Hazreti İsa’nın son akşam yemeğinde kullandığı Kutsal Kase’nin peşindeki dört atlı, kızıl kayalarla çevrili, giderek daralan derin bir kanyonda yol alırlar. Kanyonunun sonuna geldiklerinde karşılarına muhteşem bir görüntü çıkar: Kayalara oyulmuş dev bir yapı. Bir anda her birinin yüzünde şaşkınlık ve hayranlık belirir. Adeta büyülenmişlerdir.
Sahneyi hatırladınız değil mi? Hatırlamadıysanız işte burada
İşte yıllar önce bir sinema perdesinde El Hazne’yi ilk kez gördüğümde büyük olasılıkla benim de yüzümde aynı ifade vardı. Dört Atlı; Indiana Jones, Baba Profesör Jones -ki kendilerini büyük Aktör Sean Connery canlandırmıştı-, dostları Marcus Brody ve Sallah’ın yüzlerindeki o şaşkınlık ve hayranlık.
Her ne kadar Indiana Jones Son Macera (Indiana Jones, and the Last Crusade, 1989) filmindeki o görüntüler İskenderun yakınlarındaymış gibi anlatılıyor olsa da, gerçekte o sahnenin Ürdün’deki Petra’da çekildiğini öğrendiğimde kararımı vermiştim. Bir gün mutlaka El Hazne’yi kendi gözlerimle görecektim...
Petra’yı geçen ay Türk Hava Yolları ve Gezimanya’nın davetlisi olarak gittiğim Ürdün’de “kendi gözlerimle” gördüm. Yoksa göreceli olarak kolay gidilebilen yakınları, “nasıl olsa giderim” diyerek erteleme alışkanlığım nedeniyle Petra’yı görmem daha bayağı bir zaman alırdı.
İşte bu yüzden Ürdün seyahatimin ikinci günü akşamı Akabe’den Petra’ya giden o otobüsün içinde ne kadar heyecanlı olduğumu tahmin edersiniz.
Petra, Akabe’ye 100 kilometre kadar mesafedeki Wadi Musa şehrinin hemen yanında. Oysa ben Petra’yı hep çölün ortasında, insanlardan uzakta hayal etmiştim. Neden bilmiyorum; belki de yüzyıllarca bir kayıp şehri olarak kalmasının Petra ismine iliştirdiği gizem nedeniyledir. Bu yüzden o akşam vardığımız tepeler üzerine kurulu “renksiz” şehir şaşırttı beni. Hatta şehrin isminin Petra olduğunu sanmıştım. -Cehalet işte!- Oysa 25 bin nüfuslu Wadi Musa’nın ismi de çok özel.
Çok özel dedim çünkü; rivayete göre Hazreti Musa’ya inananlar bir gün çölde susuz kalmışlar ve Peygamberlerinden su istemişler. Hz. Musa da asasını büyük bir kayaya vurmuş ve bir anda kayanın on iki yerinden fıskiye gibi sular fışkırmaya başlamış. İşte bu şehir tam da buraya kurulmuş. İsmi de Musa'nın Vadisi anlamına geliyor zaten.
Musa’nın asasıyla vurduğu kayadan bugün hala su çıkıyor. Ain Musa yani Musa’nın Suyu isimli kaynak şehrin hemen Amman çıkışındaymış...
Wadi Musa’da akşam yemeğini yedikten sonra doğrudan Petra’ya gidiyoruz. Petra by Night için.
Petra by Night haftanın üç gecesi, Pazartesi, Çarşamba ve Perşembeleri düzenlenen "birazcık" turistik bir etkinlik.
Petra kentine giden, kayaların arasında giderek daralıp en sonunda El Hazne’nin karşınızda belirdiği yaklaşık 1,5 kilometrelik kanyonun (ki ismi El Siq) iki yanına içerisinde mumlar olan fenerler diziliyor. Şehrin ışıklarını geride bırakıp gittikçe daha da karanlıklaşan Siq’de, yolun iki yanındaki mumların zayıf ışığında yürüyerek El Hazne’ye varıyorsunuz. El Hazne’nin karşınıza tüm haşmetiyle durduğu o alan ise yine onlarca mum ışığından fenerle süslenmiş.
Burada yere serili halıların üzerine oturup, size ikram edilen "aşırı" şekerli çayınızı içiyorsunuz. Ürdün’deki tüm çaylar gibi bu da aşırı şekerli. Önce görevlilerin uyarısıyla olabildiğince sessizlik sağlanıyor. Sonra bir Bedevi müzisyen flüt çalıyor, bir diğeri Rababa. Ardından fonda bir koyun sürüsü ve atlıların seslerini duyuyorsunuz. Son olarak da Carl Orf’un Carmina Burana’sı eşliğinde yanıp sönen farklı renklerdeki ışıkların aydınlattığı muhteşem El Hazne’yi seyrediyorsunuz.
Karanlıkta yürümesi zor, yerde oturmak pek rahat değil, koyun sürüsü seslerini duyan bir köpeğin nereden geldiğini anlamadığı seslere havlaması konukları program dışı eğlendiriyor ama yine de Petra by Night görmeye değer.
Fakat seçme şansım olsaydı eğer El Hazne’yi önce gündüz gözüyle görmeyi tercih ederdim. Hep o şekilde hayal ettiğimden sanırım...
Ertesi sabah hava soğuk puslu ve yağmurlu. Fotoğraf çeken herkesin kabusu yani...
Konakladığımız Marriott Petra Hotel'in hemen arkasındaki derin vadiyi kaplayan sise bakarken moralim bozuluyor. Yağmur yağacak olursa Petra'ya gidemeyebiliriz, gitsek bile fotoğraf çekemeyebilirim.
Günün ilk yarısı THY ile Petra Authority (Petra’yı Geliştirme ve Turizm Bölgesi Müdürlüğü, Petra Development and Region Tourism Authority - PDRTA) arasında imzalanacak olan Ortaklık Anlaşmasıyla geçti. Önce Wadi Musa’yı tepeden gören bir tesiste kokteyl ve basın toplantısı vardı ardından da Petra girişindeki Visitor Center’da imzalar atıldı.
Bu anlaşmaya göre Ürdün’e Türk Hava Yolları ile uçanlar Boarding kartlarını göstererek Petra Antik Kenti'ne girişte yüzde 15 indirimli bilet alabilecekler. Bu yüzde 15’lik indirim size önemsiz gibi gelebilir belki ama gelmesin, çünkü Petra’ya giriş ücreti 50 Ürdün Dinarı ki bu da 70 Dolar veya 200 TL’den biraz fazla yapıyor. İnsan en pahalı müzemizin giriş ücreti ne kadar diye merak etmeden yapamıyor?
Basın toplantısının yapıldığı tesisten Visitor Center'a giderken moralim iyice bozulmuştu. Ciddi yağmur başlamıştı çünkü. Petra turu iptal olmuştu bile. Bir yandan da “Ne olursa olsun tek başıma giderim, fotoğraf çekmem ama giderim, hiç mi ıslanmadım ?” diye söyleniyordum.
Petra’nın girişindeki, gişelerin ve hediyelik eşya satan dükkanların bulunduğu alanın bir kösesinde büyük bir Visitor Center var. İçerisinde küçük bir müze, imza töreninin de yapıldığı salon gibi birkaç salon ve bir de sergi salonu var. Girişteki koridorun duvarlarında da Petra’yı ziyaret eden ünlülerin fotoğrafları. Kimler yok ki Prens Charles, Obama da dahil birden çok ABD Başkanı, Sting, Anthony Hopkins, Madonna, Abdullah Gül ve Cumhurbaşkanımız Erdoğan...
Küçük ve kalabalık bir salonda imzaların atılmasını, muhtemelen asık bir suratla beklerken, bir ara açılan kapıdan dışarısını görüyorum; güneş parlıyor. Yağmur dinmiş. Keyfim yerine geliyor. Petra’ya gidebileceğiz.
Binanın dışında Ürdün ordusundan bir bando takımı gösteri yapıyor. Üniformaları ve bando takımındaki gayda, Arabistanlı Lawrence’i anımsatırcasına fazlasıyla İngiliz ama müzikleri eğlenceli...
Hızlıca bir yemeğin ardından toparlanıp, hava hala güzelken "Nebatilerin Kayıp Şehri" Petra’ya giden El Siq’de buluyorum kendimi.
Peki kimdir bu Nebatiler? Tam da yazının bu noktasında biraz Petra Tarihi ve Nebatilerden söz etmeli.
İsa’dan önce 400 ile 106 yılları arasında hüküm süren Nebati Krallığı Yemen’den Şam’a, Irağın batısından Sina Çölüne kadar uzanırmış. Bazı tarihçilere göre tabii ki. Gerçekte Nebatiler hakkında günümüze ulaşan çok fazla bilgi yok çünkü.
Fakat tüm tarihçileri şaşırtan bir gerçek var; İsa’dan bir süre önce göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçen Nebatiler kısa bir süre içinde göz kamaştıran zenginlikte bir şehir kurmuşlar. Öyle ki neredeyse iki bin yıl sonra, bugün bile Petra’nın mühendislik, mimarlık, taş oymacılığı ve sanat alanındaki zenginliklerine hayran olmamak elde değil.
Nebatilerin kendi zamanının en büyük şehirlerinden olan 20 Bin nüfuslu Petra’ya su taşımak için yaptıkları karmaşık sistem de en az şehrin kendisi kadar insanı şaşırtıyor. İnşa ettikleri sarnıç, su kanalları ve havuzlardan oluşan bu sistemle yağmur sularını biriktirerek ve civardaki mevcut kaynaklardan taşıyarak günlük 100 Bin kişiye yetecek kadar su taşırlarmış. Hem de bildiğiniz çöl şartlarında...
Nebatiler ayrıca ticaret konusunda da oldukça ileriymişler.
Biri Batı’dan Asya’ya diğeri de Kuzey ve Güney Arabistan arasındaki döneminin önemli iki ticaret yolu Petra’da kesişiyormuş. Ve bu yollarda tekstil, baharat, değerli metaller, fildişi, tütsü yüklü deve kervanları olurmuş. İşte Nebatiler’de bazen deve sayısı 2500’e kadar çıkan bu kervanlara su, yiyecek ve güvenli bir barınak sağlarlarmış. Tabii ki bu hizmetleri karşılığında da onları çok zengin eden ücretlerini alırlarmış.
Maalesef İsa’dan Önce 106 yılı itibarıyla işler değişmeye başlamış. Nebatiler sessiz sedasız, sınırlarının yakınlarına kadar gelen Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmişler. Başlangıçta pek bir şey değişmemiş ama Romalılar ticaret yollarını Petra’dan uzaklara kaydırınca şehrin önemli gelir kaynağı ortadan kalkmış. Kuzeydeki Palmira (Suriye'de) deniz kıyısında olmasının da verdiği avantajla kervanlar için daha popüler olmuş. Ardından Petra, 363 yılındaki şiddetli depremden etkilenmiş; özellikle de şehre su taşıyan sistem. Para ve daha önemlisi su da olmayınca bir zamanların bu görkemli şehri zaman içerisinde kaybolup gitmiş.
Ta ki 1812 yılına kadar. Petra, o yıl henüz 27 yaşındaki İsviçreli maceraperest ve gezgin Johann Ludwig Burchardt tarafından keşfedilmiş. Keşfedilmiş derken, Avrupalılar tarafından keşfedilmiş tabii ki, bölgedeki Bedevi Kabileleri zaten bu harabeleri biliyorlarmış. Burchart’ın asıl tutkusu Nijer Nehrinin kaynağını bulmakmış. Fakat “Kayıp Şehir” Petra’yı ararken öldürülen başka bir maceraperestten söz edildiğini duymuş ve araştırmasını bu yöne çevirmiş. 1812 yılında Petra’yı keşfettikten sonra Mısır’daki büyük Abu Simbel’i de keşfeden Burchardt erken yaşta dizanteri nedeniyle ölmüş. Maalesef Nijer Nehrinin kaynağına ise hiç ulaşamamış.
Ürdün'de, Petra’nın Kuran’da yok edildiği bildirilen kavimlerden Semud'un yurdu olduğu yönünde yaygın bir kanı varmış, bu yazıyı hazırlarken okudum. Büyük olasılık Nebatiler Hristiyanlığı kabul etmeden önce putperest olduklarından. Sadece buraya bir not olarak düşeyim.
Petra ayrıca Dünyanın Yeni 7 Harikası'ndan da bir tanesi. Her ne kadar tüm dünyadan sıradan internet kullanıcılarının büyük ihtimal birden çok kez oy kullanarak seçtiği ve içinde adaylardan Angkor Wat, Ayasofya veya Alhambra Sarayının olmayıp da Rio’daki Cristo Redentor heykelinin olduğu bir listeye pek saygı duymasam da Petra’nın bu listede olduğunu belirtmeliyim (Ki bence kesinlikle olmalıdır). Ve tabii ki Petra UNESCO'nun Dünya Mirasları'ndan bir tanesi ki buna kesinlikle saygı duyuyorum...
Ve Petra’ya doğru yürümeye başlıyoruz.
Gündüz gözüyle yürümek hem daha kolay hem çok daha keyifli. Manzara olağanüstü çünkü. Olur da yürümek istemezseniz hemen Visitor Center çıkışında fayton veya at kiralayabileceğiniz yerler var. Eğer Indiana Jones benzeri bir deneyim isterseniz...
Yolun ilk bölümünde önce gözünüze çarpan her iki taraftaki kaya mezarları. Bir süre sonra Al Madrasisimli kutsal alana ulaşıyorsunuz. Yolun buraya kadar olan bölümüne Bab es-Siq deniyor; yani Siq’in Kapısı. Ardından da dar bir geçide giriyorsunuz (Siq). Bir kilometreden biraz daha uzun bu kanyon masif kaya kütlelerinin tektonik hareketler sonucu yarılmasıyla oluşmuş. Bazen genişliği 3 metreye kadar daralıyor. Yolu sınırlayan kızıl kayaların yüksekliği de bazı yerlerde 100 metreyi buluyor. Yer yer insanı ürkütüyor...
Kanyonun sonunda ise karşımıza çıkan, Petra denince hemen herkesin gözünün önünde canlanan kayalara oyulmuş El Hazne’nin o muhteşem manzarası. Gündüz gözüyle çok daha güzel.
El Hazne; Hazine demek. İsminin neden hazine olduğu konusunda kesin bir bilgi yok. Bir rivayete göre Bedeviler firavunun hazinesinin burada saklı olduğuna inanırlarmış, o yüzden bu ismi vermişler. Arkeologlar ise VI. Kral Aretas’ın mezarı olduğunu düşünüyorlar. Kayalara oyulmuş yaklaşık 40 metre yüksekliğindeki yapının içi dışarısı kadar görkemli değil. İçeride büyükçe bir oda var sadece. Büyük olasılık THY ve Petra Authority arasındaki ortaklığın şerefine, “ağır” konuklar da Petra’da olacaklarından o gün içeriye girmemize izin verildi. Yoksa normalde yapının içerisine girmek yasak.
El Hazne’nin karşısında fotoğraf çekmeden bir süre görüntünün tadını çıkarıyor, sonra fotoğraf makineme davranıp bir sürü kare çekiyorum. Tam, Tadında Seyahat’ten Gürhan Kara ile birlikte daha ileriye devam edecekken yağmur başlıyor. Makinemi önce ceketime sarıyorum, sonra çantama koyuyorum. Yağmur artıyor ama yine de yürümeye devam ediyoruz.
El Hazne’nin bulunduğu o küçük alan ikinci bir geçitle büyük bir kente açılıyor. Burada bazıları büyük ve gösterişli bazıları ise küçük kaya mezarları ve bir de amfi tiyatro var. Bir iki tane de, olmazsa olmaz hediyelik eşya dükkanı.
Yağmur iyice bastırıyor. Gürhan’la önce birer kayanın altına sığınıyor sonra da dönmeye karar veriyoruz. Su geçirmez Lowepro sırt çantası içinde olmasına rağmen fotoğraf makinemin ve lenslerin ıslanmasından korkuyorum. (Evet bu konuda daha önce başıma geldiğinden oldukça takıntılıyım. Islanan bir Canon’um bir daha iflah olmamıştı)
Yeniden El Hazne’nin bulunduğu alana dönüyoruz. Visitor Center'a kadar faytonla dönmeye karar veriyoruz. Çantam sırılsıklam olmasa geri yürümek sorun değil, hatta keyifli bile olabilir. Bir at arabasına yaklaşıyoruz. Faytoncu hemen "Buyur Abi" der gibi yanımızda bitiyor.
"Ne kadar?" diyorum. 20 Dinar diyor. (Yuh, 80 Liradan daha fazla. Soyguncular diyorum kendi kendime ama yapacak bir şey yok. Sonradan bu 20 Dinar'ın standart fayton ücreti olduğunu öğreniyorum)
"Tamam" diyorum, tam arabaya doğru bir adım atıyorum.
Faytoncu bu kez "Ben o 20 dinarı doğrudan devlete veriyorum. Bilet keseceğim" diyor bir yandan da elindeki biletleri göstererek.
"Benim bahşişim ne olacak?" diye soruyor.
"Sadece 22 Dinarım var" diyorum, "Başka param yok" (Ki gerçekten başka Dinarım yok)
Biraz suratı asılıyor. "Hadi geçin" diyor.
Tam bineceğiz, birileri "Çağlar Bey, Çağlar Bey" diye sesleniyorlar. Biraz ileride grubun kalanı yanlarında İstanbul'dan bu yana bize eşlik eden THY’dan Metin Bey (Metin Aytek) ile birlikte bir kayanın altına sığınmışlar. Metin Bey "Binmeyin, araç ayarlıyoruz" diyor. 2 Dinar bahşişi beğenmeyen arabacı iyice bozuluyor...
Gürhan’la birlikte gruba katılıyoruz. THY yetkililerinin ayarladığı 3 araçla biraz önce Petra’nın yağmur nedeniyle gidemediğimiz bölümlerinden geçiyoruz. Hatta yağmur izin verdikçe durup şöyle bir etrafa bakıyor, birkaç fotoğraf bile çekiyoruz. Kısacık da olsa gördüklerimden sonra bir daha yolum düşerse Petra'ya bir tam gün ayırmalıyım diye düşünüyorum.
Araçlar antik kentin sınırında bizi bir kamyonun arkasına bindiriyor, sağa sola sallanarak fakat harika manzaralar eşliğinde Wadi Musa’ya dönüyoruz.
...
Wadi Musa’da bir kafede bir kahve içtikten sonra Metin Bey sayesinde cebimde kalan malum 22 Dinar’ımı Visitor Center’daki hediyelik eşya dükkanlarında harcadım, otele döndük. Otelden ayrıldık, akşam yemeği için çölde otantik bir Bedevi Restoranına gittik. Yemekler ve tatlılar her zamanki gibi güzel, yemek sonrası çay tabii ki bol şekerliydi. Ardından Akabe’ye doğrudan havalimanına ve oradan da İstanbul’a geçtik...
Ürdün yakın, güvenli, insanları sıcak, Wadi Rum ve Petra ise inanılmaz. Eğer dalmaya meraklıysanız Akabe’de geçireceğiniz 1-2 gün de çok keyifli olabilir. Fırsatı yaratıp gidin derim.
Ve son olarak Teşekkürler THY ve Gezimanya!
Not: Daha bol fotoğraflı hali her zamanki gibi www.erozgen.blogspot.com'da...