus, mercanların oluşturduğu renk cümbüşü, irili-ufaklı birçok deniz canlısı... Biraz şanslıysanız, bir de bakmışsınız yabani bir yeşil okyanus kaplumbağasını adeta bir köpek sever gibi seviyorsunuz. "Daha da cesaretliyim ben!" diyenler, köpekbalıklarıyla zifiri karanlıkta gece dalışı yapmayı kaçırmasınlar. O korku aklıma geldikçe, "Keşke kaçırsa mıydım acaba?" diyorum hâlâ. :)
Burada biraz parayı gözden çıkarmak gerekiyor kesinlikle. Ama hayatımın en güzel birkaç günü olduğunu söylemem yeterli olur sanırım. Verdiğiniz paraya değer yani.
Son olarak genel hatlarıyla Yeni Zelanda. Yeni Zelanda iki büyük adadan oluşuyor ve maalesef ben sadece kuzey adasına gidebildim. Yeni Zelanda'yı gezmenin en güzel yolu otobüs. Mesela 50 saatlik otobüs bileti (InterCity) alıp istediğiniz kadar inip binebiliyorsunuz. InterCity'nin çok çeşitli paketleri var, fiyatları da en makul olanı olduğundan, bütçenize en uygun paketi seçip yola düşün derim. Bu ülkede Yüzüklerin Efendisi ve Hobbitfilmleriyle ilgili pek çok şeyle karşılaşacağınızı söyleyeyim ve benim gibi bir fan iseniz, bu durum gezinizin keyfine keyif katıyor.
4,5 milyon nüfuslu ülkede 25 milyon koyun bulunuyor. Koyun etinin tavuk etinden ucuz olduğunu görünce şaşırmayın yani restoranlarda. En büyük şehri olan Auckland 1,5 milyonluk nüfusuyla ülkenin tek megapolü. Şehir içindeki görülecek yerlerden ziyade, feribota atlayıp Rangitoto Adası'na gitmek lazım. Medeniyetin olmadığı, ufak bir volkan aslında bu ada. Volkanın tepesine güzel bir trekking sizi bekliyor. İhtiyacınız olan herşeyi götürmeyi unutmayın, çünkü turistik seferlerin haricinde insanoğlu bu adaya neredeyse hiç dokunmamış. Ha bir de Auckland'dan kalkan Whale Watching turları ile balinaları ve onların şovlarını doğal ortamda izleyebilirsiniz. Yeni Zelanda'da yapılacak en güzel şeyinse, Waitomo'daki Glowworm Caves'i ziyaret etmek olduğunu düşünüyorum. Mağara tavanlarındaki ışık saçan böcek larvaları, zifiri karanlıkta adeta gökyüzündeki yıldızları andırıyor ve insana güzel bi "Vay be!" çektiriyor.
Matamata'daki Hobbiton Seti'ni gezmeden de olmaz! Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit filmlerinde gördüğümüz, Hobbitlerin yaşadığı Shire'ın seti çok güzel bir şekilde korunmuş. Wellington biraz daha ufak ve sevimli bir şehir. Müze gezmeyi pek sevmeyen biri olmama rağmen, Te PaPa Museum gerçekten de etkileyici. Alışılageldiğin dışında bir müze tecrübesi diye düşünüyorum. Yüzüklerin Efendisi severler için olmazsa olmaz diğer bir durak ise Weta Cave, gerçekten etkileyici sanat eserlerinin bulunduğu bir yer. Fiyatların korkunç derecede pahalı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bol bol bedava fotoğraf çektik işte biz de. Yazıdaki kısa videolar da benden olsun. Umarım beğenirsiniz. :)