Gökçeada’ya ilk gelişim... Daha doğrusu bir adaya ilk gidişim. Yolculukta başlamıştı, kalbimdeki ritmik tıkırtılar… Yeni bir dünya… Beni heyecanlandıran şey, bu düşünceydi… “Nasıl bir yer?” diye bunun üzerine hayaller kurarken, varmıştık bile adaya, hatta konaklayacağımız yere, yani Kaleköy’e.
Kaleköy, eski taş evlerin olduğu şirin mi şirin bir köy. Temiz hava, çoğunluğu pansiyon olarak işletilen iki katlı evlerden oluşan sıcak bir yerleşim... Kaldığımız pansiyonun sahibiyle uzun süre telefonla görüşme sonucunda, samimiyeti ilerletmiş ve biraz da şirinliğimden dolayı, beni kıramadığı için kendi odasını ayarlamıştı. Oda evimiz gibi her türlü konfora sahipti.
Sabah başlayan yolculuğumuz ancak akşam üzeri sonlanmıştı. Herkes bizimle sözleşmiş gibi Gökçeada’ya geliyordu. Uzun feribot kuyruğu… Ancak biten yolculuk… “Güneşi batırmadan günü bitirmeyelim” diyerek; dar, taşlı ve dik bir yokuşta, ara sıra soluklanarak, yavaş yavaş zirveye doğru tırmandık. İlerlerken daha önce “Nasıl hikâyelere tanıklık etti?” bu yollar diye düşünürken, biranda harabe denebilecek, korunaksız eski kale kalıntılarının tam orasında bulduk, kendimizi.
En tepede geçmişi asırlar öncesine uzanan, bir kale kalıntısı bulunuyordu. İki koyun arasında yer alan kalenin olduğu tepeden; bir yanda Kaleköy Limanı, diğer yanda Yıldız koyu seyredilebiliyordu. Helenistik dönem öncesine ait olan kalenin sur duvarları Bizans devrinde onarılmış, yenileri eklenmiş ama günümüzde maalesef yıkık bir durumda bize ev sahipliği yapıyordu.
Tepede oturup, güneşin batışını seyretmek başka bir tattı. Tatlı hülyalara dalarken, çevredeki seslerden izole edebiliyordum kendimi. Yalnız değildik, bizim gibi meraklılar keşif yapmaya gelmişti, güne veda etmeden önce…
Hava karardı, aşağıda Kaleköy Limanı’nda, canlı bir insan seli... Geceyle beraber, bizde karmaşanın içine karıştık. Gittikçe kalabalıklaşan bu yerde, yalnızlığımı arar hale geldim. Yalnızlığımı özlemiştim…
Sabah çınar ağacının altındaki, Mustafa’nın Kayfesi’nde kahvaltı yapmak, günü başka bir anlamda selamlamak gibiydi. Adaya gelinir de keşfedilmez mi?
Meşhur plajı Karadeniz Koyu’na doğru ilerlerken köylerini de ziyaret etmeden geçemedik. Zeytinli Köyü ve Tepeköy eski bir Rum köyü… Sokaklarında huzurla dolaştığımız, çoğunluğunu Rumların oluşturduğu yerleşim yerlerinden biriydi… Meşhur “Madamın Yeri”nde, belki bir iki masanın sığabileceği, samimi bir ortamda, kahve içmek… İçten samimi bir gülümsemeyle servis ettiği, Madamın “dibek kahvesi”ni yudumlarken, eski günlere duvardaki fotoğraflarla tanıklık ediyorduk. Sessizlik hakimdi, köye!!! Taşlı yollarda ilerlerken, çeşitli çiçeklerle taçlanmış bahçelerin içindeki evlerde yaşayanlara öykünerek dolaştım.
Sahile doğru yol alırken, ara sıra geçen arabalar, bazen bozsa da genelinde sessizlik hâkimdi. Ama bu büyü sahile yaklaşınca bozuldu. O da ne? Sanki “Bodrum Sahilleri”ndeki kalabalıkla bir anda karşılaştık. Arabayı park edecek yer mücadelesi vermemek mümkün değildi. Öğleden sonra gelmek güzel çünkü gün batımına doğru sakinleşiyordu. Günü tamamlayanlar yavaş yavaş ayrılıyor ama bıraktığı çöpten izleri kalıcıydı… Maalesef üzülerek duyarsız gidişlerine tanık olduk.
Gökçeada’nın en yalnız ve virane köyüydü Dereköy. Bir akşamüstü plajdan dönüşte dikkatimizi çekmişti. Geçmişin izlerini taşıyan bir harabe durumundaydı. Her biri ayrı bir hikâye bırakarak ayrılmıştı köyden… Oysa bir zamanlar nasıl bir güzellikte ve kimlerin yaşamını anılarla süslemişti. Peki, bu hale gelmesi için ne olmuştu? Sorgulamamak mümkün değildi. Bazı aileler, atalarının değerlerine sahip çıkarak tekrar dönüş içindeydi… Belki yakın zamanda yeni bir geçmiş yaratacaklar. Başka illerden gelen halkımızda yavaş yavaş harabeyi canlandırma amacında, köye yerleşiyordu… Belki birkaç yıl içinde çehresi değişecekti. Köyde kalanlar meydandaki kahvede toplanmış, sohbet içindeydi. Köye uğrayan misafirlere sunulan, keçi sütünden yapılmış ayranın tadının tarifi imkânsız diyebilirim. Hala tadı damağımda dedirtecek lezzette!
Her günü bir önceki günden farklı yaşamak istercesine yakınımızda, sevimli görünen, Bademli Köyü'ne yolculuk yapalım dedik. Yakınımızda oluşundan dolayı; rahat, koşuşturma içinde olmadan vardık. Dar, ıssız sokaklara sahip bu köyde, karşılaştığımız köy sakinleri, nazik davranışları ile bize “hoş geldiniz” havasında ev sahipliği yapıyorlardı. Bir zamanlar tıkır tıkır çalışan çamaşırhanesine doğru yavaş yavaş ilerledik. Maalesef şimdi bir harabe… Henüz birisi canlandırmamış.
Aşağıda bizi yönlendiren levha sayesinde, bir atölyeye rastladık. İstanbul’un kalabalığından kaçarak, sığınmış tasarımcı karı-koca ile tanıştık. Bir zamanlar harabe olan ama şimdi huzuru bulduğumuz bu yapıda, tamamen kendilerinin gücüyle dönüştürdükleri evlerini, aynı zamanda atölye olarak kullanmaktaydılar. Öykünerek dinledik, hikâyelerini… Köy “sit” alanı ilan edilmesine rağmen girişte yapılan çok katlı otel bütün halkı üzmüştü… Köydekiler; “Ne kadar mücadele edersek edelim, bir şekilde inşaat sürmekte” diye serzenişte bulundular. Tıpkı yurdumuzun birçok yerinde rastladığımız, güzellikleri tırpanlayan görüntüler gibi burada da maalesef birileri yok etme çabasında!
Belki eski zeytinyağı, sabun ve peynir imalathanelerine rastlayamasak da, eskinin izlerini de yavaş yavaş kaybeden, insan yoğunluğunu içinde barındırmaya çalışan, Gökçeada’dan; güzelliklerini hafızaya yerleştirip, çirkinliklerini silerek ayrıldık. Bir daha tekrar geleceğimize kendi kendimize söz vererek…