Antalya’da yaşayan bir İzmirli olarak denize kıyısı olmayan bir ülkeyi sevebilmek tuhaf biliyorum ama ben Laos’u çok sevdim. Güneydoğu Asya’da; Burma, Çin, Vietnam, Kamboçya ve Tayland tarafından çevrelenen Laos Demokratik Halk Cumhuriyeti 6,5 milyon, fakir ama mutlu insanların yaşadığı bir ülke. Her ne kadar mutlu dediysem de ülke nüfusunun üçte birinin geliri Uluslararası Yoksulluk Sınırı olan günlük 1,25 Dolar’ın altında ve sadece birkaç gün geçirdiğim bir ülkede, insanlar bana her “Sa-bai-dee” yani merhaba dediklerinde gözlerinin içi gülüyor diye, onları “fakir ama mutlu” gibi bir klişe ile yaftalamak saftiriklik biliyorum ama yine de inanın mutlu görünüyorlardı.
Ülkenin ismi Lao mu yoksa Laos mu karışıklığından söz etmek lazım takdir edersiniz… Sömürge döneminde Fransızlar “Lao”lular anlamında, Lao sözcüğünün sonuna çoğul takısı -s’i getirip ülkeye Laos demişler. Bu ülkenin varlığından -büyük olasılıkla- sömürgeci Fransızlar sayesinde haberi olan dünyanın kalanı da Laos ismini kabullenmiş. Fransızlar için hava hoş ne de olsa onlar sondaki -s takısını telaffuz etmiyorlar. Fakat diğer dillerde özellikle de İngilizcede bu -s takısı telaffuz edildiğinden, Fransızlar ülkenin adını en azından sözel olarak doğru kullanırken dünyanın kalanını yanlış yönlendirmişler. Bu topraklarda yaşayan insanlar ise ülkelerini her ikisi de Lao Ülkesi anlamına gelen “Prathet Lao” veya “Muang Lao” olarak adlandırıyorlar. Burada belirtmek istediğim komik de bir ayrıntı var; Lao dilinde sonu -s ile biten herhangi bir sözcük de yokmuş. “Peki, Laos’tayken ne yapmalı?” sorusunun yanıtına gelirsek; ben İngilizce konuşurken Laos dediğimde suratını asıp da Lao diye düzelten bir Laoslu ile karşılaşmadım açıkçası. Gerçi suratını asan herhangi bir Laoslu ile de karşılaşmadım. Ama yine de ne derler bilirsiniz; Roma’dayken Romalılar gibi davran. Yani siz yine de Laos yerine Lao’yu kullanın…
2008 yılında bir Aralık günü Saigon’dan Laos'un başkenti Vientiane’na uçarken, bu şehrin ismini duyalı çok da fazla olmamıştı itiraf ediyorum. Bir de Vietnam Havayolları ile Phnom Penh aktarmalı yaptığım bu seyahat pervaneli bir uçağa da ilk binişimdir; Fransız-İtalyan ortak yapımı bir ATR 72.
Hiç uçaktan korkan biri olmadım, baştan söyleyeyim. Tek sorunum beni her türlü araç tutar, bu yüzden kalkıştan yarım saat önce mutlaka bir tablet Dimenhidrinat alırım. Bir de hani pilot boğuk bir sesle “cabin crew slides armed and cross check” dedikten sonra, pistin başında bekleyen uçak hareket eder, sonra hızlanır, daha da hızlanır ve yaklaşık saatte 300 kilometrelik o hızın etkisiyle koltuğunuzda hafiften geriye yaslanırsınız ve uçağın tekerleklerinin yerden kesildiğini midenizde hissedersiniz ya… İşte o anlarda biraz ürkerim. Fakat pervaneli bir uçakta bu anı hissetmiyorsunuz. Uçak piste çıkıyor, biraz hızlanıyor, ancak hızlıca bir otomobilin süratiyle pistte ilerlemeye devam ediyor, siz kendi kendinize “hadi artık, pist bitiyor, hızlansana” diye mırıldanırken yavaşça havalanıveriyor. Üstelik çok yükseklerde de uçmuyor. Cam kenarından oturuyorsanız eğer ve hava da açıksa dışarısını izlemek çok keyifli, çünkü aşağıdakileri rahatça görebiliyorsunuz.
Her iki uçuşta da pencereden Mekong manzaralarını izleyerek Vientiane’ın Wattay Uluslararası Havalimanı’na indik. İki fotoğraf ve 30 Dolar karşılığında aldığımız vize sonrası havalimanı dışına çıktığımızda hava kararmaya yüz tutmuştu. Doğrudan otelimiz Inter City’e geçtik. Burası Mekong Nehri kıyısındaki Fa Ngum isimli cadde üzerinde, “butik” bir otel. Nehrin karşı kıyısındaki Tayland’a, telefonlarımıza “Tayland’a hoş geldiniz…” diye başlayan klasik telefon operatörü mesajları düşecek denli yakınız.
Kısa bir check-in sonrası akşam yemeği için Kualao Restoran'a geçip yemekle birlikte bir de fazlasıyla turistik bir yerel dans gösterisi izledik ve Lao Birası ile tanıştık ki kesinlikle tavsiye ederim; BeerLao marka olanını özellikle. Yemeğin ardından nehir kenarına gidip biraz önce turistik restoranda yediğimiz yemeklerden faklı, Vientiane sakinleri için olanlarının pişirilip satıldığı tezgâhların arasında dolaştık. Bir de beach club tarzı lüks sayılabilecek bir mekânda bir şeyler içtik. Mekânın kendisinden daha çok, hatırımda kalan otoparkındaki Ferrari ve Lamborghini oldu ne yalan söyleyeyim. Evet, Vientiane’da, bir “beach club”ın otoparkında bir Ferrari ve Lamborghini’yi yan yana gördüm.
Ertesi sabah erkenden kalkıp nehir boyunca yaptığım kısa bir yürüyüşün ardından Wat Si Muang isimli tapınağa gittik (Seyahatnamenin bundan sonrası için kolaylık sağlayacak bir bilgi - Wat; Tayland, Kamboçya ve Laos’taki Budist tapınaklara verilen isim. Ayrıca Lao dilinde okul anlamına da geliyor). Laos’ta, sonradan neredeyse her köşe başında görüp fazlasıyla kanıksayacağım turuncu giysili keşişler ile ilk karşılaştığım yer de olan bu tapınakta bir süre ve onlarca fotoğraf oyalandıktan sonra Vientiane pazarına gittik.
Pazarın ardından başkentin kalbindeki Patuxai'yi ziyaret ettik. Sözcük anlamı “Zafer Kapısı” olan Patuxai, sömürgeci Fransızlara karşı savaşırken yaşamını yitiren askerler anısına inşa edilmiş bir anıt. Fransızlara karşı savaşmışların anısına Paris’teki Arc de Triomphe’u (Zafer Takı) andıran bir anıt yapmak nasıl bir mantıktır bilmiyorum bu arada, sormayın… Büyük bir meydanın ortasında yer alan bu anıtın inşaatı, Amerikalıların havalimanı yapın diye hibe ettikleri çimentoyla 1969 yılında tamamlanmış ve bu yüzden Lao halkı arada bir esprili olarak buraya “Dikey Pist” diyormuş. Anıtın içerisinde merdivenlerle çıktığınız ilk katta hediyelik eşya ve bir sürü tişört satan bir mağaza, en üst katta ise manzarası hiç fena olmayan bir teras var.
Sonraki durağımız Başkentin hatta ülkenin simgesi olan bir tapınaktı; Pha That Luang. Ülkedeki binlerce stupa arasında kuşkusuz en önemlilerinden… Stupa; genellikle kümbet biçiminde, içerisinde Buddha’ya ait kutsal emanetlerin saklandığı Budist tapınaklara verilen genel bir isim. Diğer bir ismi de Büyük Stupa olan bu “Altın” tapınağın tarihi 3. yüzyıla kadar gidiyor. Efsaneye göre bu tarihlerde Hindistan’dan gelen Budist misyonerler tarafından Buddha’nın göğüs kemiğinden bir parçayı muhafaza etmek için kurulmuş. Yıllar içerisinde istilalar ve savaşlar nedeniyle pek çok kez hasar gören Stupa, sonuncusu 1931 yılında olmak üzere her seferinde yeniden inşa edilmiş. Uzaklardan altın gibi görünse de sadece duvarları altın yaldızlı boya ile boyanmış tapınağın içerisinde pek çok Buddha resmi ve heykeli var.
Ardından gittiğimiz Budist mimarinin Siyam stiliyle inşa edildiği söylenen Wat Si Saket ise gerçekten güzel bir tapınak ve içerisindeki Buddha heykellerinin sayısı 8 binden fazlaymış.
Vientiane’da gezdiğimiz son tapınak ise Wat Ho Phra Keo oldu. Burası bir zamanlar Zümrüt Buddha (Emerald Buddha) isimli oldukça değerli ve kutsal bir heykele ev sahipliği yapıyormuş. Fakat günümüzde kutsal heykel, Bangkok’taki başka bir “wat”ta olsa da burası yine önemli bir mekân…
Bir önceki günün neredeyse tamamını aktarmalı Saigon-Vientiane uçuşuyla harcayınca başkentte çok da fazla kalamadık açıkçası. Hatta büyük ihtimal Vientiane’a kadar gidip de Buddha Parkı, Xieng Khuan’ı görmeyen bir tek benimdir (bir de birlikte seyahat ettiğim dostlar tabii ki).
Vientiane’daki son wat, Wat Ho Phra Keo’nun ardından Luang Prabang’a uçmak üzere havalimanına doğru yola düştük.
Son söz; seyahatnamenin Vientiane bölümü biraz sıkıcı oldu farkındayım ama Luang Prabang çok daha ilginç ve keyifli olacak inanın.
Sürecek…
YAZI DİZİSİNİN DİĞER BÖLÜMLERİ:
https://gezimanya.com/GeziNotlari/sakli-ve-guzel-ulke-laos-2-bolum
https://gezimanya.com/GeziNotlari/sakli-ve-guzel-ulke-laos-3-bolumhttps://gezimanya.com/GeziNotlari/sakli-ve-guzel-ulke-laos-4-bolum