Pamilacan Adası, Filipinler

Hani hep sorulan klasik sorulardandır ya "Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu?" sorusu. Hiçbir zaman böyle bir deneyime ihtimal vermediğiniz için, aklınıza gelen ilk cevapları sıralarsınız. Genelde bu cevaplar da adadan nasıl kurtulabileceğinize yönelik cevaplar olur. Uydu telefonu mesela. Ama şimdi hayal edelim, böyle bir adaya bilerek ve isteyerek, sadece adanın tadını çıkarmak için gittiyseniz, hakkaten yanınıza ne alırdınız?

Nisan 2013 ayında üç günlüğüne ziyaret ettiğim Filipinler’in Pamilacan Adası, bana bu ıssız ada deneyimini sonuna kadar yaşatırken, bu sorunun aklımda tekrar tekrar yer etmesine neden oldu.

Pamilacan adası, Filipinler’in güney bölgesinde yer alan Visayas takımadalarından bir tanesi olan Bohol adasına bağlı. Son derece ufak bir ada. Adanın ismi "Pilak" kelimesinden geliyor. Pilak yerel dilde, yerlilerin büyük deniz canlılarını yakalamak için kullandıkları oltamsı alete deniyor. Ada genel olarak son derece zengin denizaltı canlılığı ile biliniyor. Ben ve beraber yolculuk yaptığım üç Fransızın (Fabrice, Maelysse ve Julien) hikayesi nasıl mı başlıyor?

17 Nisan 2013, Çarşamba.

Pamilacan Adası’nın ismini ilk defa Bohol adasının Loboc bölgesinde konakladığımız otel görevlileri aracılığıyla duyuyoruz. Görevlilerin anlattıkları o kadar ilgimizi çekiyor ki, ertesi gün adaya gidiş konusunda şansımızı denemeye karar veriyoruz. Adaya en yakın liman olan Bakliyan iskelesine, iki araç değiştirerek varıyoruz. Bakliyan’da inince de ilk işimiz Pamilacan Adası’na gidecek bir tekne aramak oluyor. Normalde adada konaklayacağınız ev sahipleriniz sizing için tekne ayarlayabiliyorlar; ama bizim gibi adaya son anda gitmeye karar verdiyseniz çok fazla alternatifiniz bulunmuyor. Çarşamba günleri ada sakinleri için pazara gittikleri alışveriş günü olarak geçiyor. Yereller, sabahtan ana karaya gelip alışverişlerini yapıp öğlen teknelerle geri dönüyorlar. Geri dönmek için kullandıkları teknelerden bir tanesi bizi de adaya geçirmeyi kabul ediyor. Tekne o kadar kabalık ki, bizden başka kutu kutu erzaklar da adaya taşınıyor. Ama herkes bize yer açmak için seferber oluyor. Biz de tekne kenarındaki yerlerimizi alıyoruz. Bir saat kadar ada sakinlerini bekledikten sonra yola çıkmaya hazırken hiç beklemediğimiz anda koştura koştura gelen bisikletli dondurmacı bir anda tekne içindeki herkesin ilgi odağı oluyor. Teknedeki herkes sırayla dondurmalarını alıyor. Bizim şaşkın bakışlarımız arasında da açıklama geliyor: adada dondurma yok. Çünkü adada günde sadece 5,5 saat yani 18:00 – 23:30 saatleri arası elektrik var, bu nedenle adada buzdolapları çalışmıyor.

Bir saat kadar bir yolculuktan sonra adaya varıyoruz. O kadar keyifli ki halkın arasında yer almak, onların günlük hayatlarına kendi yollarımızla da olsa kıyısından köşesinden sıkışmak. Çocuklarla sürekli gülüşmek, kadınlarla sürekli birbirimizi anladığımıza dair o selamları vermek, amcalara nereden geldiğimizi anlatmak…

Adaya varınca adanın turistik bölgesi (!) sayılan kulübelerin olduğu arka tarafında iniyoruz. Mesiang yedi aylık hamile haliyle alıverişe gelmiş ve biz tekneden inerken bize göre konaklayacak yeri olduğunu söylüyor. Biz de onu takip ediyoruz. Mesiang’ın gösterdiği bambu kabinler çok ilkel koşullar sunuyor. Kabinlerde işler tuvalet ve duş sistemi yok. Tuvalet sifonu için deniz suyu, duş ve yıkanma için de yağmur suyu kullanılıyor. Ama son dönemde hiç yağmur yağmadığı için Mesiang’ın eşi Junior bütün suyu Bohol adasından varillerle taşımak zorunda kalmış. Mesiang’ın dört çocuğu var. En büyüğü 18, en küçüğü ise 8 yaşında. Beşinci bebeğin de kız olacağını söylemiş doktor. Bu adada nasıl doğurduğunu soruyorum da, dördünü de evde ebe yardımı ile doğurduğunu belirtiyor; fakat ebe geçen sürede ölmüş. O nedenle son bebeği doğurmak için Bohol adasına gidecekmiş.

Adada üç öğün yemek de dahil günlük konaklama 750 peso (yani 34 TL). İki gece burada kalıp soluklanmaya karar veriyoruz. Konakladığımız kulübeler okyanusu direk görüyor ve daha da güzeli okyanusla aramızda yer alan eski İspanyol kalesinin kalıntıları manzaraya ayrı bir hava katıyor. Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra bembeyaz kumsala ve türkuaz sulara gidiyoruz, gün batımı için sahilde pinekliyoruz. Günbatımı yine tüm pembeleri, morları, lacivertleri, turuncuları ile katman katman geliyor. Ömrümün sonuna kadar bu gün batımları ile yaşayabilirim diye geçiriyorum içimden. Günbatımını izledikten sonra ilkel koşullarda duşumuzu almak için odaya dönüyoruz. Duş maceramız ayrı bir hikaye olmasına rağmen tek seferlik bir deneyim.

Duş sonrası Mesiang yemeklerin hazır olduğunu söylüyor. Deniz kenarındaki masalarımıza geçince 5-6 çeşit yemek de bizi bekliyor. Leziz yemeklerimiz yiyip gece sahilde fenerleri ile okyanusu aydınlatan balıkçıları izleyip yıldızlar altında muhabbete dalıyoruz. Sanki adada bizden başka kimse yok. Tek duyduğumuz sesler havlayan köpekler, birkaç kulübeden gelen televizyon sesleri ve böcekler.Odaya dönünce örümcek avı yeni bir uğraş olarak karşımıza çıkıyor; ama neredeyse her tarafı açık olan bu kulübeden ben son derece memnunum.

18 Nisan 2013, Perşembe.

Sabah saat altıyı gösterdiğinde oyun oynayan, şarkı söyleyen, çığlıklar atan çocukların sesleri ile uyanıyoruz. Bir önceki geceden zaten erkenden uyumuşuz, uykumuzu almışız. O yüzden gece boyunca sürekli çeşitli hayvanların sesleri ile uyandırılmak, çocukların seslerine uyanmak gram rahatsız etmiyor. Hava sıcak ve nemli.

Kahvaltı için yine önceden hazırlanmış masalarımıza geçiyoruz. Önümüze taze mango reçeli, omletler, ekmekler geliyor. Kahvaltı sonrasında adayı gezmeye karar veriyoruz. Misyoung’dan tarifleri alıp yola koyuluyoruz. Adanın ortasından ilerleyen beton yoldan, ahşap kulübeler arasından adanın öbür kıyısına kadar yürüyoruz. Toplamda yolun 2 km olduğu söyleniyor, yürümemiz sadece yarım saatimizi alıyor. Yolda her gördüğümüz Filipinli mutlaka bizi selamlıyor, bizimle konuşuyor, gülümsüyor ya da el sallıyor. Ben daha önce beni hiç bu kadar pozitif enerji ile dolduran bir ülkede bulunduğumu hatırlamıyorum.

Dönüş yolunu kumsal üzerinden yapıyoruz. Bu tropik cennette her renk, her tat, her ses gerçek dışı gibi. Mavi en mavi, beyaz en beyaz. Samimi en samimi. Taze en taze. Uçsuz bucaksız kumsallarda bizden başka kimse yok. Arada oyunlar oynayan çocuklara denk geliyoruz da muhabbete dalıyoruz.

Dönüş yolunda kayalıklara kurulmuş ahşap çardaklara rastlıyoruz. Bunlardan birisinde mola verip uçsuz bucaksız okyanus manzarasını, denizin en canlı renklerini, gökyüzünün en mavisini içimize çekiyoruz. Konukevimize döndüğümüzde öğle yemeği çoktan hazırlanmış ve bizi bekliyor.

Bize servis edilen ev yemekleri son derece leziz, taze ve doyurucu. Herkes halinden çok memnun. Günün geri kalanını hamaklarda kitap okuyarak, uyuklayarak, denize girerek, deniz gözlüğü ile dalarak geçiriyoruz. Her seferinde kocaman kaplumbağalar, rengarenk balıklar, canlı resifler manzaramızı oluşturuyor.

Üstelik bunun için çok derine dalmaya ihtiyacınız bile yok. Bu adada her şey o kadar sakin, yavaş ve huzurlu ki. Gün boyu hiçbir şey yapmamamıza rağmen zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamıyoruz. Gün batımı yine tüm görkemi ile kendisini sergiliyor. Akşam yemeğinde önümüze kocaman mercan yiyen rengarenk balıklar geliyor da, bu balıkların yılda bir iki kere yakalanabildiğini ve çok şanslı olduğumuzu söylüyor ev sahibimiz. Yediklerimiz yine son derece leziz. Geceyi yine kumsalda yürüyüş ile bitiriyoruz.

19 Nisan 2013, Cuma.

Ada çocukları alarm gibi. Saat 6 olduğunda mutlaka bir tanesi pencereniz önünde bitiyor. Biz yine çocuklar sağolsun erkenden uyanıyoruz. Kahvaltımızı yapıyoruz. Adadaki son saatlerimiz. 11:30 olunca Bohol adasına geri döneceğiz. Bu nedenle Julien, Maelysse ve Fabrice denizin tadını çıkarırken ben de hamakta kitap okuyorum.

Öğlene doğru hazırlanıyoruz ve ev sahibimiz Junior’ın küçük teknesine eşyalarımızı yerleştirip yola koyuluyoruz. Ve cennetten bir parçayı bize sunan Pamilacan Adası’na veda ediyoruz. Üç günün sonunda ise aklımdaki soruya cevabım aynı, ıssız bir adaya düşecek olsam yanıma alacaklarım arkadaşlarım, güzel bir kitap ve güzel müzik. İşte hayatı hayat yapan zevkler.

ANIL KANGAL

Yazar Hakkında

ANIL KANGAL

Yürümeyi yaşıtlarıma göre çok geç öğrenmişim. Neredeyse on beşinci ayımı doldurmuşum ilk adımımı attığımda. Bu ilk adımla beraber de koşturmaya başlamışım.