“A Teardrop on the Cheek of Time”
"Zamanın Yanağında bir Damla Gözyaşı". Hintli şair Rabindranath Tagore Tac Mahal’i böyle tanımlamış…
(Tac Mahal Kuzey Hindistan’da Agra şehrinde Yamuna isimli nehrin kıyısında yer alır. Hasbelkader biri 2006, diğeri de 2011 yılında olmak üzere iki kez Tac Mahal’i gördüm. Okuyacağınız yazı bu iki seyahatin bir derlemesidir...)
Babür imparatoru "Büyük" Akbar’ın torunu Prens Khurram, günün birinde Meena isimli o küçük pazarda alışveriş yapmakta olan güzeller güzeli Arjumand Banu Begum’ü görüp de âşka düşmeseydi, büyük ihtimal dünya tarihinde inşa edilmiş en güzel yapılardan biri olan Tac Mahal de olmayacaktı.
İlk kez Tac Mahal’i gördüğüm Hindistan seyahatim ilk yurt dışı seyahatim değildi ama kesinlikle “seyahat bağımlılığı” virüsünü kaptığım seyahatti.
Antalya’dan İstanbul’a, oradan Katar Havayollarıyla önce Doha ardından Yeni Delhi’ye ulaşmıştık. Delhi’nin eski, o zamanki haliyle “köhne” ve düzensiz Indira Gandhi Uluslararası Havalimanı çıkışında bizi karşılayan rehberimiz kısaca program hakkında bilgi verdikten sonra, başkent yeni bir güne uyanırken Tata marka otomobilimizin arka koltuğunda dalmıştık Hindistan trafiğine…
Blogumdaki Varanasi yazımda Hindistan için şöyle demiştim; “Ülkeye giriş yaptığınız havalimanından dışarıya adım attığınızda ya bu ülkeden nefret edersiniz ya da tutkuyla bağlanırsınız. İşte ben de 2006 yılında bir Kasım günü, Yeni Delhi Indira Gandhi Uluslararası Havalimanından dışarıya adım atarken bu ülkeye bağlanmıştım…”
O gün aslında Hindistan’a özgü o “özel” kokuyla da tanıştığım gündür. Havalimanı binasına girdiğiniz anda sizi karşılayan ve tüm Hindistan’da nereye giderseniz gidin, her an hissettiğiniz, üzerinizdeki giysilere sinen koku; biraz baharat, biraz ter, biraz parfüm, biraz tütsü, biraz her türlü insan sıvısı, biraz sokaklardaki sahip oldukları imtiyazı sonuna kadar kullanan ineklerin ya da her yerde karşınıza çıkıveren maymunların kokusu ve üzerine bolca da havadaki nem... Anlatması benim için kolay değil, ama Gregory David Roberts, kült kitabı Shantaram’da bu kokuyu çok güzel betimlemiş;
“…Nefrete karşı umudun tatlı, terli kokusu ve sevgiye karşı açgözlülüğün ekşi, boğucu kokusu… Tanrıların, Şeytanların, imparatorlukların, çöküşün ve yeniden dirilişin eşiğindeki uygarlıkların kokusu. Ada Şehir’de nerede olursanız olun, denizin mavi kokusunu ve makinelerin kanla karışık metal kokusunu alabilirdiniz. Durgunluğun ve hareketin, altmış milyon canlı nüfusun yarıdan fazlasını oluşturan sıçanların ve insanların boşa harcanışının kokusu. Kalp kırıklığının, yaşam mücadelesinin ve bizi daha cesur kıran başarısızlıklarla aşkların kokusu. On bin restoranın, beş bin tapınağın, türbenin, kilisenin, caminin, ve parfümlerle, baharatlarla, tütsülerle, yeni kesilmiş çiçeklerle dolu pazarların kokusu…”
(Meraklısına not, G.D. Roberts'in Ada Şehir'den kastettiği yedi ada üzerinde kurulmuş olan Bombay veya Mumbai...)
İlk kez Hindistan’a ayak bastığım o Kasım günü Yeni Delhi ile Agra arasındaki 205 kilometrelik yolu yaklaşık beş, beş buçuk saatte aldıktan sonra, öğle saatlerinde Tac Mahal’e sadece 2 kilometre mesafedeki otelimiz Clarks Shiraz’a varmıştık. (Clarks Shiraz iyi bir oteldi ama Agra’ya ikinci gidişimde kaldığım Wyndham Grand Agra kesinlikle harika bir oteldi.)
Tac Mahal’İ ilk kez göreceğim anı, Antalya’dan yola ilk çıktığımdan beri gittikçe artan bir heyecanla bekliyordum. Hatta aracımız Agra’ya girerken “Acaba uzaklardan Tac Mahal’i görebilir miyim?” diye etrafa daha bir dikkatle baktığımı anımsıyorum. Saatlerdir arka koltuğunda oturduğum Tata otelimizin de yer aldığı caddeye dönerken, “Taj Road” tabelasını görüp iyice dikkat kesilmiştim; belki iki ağaç veya binanın arasından Tac Mahal’ın kubbesini ya da minarelerinden birini yakalarım diye. Otele yerleşirken Resepsiyondaki görevli çatı katındaki Restorandan Tac Mahal’i görebileceğimizi söylediğinde nasıl da mutlu olmuştum; Tac Mahal'in gece manzarasını da görebilecektim. Fakat maalesef saatler sonra yeniden geldiğimiz otelin restoranında bizi bekleyen Tac Mahal'in gece manzarası yerine sisli ve karanlık bir geceydi...
Hızlı check-in sonrası rehberimiz Singh’le resepsiyonda buluştuk. Bembeyaz dişleri, siyah gür ve yağlı saçları ve yüzüne adeta yapışmış gülümsemesi ile sokaklarda karşılaşabileceğiniz yüzbinlerce Hintli erkekle Singh’in tek farkı biraz tombul olmasıydı. Kısa bilgilendirmenin ardından hemen Tata’yla düştük yola; sonunda Tac Mahal’i göreceğim.
Kısa bir yolculuğun ardından araç değiştireceğimiz noktaya ulaştık. Benzin veya dizel motorlu araçlarla Tac Mahal’e ancak belirli bir mesafeye kadar yaklaşabiliyorsunuz. Bu araçların egzozlarından çıkan duman Tac Mahal’in beyaz mermerlerine zarar verebileceğinden girişe kadar olan yaklaşık bir kilometrelik yolu farklı araçlarla gidiyorsunuz; elektrikle çalışan minibüsler, Tonga denilen bildiğimiz faytonlar ve Rickshaw’lar. Ya da yürüyebilirsiniz... Ardınan küçük bir meydana ulaşıyorsunuz. Meydanda, hemen tüm Hindistan'da olduğu gibi, bir sürü sokak satıcısı turist olduğunuzu anlar anlamaz size doğru yöneliyor ve satmaya çalıştıkları kitap, kartpostal, hediyelik eşya gibi şeyleri size gösterirken diğer bir yandan da “Sir” diye başlayıp, hep bir ağızdan konuştuklarından gerisini anlayamadığınız bir sürü şey söylüyorlar.
Seyyar satıcı ordusunu yarıp ana giriş kapısı olan Batı Kapısına (Western Gate) ulaştık. Tac Mahal’e giriş turistler için 750 Rupi yani bugünlerde yaklaşık 13 USD. (Hint vatandaşları için ise sadece 20). Fotoğraf makineniz için ekstra bir ödeme yapmanız gerekmiyor fakat kameranız varsa 25 Rupi daha ödemelisiniz. Küçük el çantası veya fotoğraf makinesi çantalarını içeri sokabilirsiniz fakat sırt çantalarını ya da benimki gibi kocaman sırt çantası tarzı fotoğraf makinesi çantalarını dışarıda bırakmalısınız. Tripod da yasak, ancak profesyonel fotoğrafçılar için farklı bir ücret tarifesi mevcutmuş, o zaman ekipmanlarınızı da sokmanız mümkün olabiliyormuş ama merak edip de ne kadar diye sormadım açıkçası…
Bilet satın alıp, x-ray cihazından geçtikten sonra büyükçe bir avluya giriyorsunuz. Bir zamanlar kervansaray ve pazar olan ve Taj Ganji denilen bu alanın bir bir köşesinde, biraz önce avluya girdiğimiz kapının sağında Tac Mahal’in ana giriş kapısı Darwaza-i Rauza yani Büyük Kapı var. İşte bu yaklaşık 30 metre yüksekliğinde, kumtaşından yapılma yapının içindeki yüksek kubbeli karanlık koridorda ilk kez Tac Mahal'i gördüm...
Henüz tünelden çıkmadan, ya da çıkar çıkmaz o noktada Tac Mahal karşınızda, hemen önünüzdeki havuzlu bahçenin bitiminde öylece dururken bir süre durup o anın tadını çıkarmak istiyorsunuz. Ama ne mümkün! Etrafınız o kadar kalabalık ki… Doğal olarak Tac Mahal’i ilk kez gören herkes, benim gibi önce karşısındaki muhteşem manzaranın bir an olsun tadını çıkarmak, ardından da fotoğraf makinesine davranıp hayalini kurduğu kareyi çekmek istiyor. Fakat arkanızdan gelen kalabalık, Tac Mahal’i ve havuzlu bahçesi Charbah’ı fotoğraflamak isteyenler, manzaranın önünde fotoğraf çektirmek isteyenler, profesyonel rehber olduklarını iddia ederek size hizmetlerini önerenler, satıcılar ve başkaları arasında o malum resmi çekmek pek olası değil. National Geographic benzeri dergilerde veya profesyonel fotoğrafçıların sitelerindekiler gibi sadece Tac Mahal'i gösteren kare çekmek istiyorsanız sabah erkenden gitmeli, içeri ilk girenlerden biri olmalısınız. Eğer ilk giren birkaç kişiden biri değilseniz şansınıza küsün, mutlaka fotoğrafınıza bir sürü insan konuk olacaktır… (Bu arada Tac Mahal, Cuma hariç her gün 08:00 ve 17:00 saatleri arasında açık. Eğer beyaz mermer ve üzerindeki taşlardan ay ışığının yansımasını görmek isterseniz akşamları da 20:30 ve 00:30 arasında yine 750 Rupi karşılığında Tac Mahal'i ziyaret edebilirsiniz.)
Ayrıca Tac Mahal’in havuzlardaki meşhur yansıma karesini çekmek için de erken saatleri seçmeli. Gün ilerledikçe suyun yansıtma potansiyeli de azalıyor. Fotoğraf meraklıları için küçük bir not; sabah henüz gün doğarken bir kare yakalamak istiyorsanız eğer Tac Mahal’i Yamuna nehrinin diğer tarafından fotoğraflayın derim.
Daha ilk bakışta size Shah Jahan’ın veya yapının Mimarının simetri takıntısı konusunda fikir veren bahçenin bir köşesinde, rehberimiz Singh bize yapının öyküsünü anlatıyor. Hatırımda o günden kalan tek bir ayrıntı var; Singh, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bölgenin sömürgeci İngiliz Valisinin, Avrupa’daki savaşa ekonomik destek sağlamak için Tac Mahal’in mermerlerini söküp satmaya yeltendiğini söylüyor. Allahtan aklıselim birileri çıkıp Vali’ye engel oluyorlar. İşte tam bu sırada, refleks olarak İngilizler için “Bastards” diyorum... Singh dönüp öyle bir bakıyor ki eğer müşteri olmasam ya da günün sonunda benden bir bahşiş beklentisi olmasa oracıkta suratıma bir tokat atacak. Bağımsızlığı için savaşmış, asla sömürge olmamış bir ulusun bireyi olarak, ülkesini yıllarca sömüren İngilizlere karşı olan bu hayranlığı anlamam mümkün değil tabii ki. Fakat Singh iki gün sonra, sabah Fatehpur Sikri’ye doğru giderken tatlıya olan zaafımdan yararlanıp bastards'ın öcünü alıyor. Yolda bana Guru’suna hediye olarak götürdüğü tatlıdan ikram ediyor. Lokum görünümlü tatlıdan irice bir parçayı alıp tüm pisboğazlığımla tamamını ağzıma atıyorum. Atmamla birlikte yaptığım hatayı anlıyorum ama iş işten geçmiş oluyor. Ağzımdaki kocaman lokma kalitesiz tereyağına bulanmış pişmaniye tadında. Zor da olsa çiğneyip yutuyorum. Bastards'ın öcü tüm gün ağzımdaki ne yersem içersem geçmeyen iğrenç bir tat ve mide yanması oluyor…
İki mermer su kanalının oluşturduğu iki cetvelle dört eşit parçaya bölünen bahçenin her bir parçası da kendi içinde dörder parçalık alanlara ayrılmış. Simetri takıntısı dışında bir de 4 ve katları takıntısı göze çarpıyor… Tac Mahal’in kendisi, yani Mumtaz Mahal ve Shah Jahan’ın kabirlerinin olduğu yapı, Charbah denilen bu bahçenin sonundaki beyaz platformun üzerinde yer alıyor. Platforma ayakkabılarınızla çıkamıyorsunuz. Rehberinizin çoktan elinize tutuşturduğu kumaş galoşları giyerken, ayakkabılarınıza gözcülük etmek üzere Rehberimizin bir arkadaşı ortaya çıkıveriyor; Tabii ki birkaç Rupi karşılığında...
Platformun üzerinde olanca heybetiyle duran bembeyaz Tac Mahal’in her iki yanında birbirinin aynısı, kumtaşından yapılma birer yapı daha var. Bu yapılardan batıda olanı bir cami, doğuda olanı ise, adı “cevap”anlamına gelen Jawab. Büyük olasılıkla tek amacı simetriyi korumak olan Jawab’ın konukevi olarak hizmet verdiği düşünülüyormuş
Köşelerindeki dört minare ile çevrilmiş asıl mozoleyi anlatmaya çalışmak ise boşa çaba. Hem zaten bu muhteşem yapının fotoğrafını görmeyen kalmış mıdır? Belki birkaç ilginç olabilecek bilgi verilebilir; Yapının mermerleri Hindistan dışında Çin, Tibet, Afganistan, Sri Lanka ve Arabistan’dan getirilmiş. Duvarlardaki süslemelerde zümrüt, sedef, akik gibi 28 kadar farklı tipte değerli ve yarı değerli taş süslemelerde kullanılmış. Yapının üzerinde mermerin içerisine gömülmüş yeşim taşıyla yazılmış Kuran’dan ayetler var. Duvarlardaki pek çok değerli taş ve Lapis Lazuli (Lacivert Taş) isimli yarı değerli taşların neredeyse tamamı 1857’deki Hint Ayaklanması sırasında İngilizler tarafından sökülmüş. (Bastards demiştim, değil mi?)
İçeriye girdiğinizde tam ortada kubbenin tam altında Mumtaz Mahal’in mozolesi var. Hemen yanında da Tüm Tac Mahal içerisinde simetriyi bozan tek şey Shah Jahan’ın mozolesi. Fakat bu katta gördükleriniz gerçek mozoleleri değil. Gerçek mozoleler ise ziyaret edemeyeceğiniz bir alt katta. Aşağıdaki Mumtaz Mahal’in gerçek mozolesi üzerinde Allah’ın 99 isminin (Esma-ül Hüsna) kaligrafisi varmış…
Platform’un hemen arkası da Yamuna nehri. Uzaklardan Agra kalesini de görebiliyorsunuz, Shah Jahan’ın yaşamının son yıllarında hapis hayatı sürdüğü odasının küçük penceresinden Tac Mahal’i gördüğü gibi…
Oscar'lı Slumdug Millionare filminde Jamal ve Kardeşi Salim bir süre trenlerde takılırlar; ufak tefek şeyler satarak, ya da çalarak. Bir gün işler ters gider, yolculardan birinin yiyeceklerini çalarken yakalanıp, arbede sırasında vagondan düşerler. Tozun toprağın içerisinde yuvarlanırlar. Düştükleri yerde, toz bulutu ortadan kalktığında karşılarında Tac Mahal’in aşağıdaki manzarası vardır.
Jamal kardeşi Salim’e dönüp; “Burası cennet mi?” der.
Jamal’ın, ancak cennette olabileceğini düşündüğü Tac Mahal; Tarih boyunca Aşk adına inşa edilmiş en büyük eser, Dünyanın Yeni Yedi Harikasından biri ve tüm Hindistan’da en çok ziyaret edilen mekândır. Tac Mahal’i ilk gördüğünüzde en az Jamal kadar etkileniyorsunuz gerçekten.
Hindistan’ın Agra şehrindeki Tac Mahal, ülkenin kutsal nehirlerinden Yamuna boyunca yer alır. Güneş doğarken nehrin diğer tarafından Tac Mahal’i izlemek ve fotoğraflarını çekebilmek büyük bir keyifti gerçekten. Ne yalan söyleyeyim ilk gidişimde Rehberimiz laf arasında “Tac'ın üzerinden güneşin doğuşunu izlemelisiniz” demeseydi bu olağanüstü deneyimi kaçırabilirdim.
Gün doğmadan, Agra’lılar yeni bir güne uyanırken Tata’mızla düştük yola. Yamuna üzerindeki eski çelik köprüden geçtik. (Bu arada sabahın oldukça erken saatleri olmasına rağmen trafiğin yoğun olduğu bu eski köprüden geçmek farklı, biraz da ürkütücü bir deneyimdi.
Ana caddelerden ayrılıp, maymunların kimseleri takmadan dolaştığı sokakları da geçip nehrin kıyısına vardığımızda şafak söküyordu. Bir Hindistan klasiği, nehir kenarında çömelip hacetini gideren Agra sakinlerinin yanından geçtiğimizde muhteşem bir görüntü bekliyordu bizleri.
Hindistan’a ilk gittiğimde o zamanki kompakt makinemle Tac Mahal’in sudaki yansımasıyla birlikte hiç de fena sayılamayacak bir fotoğrafını çekmiştim. Agra’ya ikinci gidişimde aynı kareyi, bir kez daha şu anda kullandığım DSLR ile yakalamak için bir sürü plan yaptım. Sabah erkenden kalktım, şoförümüze ve rehberimize nereye gitmek istediğim anlattım, hatta onların tercih ettiği değil de benim istediğim yere gitmek için direndim. Sonunda yine erkenden Yamuna Nehrinin diğer tarafında Tac Mahal’i karşıdan gören en iyi noktayı bulduğumda gördüğüm kurumuş bir nehirdi. Tac Mahal’in sudaki yansımasını çekme hayalim de nehrin suyu gibi yok olmuştu…
Ziyaret anıları ve fotoğraf tüyolarının ardından biraz da Tac Mahal’in inşasına sebep olan dillere destan aşktan söz etmeli.
Daha sonra Babür Hükümdarı olup Shah Jahan (Şah Cihan) adını alacak olan Prens Khurram ile tüm dünyanın uğruna inşa edilen Tac Mahal sayesinde sonradan aldığı Mumtaz Mahal ismini daima hatırlayacağı Arjumand Banu Begüm bir efsaneye göre Meena isimli küçük bir Pazar yerinde karşılaşmışlar. Hatta bir diğer efsaneye göre ise Khurram âşık olduğunda Arjumand Banu evliymiş ve Khurram kocasını öldürtmüş…
Fakat basit bir Google araştırması yaptığınızda bile daha mantıklı bir tanışma öyküsüyle karşılaşıyorsunuz. Bu versiyona göre; Arjumand Banu Begum soylu bir Pers ailesinden geliyor. Babası Babür Sarayında önemli bir şahsiyet ve Başbakanlığa kadar yükselmiş. Halası Nur Jahan ise Prens Khurram'ın babası Cihangir’in karısı, yani imparatoriçe ve döneminin en güçlü ve etkili kadını olduğu düşünülen Nur Jahan. Tarihçilere göre de bu evliliği ayarlayan kişi Nur Jahan.
Neyse biz yine de birinci ve daha romantik olan pazarda karşılaşma öyküsünü kabullenelim. Khurram ve Arjumand Banu beş yıl nişanlı kaldıktan sonra ancak 1612 yılında evlenmişler. Bu kadar uzun süre nişanlı kalmalarının nedeni ise saray astrologlarının onlar için uygun gördükleri tarihi beklemeleri. Astrologlar mutlu bir evlilik için en uygun günü belirlemişler. Fakat bu beş yıllık dönemde Khurram pek de beklememiş. Aile içerisindeki birtakım anlaşmazlıkları ve politik bazı sorunları çözebilmek için iki evlilik yapmış. Ama hakkını yemeyelim; Khurram'ın her iki eşinden birer çocuğu olsa da Tarihçilere göre bu evlilikleri sadece görünürde kalmış. Khurram’ın Arjumand Banu’ya gösterdiği ilgi, samimiyet ve derin bağlılık, diğer eşlerinde kıyasla binlerce kat daha fazlaymış…
Babür İmparatorluğunda güç, babadan en büyük oğula doğrudan devredilmeyip taht için oğulların askeri başarılarıyla kendilerini ispat etmeleri gerektiğinden Prens Khurram’ın da tahtı ele geçirmesi pek kolay olmamış. En sonunda 1628 yılında Shah Jahan (Şah-ı Cihan; Dünyanın Şahı) adını alarak Babür İmparatorluğu tahtına çıkmış. Tahta çıktıktan sonra da eşine Mumtaz Mahal adını vermiş; yani Sarayın Seçilmiş Olanı. (Bu arada küçük bir tarihi not; Shah Jahan da olası taht mücadelelerine son vermek için imparator olur olmaz kardeşlerini öldürtmüş. Bizim “Devletin bekası için kardeş katli vaciptir” yasası Fatih’le başladığına göre büyük ihtimal Osmanlı’dan esinlenmiş...)
Evliliklerinin ardından büyük aşkla sevdiği eşi Mumtaz, Shah Jahan için sadece bir eş olmakla kalmamış. Oldukça zeki bir kadın olan Mumtaz, zaman içerisinde Shah Jahan'ın önemli politik danışmanı haline gelmiş. Seferlerde bile sürekli yanında yer almış, ülke meselelerinde fikirlerine danışılmış ve hatta bir dönem İmparatorluk Mührü’nü bile taşımış. Hakkında okuduklarımdan anladığım kadarıyla, bizim Hürrem’den pek de aşağı kalır yanı yokmuş yani. Evlendikten hemen sonra, Mumtaz, Shah Jahan'dan diğer eşlerinden çocuk sahibi olmamasını istemiş. Shah Jahan’da bu isteğini yerine getirmiş tabii ki. Mumtaz Mahal de diğer eşlerinden çocuk sahibi olmasını istemediği Shah Jahan için, 19 yıllık evlilikleri boyunca, açığı kapatmak için olsa gerek, yedisi doğumları sırasında veya çok küçük yaşta ölen on dört çocuk doğurmuş…
Ne yazık ki tarih boyunca insanoğlunun yaşayarak öğrendiği bir şey var; tüm tatlı zevkler veya güzel şeyler genellikle acıyla sonlanır. İşte Mumtaz Mahal de, 14. çocuğuna üstelik de dokuz aylık hamileyken, bir isyanı bastırmak için Burhanpur'a giden eşine eşlik eder. Eşinin yanında seferdeyken doğum başlar ve maalesef -tarihçilerin yazdığına göre- doğum sonrası kanama nedeniyle 1631 yılında ölür.
Büyük aşkını beklenmedik bir şekilde kaybeden Shah Jahan adeta hayata küsmüş. Bir yıl, bazı kaynaklara göre iki yıl kadar ortalarda görünmeyip yas tutmuş. Sonunda en büyük kızı Jahanara Begum, Shah Jahan’ı, yasını sonlandırıp yeniden taht ile ilgilenmeye ikna etmiş. Tarihçilerin yazdığına göre Shah Jahan geri döndüğünde saçları ve sakalı beyaz, vücudu hafif öne doğru eğri ve yüzünde de derin kırışıklıklar varmış. (Yani; Tüm Tac Mahal masallarında anlatılan; Shah Jahan'ın saçları ve sakalları bir gecede bembeyaz olmuş kısmı hafif bir abartı…)
Eşinin ölümünden bir zaman sonra, Shah Jahan sevdiği kadın anısına dünyanın gelmiş geçmiş en güzel eserini yaptırmaya girişir. Çünkü bir rivayete göre ölüm döşeğindeki eşi Mümtaz Mahal’e iki söz verir; asla yeniden evlenmeyecektir ve eşi için benzeri olmayan bir kabir inşa ettirecektir.
1632 yılında inşaat başlar. Sanılanın aksine Tac Mahal’in tek bir mimarı olmamış. Genelde, Osmanlıdan oldukları için “benimsediğimizden” isimleri geçen İsmail Efendi (İsmail Khan) ve İranlı Ustad İsa (İsa Efendi) –ki Mimar Sinan’ın öğrencisidir- Tac Mahal’in inşasında ismi geçen 7-8 kişiden sadece ikisi. Kayıtlara göre Shah Jahan’ın idaresinde bir Mimarlar ekibi varmış. Bu ekibin başında olup da genellikle ismi Tac Mahal’in tasarımını yapan kişi olarak geçen kişi ise İranlı Ustad Ahmat Lahauri. Ayrıca Buhara’dan heykeltıraşlar (Bugünkü Özbekistan), Suriye ve İran’dan hattatlar, Güney Hindistan’dan kakmacılar gibi çok farklı yerlerden gelenlerin oluşturduğu yaratıcı bir ana ekip de varmış.
İnşasında yaklaşık 20 bin işçinin çalıştığı Tac Mahal 22 yılın ardından 1653 yılı ortalarında tamamlanmış. Bu arada pek çok yerde geçen bir bilgi var ki bence tümüyle uydurma; Hikâyeye göre Tac Mahal’in inşaatı sona erdiğinde, Shah Jahan bu kadar güzel bir eser daha yapamasınlar diye mimarın ve bazı çalışanların ellerini kestirmiş. Bu hikayenin uydurma olduğunu düşünmemdeki ilk neden Tac Mahal’in bölümler halinde inşa edilmesi ve neredeyse her bir bölümün farklı bir mimar tarafından tasarlanmış olması. Eğer bu “ellerin kesilmesi” hikâyesi doğru olsaydı inşaatın sürdüğü 22 yıl boyunca Shah Jahan, büyük olasılıkla her 4-5 yılda bir bu işi tekrarlamak zorunda kalırdı. Diğer bir neden de Shah Jahan’ın gerçekleştiremediği hayali; Tac Mahal’in birebir fakat siyah mermerden kopyasını Yamuna nehrinin diğer tarafına kendisi için inşa ettirmek. Yani özellikle mimarların ellerini kestirmek pek akıllıca olmazdı…
Aslında Tac Mahal’in maliyeti de yukarıda söz ettiğim ellerin kesilmesi efsanesinin doğru olmadığının bir diğer kanıtı olabilir. Bunu nasıl hesaplamışlar bilmiyorum ama Tac Mahal’in maliyeti bugünün koşullarında 200 Milyon Dolardan fazlaymış. Yani bu kadar pahalı bir eseri bir kez daha inşa etme ihtimalleri var mı ki sırf buna engel olmak için yaratıcılarının ellerini kessinler, değil mi?
Şaka bir yana; işte bu maliyet nedeniyle büyük aşkı Mumtaz Mahal’e muhteşem bir kabir inşa etmek uğruna İmparatorluk hazinesini neredeyse tüketen Shah Jahan, üzerine bir de ülke yönetimine olan ilgisini kaybedince oğullarının tepkisini çekmeye başlamış. Ardından 1658 yılında hastalanınca da oğulları arasında bir taht kavgası başlamış. Bu kavganın galibi oğlu Aurangzeb, iyileşmesine rağmen babası Shah Jahan’ı Babür Tahtından uzaklaştırmakla kalmayıp Agra Kalesinde hapsetmiş. Efsaneye göre Shah Jahan 1666 yılında ölene dek Tac Mahal’i ancak Agra Kalesindeki odasının küçük penceresinden görebilmiş…
Shah Jahan’ın ölümünün ardından, Agra kalesindeki tutsaklık yılları boyunca yanında olan ilk kızı Janahara Begüm Sahib, babası için büyük bir cenaze töreni planladıysa da Aurangzeb buna karşı çıkmış. Cihan Şahı'nın cenazesi basit, sandal ağacından bir tabut ile Yamuna nehrinin karşısına geçirilerek sevgili eşi Mümtaz Mahal’ın yanına gömülmüş ve Tac Mahal’deki simetriyi bozan tek şey maalesef Shah Jahan’ın kendisi olmuş...
Tac Mahal hakkında pek çok şey söyleyebilirsiniz;
Sözgelimi hemen herkes gibi; hayranlıkla Aşk adına tarih boyunca yapılmış en muhteşem eser diyebilirsiniz. Olaya esprili yaklaşır, ilk Hindistan’a gittiğimde satın aldığım tişörtün üzerinde yazdığı gibi "Greatest erection of a man for a woman” dersiniz; yani "Bir erkeğin bir kadın için en büyük ereksiyonu". Eleştirel gözle yaklaşıp; “Aslında o kadar da muhteşem değil, turistik amaçlarla abartılıyor, hem bizim Ayasofya, Tac Mahal’den neredeyse bin yıldan fazla bir zaman önce üstelik de sadece beş yılda inşa edilmiş” diyebilirsiniz. Veya Shantaram kitabındaki karakterlerden Didier gibi iyice alaycı yaklaşıp sadece “Su akıtıyor” der geçersiniz. Hatta P. N. Oak isimli bir araştırmacının söylediklerine bile inanabilirsiniz. Bu Hindu yazarın iddiasına göre Tac Mahal gerçek ismi Tejomahalay olan eski bir Hindu tapınağıymış… (Merak edecek olursanız link’teki sitede bu saçma iddia konusunda bir sürü bilgi var).
Evet, Tac Mahal hakkında pek çok şey söyleyebilirsiniz. Ama benim naçizane fikrim kesinlikle önce gidip görmeniz. Darwaza-i Rauza yani Büyük Kapı’daki tünelden çıkıp hemen önünüzdeki havuzlu bahçe ve tam karşınızdaki Tac Mahal’i kendi gözlerinizle gördüğünüz o büyülü anı yaşamanızı mutlaka öneririm.
Dilerim bir gün yolunuz Agra’ya düşer.
Çağlar Erözgen
(www.erozgen.blogspot.com'da yazdığım yazıdan ufak tefek değişikliklerle buraya aktarılmıştır)