Cruise ile Dünyanın Keşfi yazı dizimin bu seferinde sizlere İzmir’den başlayıp Brezilya’nın Santos kentinde sona erecek olan Cruise fırsatı diyebileceğim 23 günlük Cruise seyahatimde yaşadıklarımı, anılarımı ve uğradığımız şehirlerde nelerin yapılacağı ve buraları nasıl ucuza gezebileceğinizi anlatacağım.
Bu seyahate gitme fikri yine geçen sene yaptığım İzmir-Miami seyahatimin başarılı bir şekilde sona ermesi ve o uzun geziden aldığım keyif ve tatmin sonucunda oluştu. Zaten daha önce de Brezilya’ya gitme fikri kafamda vardı, ama her zaman güvendiğim iç sesimi dinleyerek, ne zaman nasip ise o zaman olsun demiştim. Yine erken rezervasyon ile yer ayırtmalar, sonra gelişen bazı olaylar nedeniyle iptaller, daha sonra iç sesimin gitmelisin demesi sonucu tekrar seyahat acentem ile görüşmeler vs. sonucu eveeet 4 Kasım günü MSC Preziosa gemisine, kapımın önünden yani İzmir’den biniyorum. İşte bu seyahatimde de sizlere her zaman olduğu gibi uğradığımız şehirlerde rehberlik yapacağım.
Heyecanla kalkış gününün gelmesini bekliyor ve o şanslı günde gemimize biniyoruz. Rotamız İstanbul-Dubrovnik-Venedik-La Valetta-Barselona-Lizbon-Funchal-Santa Cruz de Tenerife-Salvador de Bahia-Rio de Janeiro ve Santos dur. Santos’da indikten sonra çoğu Türk yolcumuz paket program uyarınca bir gece Sao Paolo’da kalıp sabahın 5 inde kalkan THY’nin 13 saatlik uçuşu ile İstanbul’a dönecek. 1100 € ödediğimiz 23 günlük cruise bedelinin bir o kadarını da 1 günlük dönüş yoluna ödemeyi hazmedemedim. 2 aylık uzun bir araştırma sonucu Sao Paolo’dan Kazablanka aktarmalı Frankfurt’a Air Maroc’un 450 $’lık bir uçuşunu yakaladım ve Frankfurt’a gidip orada 3 gün kalıp, oradan da direkt olarak İzmir’e inmenin bana en uygun yol olacağını hesapladım. Düşünsenize, birincisi 450$ (dikkat dolar), + 90$ Frankfurt-İzmir = 540 dolara İzmir’e geliyorum (İzmirliler için böyle uzun bir seyahat sonrası, İstanbul aktarması çok yorucu ve sıkıcı oluyor) . İkincisi tam Christmas ayında Frankfurt’ta 3 gece geçireceğim ve o ışıl ışıl şehri eğlenerek keşfedeceğim. Üçüncüsü de sabahın ikisinde Sao Paolo’da havalimanına giderek bir de 13 saat uçmak çok yorucu olacaktı. Paşa paşa gece uçuşu ile 1 gün sonra saat 21.00’de Air Maroc’a binmek ve ertesi gün vakitli olarak Frankfurt’a inmek çok daha güzel oldu.
Yani seyahat programınızı yaparken, bunları da hesaplamak gerekiyor. Öyle kolay kolay seyahat acentesinin dediğini yap, onca parayı öde, bir de üstüne memnun olmayınca şikâyet et. Yok arkadaş bu yol bana göre değil, hiç olmazsa keyfime göre programımı kendim oluşturuyorum. İsterseniz size de oluştururum! Zaten niye acente açmıyorsun ve insanlara rehberlik etmiyorsun diyorlar. Oo orada durun bakalım, o iş o kadar kolay değil işte. Kafamın etinin yenmesine ve sıkıntı yaşamaya hiç niyetim yok. Her işi erbabına bırakalım. Onlar şikâyet dinlemeye, yorulmaya, oflamaya ve insanları pohpohlayıp kendi bildiklerini yapmaya alışmışlar zaten.
İşte bu planlar ve hesaplamaları yapmak zorundayım. Çünkü prensibimiz neydi; her sene 1 seyahat parasına 2 seyahat nasıl yapmalıyım. Üstelik bu gezimde bir başka sürprizim de var sizlere. Yeni sloganımız artık şöyle; 1 kişilik seyahat parasına nasıl 2 kişi gezilir. Haydaa dediğinizi duyar gibiyim. Evet, gezilerimize artık 2 kişi çıkıyoruz ve biz bu seferde, yolda, Barselona’da evleneceğiz. Cruise yazarı da zaten yolda Cruise’da evlenir değil mi sevgili okurlarım. Barselona konsolosumuz, gemimizin orada olduğu 12 Kasım günü bizi evlendirecek ve biz ondan sonraki gezilerimizi evli olarak yapacağız, Brezilya’ya balayına gidiyor olacağız. Eveeet biz artık 2 kişiyiz.
Gelelim seyehatimize… Gemimiz MSC Presioza’nın, Akdenizdeki son Adriyatik seferi geçen hafta Venedik’ten başladı, Bari-Katakolon-İzmir-İstanbul-Dubrovnik ve Venedik’te sona erecek. Sonrasında Atlantik Brezilya seyahati için yeni yolcularını yine Venedik’ten alacak. Çünkü Akdeniz’e kış geldi, seferlerini tamamladı ve yaz ayının yeni başladığı Brezilya’da yeni seferlerine başlayacak. Nisan ayı gibi tekrar Akdeniz’e gelecek. Biz erken rezervasyon yaptıran Türkleri her yıl olduğu gibi İzmir ve İstanbul’dan alıyor ve bizi Santos’a kadar direkt götürüyor. Bu sene gemide 250 kadar Türk yolcu var. Haydi hayırlısı, bakalım geçmiş seyahatlerimden gemide tanıştığım kaç kişiye rastlayacağız. Çünkü şöyle bir şey oluştu artık bu cruise seyahatine çıkanlar arasında… Cruise seyahatini sevenler, her sene muhakkak 1 veya 2 defa cruise ile geziyorlar ve her hangi bir gemide ve zamanda muhakkak karşılaşıyorlar. Cruise dostlukları oluşuyor. Bir dahaki seferde görüşmek üzere diye ayrılıyorsunuz. Sonrasında 2-3 sene sonra dünyanın bir başka noktasında aa diye karşılaşıyorsunuz. Ne kadar hoş değil mi?
Daha önceki yazılarımda İzmir-Venedik hattını sizlere iki defa anlatmıştım. Bu sefer Venedik’ten sonrasını sizlerle paylaşacağım. Haydi Bismillah başlayalım bakalım yeni yerleri sizlere tanıtmaya…
Malta Gezisi
Gemimiz MSC Preziosa, Valletta limanına sabahın erken saatinde yanaştı.
Bütün gün buradayız ve geçen gelişimizde yaptığımız hatayı bu gün tekrarlamayacağız. Geçen sefer HopOnHopOff Bus’lara binmiştik ve kalabalıktan ve geminin yarım gün burada kalmasından dolayı sıkıntı yaşamıştık. Bu sefer sabah sabah, limandan çıkınca sağ tarafımıza doğru yürüyor ve orada 1 € verip şehir asansörü ile şehrin üst mahallesine, Üst Baracca bahçelerinin içersine çıkıyoruz. Buradan çok güzel bir liman manzarası ve bakımlı bahçe ve binaları seyrediyoruz ve gördüklerimi sizler için fotoğraflıyorum.
Daha sonra Malta’nın en eski kilisesi önümüze çıkıyor. (Church of Our Lady of Victoria) İçerisini geziyoruz ama restorasyonda olduğundan kısa oluyor. Belediye binası ve ara sokaklardan kıvrılarak, ana cadde Republic Street’e ulaşıyoruz.
Bütün binaları korunmuş veya aslına uygun şekilde inşa edilmiş olduğundan, muhteşem mimarı ve mühendislik harikası olan bu şehre hayran olmamak ne mümkün. Başıboş olarak bu sokaklara kendinizi salın ve kaybolun. Yolunuzun üzerindeki St. John Katedrali’ni görün ve içerisini gezin. 6700 kişilik nüfusa sahip bu şehirde 16.Yüzyıldan kalma ve Kudüs hâkimi St. John şövalyelerinin izleri bulunmaktadır. Sarı taşlarından dolayı altın şehir olarak da adlandırılan adayı ve şehri, bu seferimizde belediye otobüsü ile gezmeye karar verdik. 3€ ya bütün gün geçerli bilet alıp kendimizi Mdina yollarına vurduk. Malta şövalyelerinin ilk ikametgâhı ve üstatlar sarayının da bulunduğu bu korunaklı şehri bir defa daha görmek nasip oldu. Sokaklarında bir defa daha dolaştık ve surlarla çevrili bu şehrin en yüksek noktası olan bu Fontenella Cafe’de de bir kahve free wi-fi molası vererek, uzaktan hem Valletta’yı hem de diğer kasabalar Mosta ve Rabat’ı uzaktan seyrettik.
2 saatlik bir Mdina turundan sonra tekrar otobüse binip Valletta’ya geri döndük. Belediye otobüsleri merkez kalkış ve iniş yeri Triton çeşmesinin de bulunduğu meydanı da bir kere görmeniz lazım. Burada ana cadde olan Republic Street’e tekrar giriyoruz ve boylu boyunca uzanan lüks ve hediyelik eşya satan mağazaları inceliyoruz. Yolun sonunda St. Elmo Kalesi'ne varıyoruz. Tabii ki yolumuz üzerinde Yeni Parlamento binası, 2. Dünya Savaşı’nda bombalanan Royal Opera binası, Manoel Tiyatrosu Ulusal kütüphane ve Adliye binalarının muhteşemliğini görebilir, içerilerini gezebilirsiniz.
Evet, hava da kararmaya başladı ve yağmura yakalanmadan en yakın yoldan limana iniyoruz ve gemimize kavuşmak üzere iken beklenen yağmur bastırıyor. İşte bu mevsimin de sürprizleri bunlar. Eğer yaz aylarında buraya gelirseniz, kesinlikle Malta’nın o kendine has renkleri ve stilinde yapılmış olan kayıkları ile denizden bir çevre gezisi yapmak, hatta sualtı güzelliklerini de seyretmenizi öneririm.
Eveeet gemide akşam yemeğimiz ve şovlarımız bizi bekliyor. Kabinimizde duşumuzu aldıktan sonra artık hava karardığından limandan gemimiz ayrılıyor. Işıklandırılmış Valletta manzarasını kaçırmak istemiyorum. Yavaş yavaş Akdeniz’de yeni limanlara doğru süzülürken, derin düşüncelere dalıp, bir kadeh cin tonik içmek istiyor canım. Şerefe! Size de tavsiye ederim.
Lizbon Gezisi
Gemimiz MSC Preziosa ile çıktığımız, ucuz gemi turları kategorisinde bulunan Transatlantik seferleri, hem gemilerin Miami ve Santos gibi deniz aşırı, yaz mevsimine giren limanlara varması, hem de tek yön olduğundan yolcuların, gemi turu bittiğinde varış limanından sonra kendi programlarını oluşturmalarında avantaj oluşturmaktadır.
İşte bu seferimizde yine İzmir’den bindik ve Brezilya’ya Santos limanına gidiyoruz. Yolumuz üzerinde, bugün uğradığımız ve size anlatacağım Portekiz’in başşehri Lizbon da var.
Sabahın erken saatinde Atlas okyanusundan Tejo Nehri halicine giren gemimiz, sabahın hafif puslu bir saatinde, sanki tüm Lizbon’u bizim ayağımıza getirircesine, süzülerek kıyılarını seyretmemizi istiyor, Avrupa’nın en uzun köprüsü olan 25 Nisan Köprüsü’nün altından geçerek yanaşacağı limana ulaşıyordu.
Güverteden, tüm şehri görebiliyor ve fotoğraflayabiliyorduk. Size bir çok kere şampiyon olmuş ve efsanevi futbolcular yetiştirmiş olan meşhur Sporting Lisbon futbol takımının maçlarını oynadığı Jose Alvalade Stadyumu’nu bile buradan gösterebilirim. Ön tarafında ise Mafra Ulusal Sarayı’nı görebilirsiniz.
Gemimizin diğer tarafından da bu sırada Rio’daki İsa heykelinin bir küçük kopyasının bulunduğu bölgeden geçiyorduk.
Gemimiz meşhur Comercio Square’i de geçerken artık limana yaklaşmıştı. Aa o da ne! Objektifime bir misafir girmiş. Bizim İzmir’in yeni körfez vapurları değil mi onlar! Bizi mi takip etmiş, yoksa biz mi onu taklit etmişiz. Eveettt yine taklitçiliğimiz ortaya çıktı. Bak gördünüz mü hiçbir şey bu dünyada gizli kalmıyor!
Güverteden şehre bakarak Lizbon’da gezi planımızı yapmıştık bile. Tüm Lizbon’u yorulmadan bir çırpıda seyretmiştik. Şimdi hemen gemiden çıkacağız ve daha önceden de yaptığımız gibi kendimiz sokaklarda kaybolmaya bırakacağız.
İşte fotoğraftan da gördüğünüz gibi, gemimiz eski şehir Alfama bölgesinin tam önüne demirledi. Hemen limandan çıkıyoruz ve önce sol tarafımıza yönelerek Comercio Square’e geliyoruz. Burası büyük 1755 depremine kadar kraliyet sarayının olduğu yerdi. Depremde buradaki saray ve hatta Lizbon’un büyük bir kısmı yıkılınca, kral yeni sarayını Belem bölgesine taşıdı ve yeni yapılan binalarla birlikte Belem bölgesi cazibe merkezi oldu. Bu meydanın tam ortasını da zırhını kuşanmış at üzerindeki Kral Jose 1’in heykeli bulunuyor.
Bu arada turistler için Lizbon simgesi Zorro olmuş komedyeni de sizler için fotoğraflamadan geçemedim. Şimdi eski kraliyet sarayı, şimdi müze olan binanın arasındaki meşhur Rua Augusta (caddesine) giriyoruz. Sağlı sollu dükkanları seyrederek ilerliyoruz ve 2. kesişen caddede sola bakınca şehrin üst tarafı ile kolay ulaşımı sağlayan Gloria asansörüne geliyoruz. Burada tadilat olduğundan yukarıya, sol tarafından caddeleri ve dükkanları, sokak satıcılarını temaşa ederek yürüyoruz. Tabii ki bu arada sokak çalgıcılarını seyretmeden geçmiyoruz.
Şimdi tramvaylara binmeden olmaz diyorum. Bilet nasıl alınır, kaç para soruşturması yapıyorum, ama bir kahve molası vermenin zamanı gelmiş de geçmiş bile. Güzel bir restoran-kafe buluyoruz. Cafe Latte’lerimizi içerken internet ihtiyacımızı da gideriyoruz. 2 kahve+free wifi = 2.20 € ödüyoruz ve burası ucuzmuş deyip tramvay meselesine geri dönüyoruz. Durağın dibindeki büfeye soruyorum ve tramvayda bilet 2.85 €, büfede 2 €, günlük indi bindi bileti 6.80 € olduğunu öğrenince günlük bilet alıyoruz ve ver elini tramvay ile Lizbon turu haydi bakalım.
İlk gelen tramvaya biniyor ve tıngır mıngır gidiyoruz. Geniş bir meydana gelince, yolcuların yarısı iniyor. Haydi biz de inelim bakalım diyor ve indiğimiz yerdeki büyük bir katedralin içerisini gezmeye başlıyoruz; Basilica do Sagrado Coraçao de Jesus.
Kilisenin içerisi normal bildiğiniz kiliselerden pek farkı yok ama yan tarafından yukarıya çıkmak için 2 €’a bir kartpostal alırsanız, nefis bir manzara ve kilisenin şahane işlemeli ve çatısındaki heykellerle bezenmiş süslemelerinin seyrine doyamayacaksınız. Tavsiye ederim çıkın. İşte bu fotoğraflar terastan çektiklerim. İyi seyirler…
Lizbon’da 2. bölümümüzde; tramvaya bu kez ters yönden biniyoruz ve bakalım bizi nerelere götürecek...
İşte bu tabela size her şeyi anlatacaktır. Şimdi 12. yüzyıldan kalma Santa Maria Maior Kilisesi önümüze çıkıyor. İniyoruz.
Bakın fotoğraftaki tramvay raylarını görüyorsunuz değil mi? Her yeri böyle tramvay raylarını takip ederek gezmeye başladık. Sonrasında yine durakta beklerken küçük bir midibüs önümüzde duruyor ve bakıyoruz herkes biniyor, biz de biniyoruz. Nasıl olsa bedava günlük biletimiz var ya... Epey bir yokuş çıkıyoruz. Tabii ki tramvayın çıkamayacağı yerlere belediye, küçük otobüsler koymuş. Bir meydana geliyoruz ve herkesle birlikte iniyoruz. Haydaa bakın nereye geldik. Şehri tepeden, hele gemimizi tam profilden gören nefis bir manzara ile karşı karşıyayız. S. Vicente heykelinin bulunduğu Largo das Portas do Sol Meydanı’na geliyor ve seyir terasından sizlere bu fotoğrafları çekiyorum.
Şimdi şu Alfama bölgesinin üzerine yerleşmiş olan şu şaşalı sarayı görüyor musunuz? İşte bu şehirdeki sarayların ve efsanelerini sizlere detaylı anlatmam için epey bir sayfa harcamam gerekebilir. Ama sizler bunlarla ilgilenir misiniz bilemem. İlgilenenler için linki veriyorum. Detayları ve tüm istediğiniz sorulara cevapları bulacaksınız: http://www.lisbonlux.com/magazine/lisbons-10-most-beautiful-palaces/
Şimdi ne yapıyoruz. Yine tramvaya biniyor ve ters yöne gezimize devam ediyoruz. Biraz aşağıya inince, yine rayları bulunca, durağı da bulduysanız gideceğiniz yönde bekleyin bakalım kaç numara gelecek. Eveet işte geldi ve hoop...
Tıngır mıngır yine gidiyoruz. Çok keyifli. Epey zamandır hiç bu kadar uzun tramvay ile gezmemiştim. Hava da kararmaya başladı ama daha vaktimiz var. Gemimiz her nasılsa bu gece saat 21.00’de kalkacak. Yine ilk bindiğimiz meydana geldik. Bu sefer buraya yakın olduğunu tahmin ettiğim Sao Roque Kilisesi’ni görmek istiyorum. Oo diyeceksiniz ki kilise, katedral bu ne yahu. Hep ibadet mi edeceğiz, hep dua mı edeceğiz. Durun bakalım bu seferki başka. Dünyanın en zengin kilisesini arıyorum. Neee demeyin evet Portekizlilerin, keşifler zamanından Brezilya’da ele geçirdikleri altınları işte bu kiliseye gömmüşler ve bu kilisenin tüm ahşap süslemeleri altın kaplı ve birçok da freskleri altınmış. Görmeden olmaz. Üstelik burada dua etmenin faydası da olabilir, biraz ellerimi altına süreyim bari. Evet, işte hava kararsa da yağmur çiselese de bulacağız. Tabii ki sora sora buluyorum ve işte size bu sefer kilisenin içerisinden kendi gözümle gördüğüm ve fotoğrafladığım altınlar. Yupppii!!
Nasıl dediğim gibi miymiş? Tamam, haydi bakalım şimdi yine bir kahve molası ve Belem tatlısı yeme zamanı. Buraya gelirken, gözüme kestirdiğim bir yerel kafede bu turtayı denemek istiyorum. Bir de yolda kestane kebap yapıyorlardı. Dumanı üzerinde kestaneler burada un ile kaplı. Enteresan; düzinesi 2 €, yarım düzine külahta 1 €. Burası diğer Avrupa şehirlerine nazaran ucuz. Belem turtası da ucuz; 2 €.
Eveet akşam oldu ve hafiften de yağmur atıştırmaya başladı. Daha o kadar çok gezecek yer var ki… Şimdiye kadar şehrin en canlı ve otantik bölümü olan Baixa bölgesini dolaştık. Alfama bölgesini kuşbakışı tepesinden gördük. Burasının dar sokaklarına girip, o güzelim evlerinde kaybolmak ve bu eski bölgeyi koklamak istiyordum. Daha gemi ile geçtiğimiz Belem bölgesini gezmedik bile, ama giderken meşhur 16. yüzyıldan kalma Belem Tower’ın gece manzarasını sizler için fotoğrafladım.
15. yüzyılda inşa edilen Jeronimos Manastırı ile Vasco de Gama’nın mezarı ve anıtı da burada Belem bölgesinde. Daha sonra 25 nisan köprüsü ile karşıya geçip İsa heykelini ve uzaktan Lizbon manzarasının doyumsuz keyfine varabilirdik. Bu tarafa gelmişken UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunan şarap ve turtaları ile meşhur Azeitao kasabasına ve Arrabida Ulusal Parkı’na gidebilir, insanların vahşi doğayı nasıl korudukları görür, kuş çeşitliliği karşısında hayran kalabilirdik. Evet bunların hepsini gelecek seferimizde, Lizbon’a özel yapacağımız seferimizde ziyaret edecek ve sizler için 3. kısım Lizbon anıları olarak anlatacağım.
Gemimize dönme vakti geldi. Yağmur da yağıyor ne yapacağız. Tabii ki yürüyeceğiz. Gece manzaraları ile kendimi ve sizleri doyurmak istiyorum. Aman Allahım o da ne! Bir meyhaneler sokağına geldik. Küçük küçük 6-7 masalık restoranlarda bazılarının da kapı önlerinde küçücük mangallar görüyorum. Mangalda bizim mercan balıkları ızgara olmak için hazır bekliyorlar.İçeride masada yaşlı bir çift, bir şişe Porto şarabı açılmış ve hafif bir sohbetteler. Birbirlerine bakıyorlar. Çok konuşacak şeyleri kalmamış ama kadehteki yıllanmış şarap her şeyi anlatıyor. O şarabın rengini ta buradan ben de görüyorum ve içersinde kayboluyorum. Dur, tereddütteyim, girsek mi acaba? Saate bak Oğuz, eyvah az vakit var. Ne yapsak ki bir balığa bakıyorum, bir yaşlı çifte, bir deeee şaraba… Evet karar verdim. Gemiye dönüyoruz. Yandaki bakkaldan 2 şişe Porto şarabı alıyoruz. Gemimizde bu akşam yaşlı bir çiftin masasına gidip, şarabı açıp, sohbet edeceğiz. Ama bir dahaki sefere bu meyhanedeyim.
Kanarya Adaları
Msc Preziosa gemisi ile yaptığımız İzmir-Santos transatlantik seyahatimizin bu bölümünde Kanarya Adaları’nın en büyük adası ve başşehri olan Tenerife’ye uğruyoruz. Sabah saat 7.00’de gemimiz limana yanaşıyor.
Güneş daha yeni doğuyor. Bu güzel okyanus sabahında yine güzel bir güneş doğuşu seyrediyoruz. Sabah erken kalkmak gibisi yok. İnsanı bütün gün zinde tutuyor, ama tabii ki akşam da erken yatmanız lazım.
1494 yılında keşfedilen bu adalar İspanyollar tarafından fethedilmiş ve ada yerlileri olan Guançeler köle yapılmış, zamanla da asimile edilerek ve hatta Avrupalılardan gelen hastalıklardan da kırılarak, yok olmuşlardır.
Bu ada, tropik iklimi ve bitki örtüsü, meyveleri ile botanik bahçeleri ve dünyanın en yüksek faal yanardağı olan El Teide Volkanı ile meşhurdur. Bu güzel adaya, rahat rahat kahvaltımızı gemimizde yaptıktan sonra gemide kaynaştığımız arkadaşlarımızla birlikte ayak basıyoruz. Geminin önünde bekleyen ücretsiz servis otobüslerinden birine binerek kendimizi 10 dakikada şehir merkezinde buluyoruz. Şehri gezmeden önce önümüze çıkan ilk taksi ile ada gezme programı konusunda konuşuyoruz. Görülecek yerlerin Laguna, Ortowa, Puerto de la Cruz, Los Abrigos, Las Americas kasabaları ile Loro Hayvanat bahçesi ve El Teide Yanardağı gibi yerler olduğunu öğreniyoruz. İçlerinden yarım günde görebileceğimiz, dünya miras listesinde bulunan ve 1792 yılında kurulmuş olan bir üniversitesi de olan La Laguna şehrinden başlıyoruz. Yine İngilizce konuşabilen bir taksi şoförü ile kişi başı 20 €’ya 4 saat sürecek bu tur için anlaşıyoruz. La laguna şehri, hastanesi ve üniversitesi bulunan güzel bir kasaba. Şoförümüz bizi yarım saatliğine buranın Dünya miras Listesine girmesine sebep olan bir nostaljik mahallesinde bırakıyor. Etrafı dolaşıyor ve birkaç iç bahçesi olan binalara girip temizlik ve tarihi korumanın ne kadar güzel ve kolay olduğunu gözlerimizle görüyoruz. İmreniyoruz. Türkiye’mizde buna benzer ne yerler olduğunu bildiğimizden, cahilliğimizi bir defa daha hatırlıyoruz.
Taksimize biniyoruz ve şimdi yolumuz adanın kuzey tarafında dağlara doğru gidiyor, nefis deniz ve tropikal manzaralara sahip Orotava kasabasına 20 dakikalık bir yolculuktan sonra varıyoruz. Yol üzerinde tabii ki çok güzel manzaralarla ve tatilcilerin o muhteşem villalarını görüyoruz.
Orotava kasabasına geldiğimizde şoförümüz bizi turistik bir bina ve dolayısıyla hediyelik çeşitli eşyaların satıldığı Casas de los Balcones adlı bir yere getiriyor. Yerel el işlerinin ve hediyelik eşyaların satıldığı bu yerde biz Aloe Vera’dan mamul krem ve birkaç hediyelik eşya alıyoruz. Fiyatları da makul.
1,5 saatimizi de burada harcadıktan sonra şimdiki hedefimiz parfüm dükkanları ve plajları ile meşhur sahil kasabası olan Puerto de la Cruz.
15 dakikalık bir sürüşten sonra cıvıl cıvıl bir yere geliyoruz. Şimdi sezon sonu olduğundan dükkanlar biraz sakin ama yazın adaya 5 milyon turist geldiğini düşünürseniz, buraların yaz halini düşünemiyorum. İspanyol toprağı olmasına rağmen burası Avrupa Birliği dışında olduğundan tax free bir bölge. Vergisiz tütün, içki ve parfümleri bir görelim bakalım. Ama hanımlar durur mu hiç. Tabii ya gemideki tavsiyeyi unutmamışlar, hemen parfüm dükkanlarını ziyaret ettik. Eyvah dedim fiyatları görünce! Bu kadar ucuz ise bu orijinal parfümler, acaba kaçar tane ile çıkacağız buradan. 5’er tane ile çıktık bu parfümeriden Fiyatları merak mı ettiniz? Hemen söyleyeyim, 26 ile 50 € arası (100 ml).
Size bu pozu sahilde molamız esnasında veriyorum. Bu sırada yanımıza yine meşhur papağan cenneti ve tropik hayvanların olduğu Loro Park’a giden mini tren yanaşıyor ama zamanımız buraya gitmeye müsait olmadığından, bu parkı ziyaretimizi bir dahaki sefere bırakıyorum.
Zira daha gemimizin bulunduğu baş şehri gezeceğiz .
1 saatlik mola da bitti. 3 €’luk serinletici taze tropik meyve sularımızı içtik ve geri dönüşe geçtik. 20 dakikalık bir yolculuktan sonra yine başladığımız noktadayız. Otobüs terminalinin yanında şöförümüze bizi bırakmasını istiyoruz ve işte objektifimize mimari ile meşhur konser salonu ve müze binası takılıyor. Hemen arkamızda da bu adanın hatta İspanya’nın en büyük mağazası El Corte Ingles’ı görüyoruz.
Biraz daha şehir içersine dalıyoruz ve koklaya koklaya şehrin güzelliklerini keşfetmeye çalışıyorum. İşte önüme beklediğim yer, La Recova Mercado, yani Tenerife pazarı-çarşısı çıkıyor. Modern ve yeni bir yapı. İçersinde küçük küçük dükkanlar ve çiçekçisinden, tapaz barlarına,meyve sebze satıcılarından, kasap ve içki satış büfelerine kadar, bir çok da restoranın bulunduğu yeme içme pazarı. Ama Heyhat kapalı. Akşam 17.00’den sonra açılıyormuş. İn cin top atıyor. Heyecanım kursağımda kaldı. Muhakkak buraya bir daha gelmeliyim. Fotoğrafları ile siz de yetinebilirsiniz ama Tenerife’ye mutlaka gelin ve burada birkaç gün kalın diyorum.
Arkadaşlarım artık yoruldular ve biz onları gemiye gönderdikten sonra yürümeye devam ediyoruz. İşte Santa Cruz de Tenerife şehrinin ana caddesine geldik. Artık biz de bir kafeye oturuyoruz ve hem internet hem de su, kahve molası esnasında ihtiyaçlar gideriliyor.
Tabii etraftaki papağan ve kuşlar da seyrediliyor. Toparlanıyoruz ve şimdi İspanyolların çok sevdiği, geceleri toplanıp çalıp söyledikleri ve içkilerini içtikleri parklardan birisine geliyoruz. İşte parkın ortasında çalgıcılar için ayrılan kamelya ve burası tropik bir ada olmasından dolayı parkın güzelliğini sizlere sunuyorum.
Güzellik deyince neyi kastettiğimi anlamışsınızdır herhalde!!!
Eveet gemiye doğru yöneliyoruz ve limana geldiğimizde servis otobüsünde biraz kuyruk olduğunu görüyoruz. Daha gemimizin kalkmasına 1 saat var ve bu yüzden rahatız. Etrafta dolaşıyoruz ve kuyrukta yolcularla biraz sohbet ediyoruz.
Sizlere bu seferimde de Tenerife Adası’nı, Cruisers (Cruise seyyahları) için anlatmaya çalıştım. Gemilerin yanaştıkları limanlarda genellikle 1 gün kaldıkları düşünülürse, maksimum yeri görmek ve tanımak ve minimum para harcayarak gezmek işte böyle bir şey oluyor. Adada bir dahaki gelişimizde Loro Park, botanik bahçeleri, El Teide Yanardağı’nı görmek ve Viento mağaralarına scuba diving yapmak niyetindeyim. Hepinize sevgilerimi sunuyorum.
H. Oğuz Esen
[email protected]