6. ve 7. yüzyıllar arasında Frankların bölgenin kontrolünü ele geçirmesi ile oluşan WÜRZBURG, piskoposların yönetim merkezi olmuştur ve UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndedir. II. Dünya Savaşı sırasında 17 dakikalık ağır bombardıman sonucunda büyük bir yıkım yaşanmış ve şehrin % 90’ı yok olmuş. Savaş bitiminden sonra şehir, tekrar inşa edilmiş.
Nehirden şehre girdiğinizde, sizi bütün ihtişamı ile Marienberg Kalesi karşılıyor. Bu piskoposluk merkezinde 40 kale yer alıyor ve kalenin karşısında kilise ile beraber çok etkileyici idi.
Residence Palace ise her ne kadar Napoleon “fena değil” demişse de gerçekten çok görkemli. 1720’de yapımına başlanan ve 1750’de biten sarayın içine at arabaları ile giriliyormuş. Üç şatafatlı odadan geçilip (Zenginim, Güçlüyüm) ulaşılan merdivenler ayak takılmayacak şekilde tasarlanmış; gene de her ihtimale karşı kadınların arkasından mutlak bir bey iştirak edermiş ki sendelerlerse tutsunlar diye. Tavan resimleri hayli etkileyici… Giovanni Battista Tiepolo hiç görmediği ülkelerden insanları ve hayvanları resmetmiş. Tabii ki bazılarında hatalar var, fakat gene de hayal gücünü ve araştırmasını iyi kullanmış. Bombardıman sonrası buranın onarımı yaklaşık 20 milyon Euro’ya mal olmuş.
Beatrice ile Barbarossa’nın evlilik resimleri de hayli ilginç; o sıralar damat 44, gelinse 12 yaşında imiş. Gelin büyük görünsün diye hamile resmetmişler, hâlbuki ilk çocukları gelin 18 yaşındayken olmuş. Damat, gelinin okuma-yazma bilmesinden etkilenip evlenme teklif etmiş.
Aynalı oda çok görkemli, çok az yeri orijinal olmasına rağmen, gene de etkileyici… Piskoposların korumaları için yapılan salonunda ise hayli soluk renkler hâkim, bu da askerlerin şaşalı giysileri ile uyum sağlasın diye böyle tasarlanmış. O devre kırmızı ve altın rengi hâkimmiş, stucco tekniğiyle yapılan bu odaya hayran kaldım. Bu odayı 8,5 ayda bitirmesi emredilen AntonioBossi, işini bitirdikten sonra delirip 59 yaşında ölmüş. Diğer bir oda ise “kafayı boşaltma” odası olarak düşünülmüş, orada da tablolar ön planda. 1 metrekaresi 1 yılda tamamlanmış goblen tablolar…
Çocukların eğlence odası, sadece atlı karıncadan ibaret ama insana nostalji yaşatıyor. Piskopos istedi diye saraya yol yapmak için o bölgedeki bütün yaşam yerlerini yıkmışlar.
Şehirde 75 adet çeşme var ve her birinin bir anlamı var. Mesela bir tanesinde “BİLGELİK, ADALET, DÜRÜSTLÜK ve CESARET”i simgelemişler.
En eski taş köprüleri ise her Avrupa şehrinde olduğu gibi kilitlerle dolu… Prag’daki köprünün küçük bir versiyonu olan köprünün karşısında alabildiğine üzüm bağları var. Goethe, buradan gelen şarapları içermiş.
St. Kilian Katedrali’nin restorasyonu 20 yıl sürmüş. 1967’de açılan katedral için modernciler ile klasikçiler arasında çıkan tartışmada iki taraf da galip gelmiş ve eski ile yeniyi bir arada kullanmışlar.
Şehrin bombardıman sonrası mabedi bile insanı etkiliyor. Koca şehirden sadece 7 ev kurtulmuş, birisi ise zaten itfaiyecinin evi imiş. Yangın boruları ile evi nemli tutarak evini kurtarmış, ama ne olursa olsun insan çok da mutlu olamaz o durumda diye düşünüyorum.
St. Mary Şapeli halkın parası ile yapılmış, önündeki “yeşil pazar” ile Dikilitaş (1880) da Napoleon’a hediye edilmiş. Pazar yeri, bizimkiler kadar renkli olmasa da güzel bir alan…