Güneşin En Son Battığı Yer: Gökçeada

Eşsiz imroz rüzgârlarının topladığı tozlar gibi geçtim Gökçeada’dan...

Coğrafya derslerinden aklımda kaldığı kadarıyla Türkiye’nin batıdaki en uç noktası olan İncirburun'a sahip, kekik kokulu, eski adı İmroz olan en büyük adamıza gitme zamanı gelmişti. Ege’nin en zengin adası, saklı cenneti görmemek olur mu?

Feribotun Kabatepe Limanı'ndan ayrılmasından Gökçeada'ya vardığınız o ana kadar tipik Ege adalarından birine gideceğinizi düşünüyorsunuz ya, işte o anda ıssız ve ağaçsız görünümü ile karşılıyor sizi Kuzu Limanı. Yıldızlar ve ay ışığı ile indik limana. Adaya indiğiniz an yıldızların altında yoğun bir kekik kokusu karşılaşıyor sizi. Feribottan indikten yaklaşık 7 km sonra adanın merkezine varıyorsunuz.

Kuzu Limanı’ndan geçip merkeze giderken uçak seferlerinin yapılmadığı havalimanını tabelasını görüyorsunuz.  

İlk gün kaldığımız merkez bir otelde sabahın saat dördünde horoz sesleri ile uyandım, üüüürrrüüüü… Gün doğumunda yerini çocuk seslerine bırakan bir sabah atmosferi.  Bu insanlar, bu horozlar kaçta uyanıyor merak ettim doğrusu. Yıllardır duymadığım doğanın sesi ile uyandım.

Ankara’da geçti çocukluğum, gençliğim. Bozkır çocuğuyum. Neşet Ertaş’ın Bozkırın Tezenesi misali…  Tamamen dikenli otlardan oluşan bir bitki örtüsü var.  Tam bana göre bir yaşam alanı. Her yerde zeytin ağaçları, serbestçe dolaşan keçiler var. Bunlar dikenlerle besleniyorlar. Cılız keçiler yollarda, kayalıklarda yeni çıkan ağaçların fidelerini yiyorlar. Düşünün öyle doğal... Dağlar hayal edin birçok ama her tarafı türlü dikenlerle dolu. Çimen yok, yeşillik yok...  

Buradaki insanların para kazanma gibi dertleri yok. Gökçeada’nın bozulmamasından çok mutlular.  Ranta dönüşen bir ada değil. Gökçeada, 2011 yılında dünyanın ilk cittaslow (sakin şehir) adası ilan edilmiş. "Cittaslow; küreselleşmenin yarattığı homojen mekânlardan biri olmak istemeyen, yerel kimliğini ve özelliklerini koruyarak dünya sahnesinde yer almak isteyen kasabaların ve kentlerin katıldığı uluslararası bir birlik."

Kaldığımız otelde davul sesi geliyordu. Sesin geldiği yere doğru yöneldik. Bir de ne görelim, harika bir kır düğünü. Biz de yerimizi aldık düğünde. Müziğin ritmine zaman zaman eşlik ettik. Adada adetmiş, tüm adalı ve adaya gelen konuklar anons edilerek davet edilirmiş. Oldukça kalabalık bir düğündü. Çocuklar ortada bir o tarafa bir bu tarafa koşuyordu. Roman havası ile gelin, Anadolu ezgileri ile damat, sağdıç ve damadın erkekler grubunun yaptığı gösteri muhteşemdi. Gelinin kızlar grubu da düğünün hakkını verdiler. Düğün çok güzeldi.

Akşamları genelde çay bahçelerinde vakit geçiriliyor. Kahve çekirdeğinin dibekte özel olarak elle dövülmüş halini muhteva eden Türk kahvesi -nam-ı diğer madamın kahvesi- ile güne başlayıp günü bitirebilirsiniz.

Gökçeada 365 günün 300 günü rüzgârlıymış. Özellikle kış mevsimi daha da rüzgârlı olduğunu belirttiler. Yabancılar keşfetmiş, sörf yapmak için geliyorlar. Buradaki Rum evleri beyaz mavi değil bildiğimiz İç Anadolu’daki köy evleri rengi. İnsanlar kendi çapında yaşıyor. Çok sıcak ve nazik insanlar. Tarihi kiliseler ve taş Rum evleri ile inanç turizminin canlı tutulduğu yer. Eğer kendi aracınız yoksa taksi ile tüm köyleri dolaşabiliyorsunuz. Biz de öyle yaptık.

“Kültür Bakanlığı Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün izinleriyle, Hacettepe Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Gökçeada’da arkeolojik kazı çalışmaları yürütmüştür. Kazı çalışmaları sonucunda elde edilen verilere göre, adada yerleşimin günümüzden 5000 yıl öncesine gittiği anlaşılmıştır.”

Geçmiş yıllarda korsanların saldırıları nedeniyle Rum köyleri daha iç bölgelerde konumlandırılmış. Terk edilmiş Rum Köyleri var. Taksi şoförümüz Dere köyü terkedilmiş köy olarak anlattı. İçim sızladı, içindeki "terk edilmişlik hüznü “nü hissettiğim anda. 

Gökçeada'da ve köylerde dolaşırken sizi şaşırtacak, kalın ve biçimsiz gövdeli, yıllara meydan okuyan 300- 500 yaşlarda çınar ve zeytin ağaçlarını görüyorsunuz. Köylerde ortak olarak taş evler, dar sokaklar, kilise, okul, meydan, çamaşırhane, zeytinyağı, sabun üreten yerler ve renkli sandalyelerin bulunduğu asmaların altında mis gibi dibek kahvesi kokusunun geldiği kır kahvehaneleri bulunmakta. Gökçeada’nın köylerinde sokaklar köy meydanı ile son bulmakta.

Gökçeada’nın Rum köylerinde bağcılık yapılıyor. Gökçeada’nın şaraplık üzümü olarak Kalabaki üzümünden yapılan şarap, Gökçeada şarabı olarak adlandırılıyor. Adada her yerden temin edebilirsiniz.

Adanın en hareketli yeri Kaleköy, merkeze 3 kilometre; burada restoran, kafeler ve alışveriş yapacağınız küçük seyyar satıcılar var. Rengârenk kapıların bulunduğu alışveriş meydanı, akşamüzeri açılan bir yer Kaleköy’de. Kaleköy sırtını bir tepeye dayamış, bu tepede kale kalıntıları var. 

Bir insan nasıl düşünür, bisikleti sarıya boyayıp ağacın gövdesine yerleştirmeyi... Sonra o ağacı bir de saksı ile süslemeyi...Adanın her yerinde reklamı olan meşhur Efibadem Pastanesi'nin bademli kurabiyelerini çıkıyor karşınıza; tatlı severler buyursun. 

Kaleköy’de fotoğraf çektirecekseniz rüzgâr size eşlik ediyor. Saçlarınız, etekleriniz sizden ayrı hareket ediyor, hafif esen rüzgâra katılıyor. Birlikte Kaleköy’ü dolaşabilir, renkli sandalyeleri olan kır kahvelerinde kahvenizi içip balıkçı lokantalarında balığınızı yiyebilirisiniz. Buradayken elimiz hep fotoğraf makinesinde kalıcı kareler bırakmak çabasındaydı. Kaleköy’de Agios Nikolaos Kilisesi ve yazıtlı taş arkeolojik sit alanı içerisinde bulunmakta.

Eski Bademli köyünde, bu sessiz sakin köyde, ada geleneğini yansıtan, örneklerini temsil eden bir çamaşırlık var. Bu çamaşırlıkta, suyu ısıtmak için ocaklar, akması için kanallar, çamaşır yıkamak için taşlar bulunmakta. Ayrıca bu çamaşırlıklar kadınların haberleşme, birbirine yiyecek içecek sunma yeri olarak da kullanılırmış.  Çamaşırlıkta, yüzyıllardır akan sularda eliniz yüzünüzü yıkamadan geçmeyin. Köyde bazı evlerde, kapı ve pencereler bildiğiniz sapsarı renge boyanmış.  Çok hoş bir görüntü sergiliyor.

Zeytinli Köyü, ben çok ama çok beğendim. Burası eski bir Rum köyü, evleri ve manzarası çok güzel. Hep içinde madam geçen mekânlar var. Taş yoldan ilerlerken taşlara bakarak yürümeniz gerekiyor. Başınızı kaldığınızda ayağınız takılıp düşebilirsiniz. Taşların arasında belli ki biraz önce o yoldan keçiler geçmiş. Zeytin tanelerini dökmüşler sanki.  Keçiler bu kadar rahat. 

Surla’nın Yeri'nde dibek kahvesi içmeden dönülür mü? Taze günlük hazırlanan dibek kahvenizi yudumlarken, Yunan müziği hafif hafif rüzgârla birlikte dolaşıyor mekânın içinde, kulaklarınızda hoş bir tını bırakarak. Surla bana nazik bir şekilde saçlarıma takmam için vazodaki çiçeklerden bir tanesini sundu. Aldım ve taktım. Aynı zamanda paketlenmiş dibek kahvesi ve Zeytinli köye ait adaya özgü diğer doğal ürünler de satıyor. Surla her yıl nisan ayında Zeytinli’ye geliyor, ekim ayında Selanik’e dönüyormuş. Keşke biraz daha kalabilseydim. Surla’nın Selanik’ten Zeytinli köye uzanan hayat hikâyesini dinleseydim diye geçirdim içimden. Yeniden neden olmasın. Surla ya da bir başka kadın hikâyesi...

Gitmenizi tavsiye ederim.  Köyde “Ada Hatırası” yazan renkli bir kapı var, orada fotoğraf çektirmeden dönmemek gerek. Sokaklarda Rumca konuşan teyzelere rastlayabilirsiniz.

Tepeköy’de Yorgo’nun Yeri'nde yemek yemeden, zeytinyağının tadına bakmadan da dönülmez. Yunan cacığı ile çoban salata yan yana... Adada üretilmiş şaraplardan, zeytinyağı ve organik ada ürünlerinden alabilirsiniz buradan. Ben incecik üretilmiş katkısız ada zeytinyağı aldım. Ayrıca Yorgo’nun Yeri'nde Türk-Yunan dostluğu adına verilen mesajı okumadan geçmeyin:

“İki yabancı gibi, karşılıklı iki yakada
Uzo ve rakı ile dumanlı kafaları
Dillerinde aynı şarkı
Dudaklarında aynı tebessümKim inanır ki düşman olduklarına.”

Aydıncık plajında rüzgâr sörfü yapılıyor. Rüzgar sörfü için mühim bir noktaymış. Kumsalı çok güzel, denizi sığ. Suyu çok berrak.  Fazlasıyla rüzgâr var haberiniz olsun ama denizi süper. Denize giren halk yok. Sörfçüler denizin üstünde rengârenk sörflerle dekor oluşturuyorlar.

Tuz Gölü ile Aydıncık koyu yan yana. Çamur banyosunu görmek için gittim. Bildiğiniz çamurdan değil, simsiyah bir çamura bürünüyorsunuz. Ağır bir koku ile birlikte burnunuzu tutarak geziniyor, çamur banyosu yapan insanları izliyorsunuz. Kimse sizi tanımıyor.

2006 yılından beri Slow Food üyesi olan Gökçeada , “Yavaş yemek” felsefesini benimsemiş, dünyanın ilk ve tek Cittaslow adasında Eko-Gastronomi Kongreleri de düzenlenmekteymiş.

Gökçeada denilince en batı / horoz sesi / keçi sesi / Efibadem / Dibek kahvesi /sakin /saçlarımda çiçek /kurak, bozkır /rüzgâr/ sakızlı muhallebi / bakir / organik ada / huzur kelimeleri geliyor aklıma.

Çocukluğumu hissettiren cennetten bir köşe sanki... Hayatımın geri kalanını yaşamak istediğim ada. Bu güzellikler yok edilmemesi dileğimle.

Tarihi, doğası, denizi, organik ürünleri, mimarisi ile kafa dinlenecek bozulmamış ada sizleri bekliyor…