Petraile tanışmama televizyonda seyrettiğim bir belgesel vesile olmuştu. Aman yarabbi o ne ihtişam, o ne işçilik, o ne tabiat. İzlediklerim ile yetinmeyip biraz araştırıp okumuş, resimlerine bakmış ve nefsimi bir parça köreltmiştim. Hafızamda arka plana itilmiş, kenarda köşede beklerken bir gün üstünde çalıştığımız rotanın içinde Petra’yı görünce, burayı bizzat görme ve buraya motorum ile gitme fikri tüm rotadan daha ağır bastı.
Petra, Ürdün’de Lut Gölü (Aslında sadece biz Lut Gölü diyoruz, dünya bu gölü Dead Sea olarak biliyor) ile Akabe Körfezi arasında yer alan antik kenttir. Kent M.Ö. 400 ile M.S. 106 yılları arasında Nebatilere (Suriye ve Arabistan arasında yaşamış, Arabistan kervan yollarını ele geçirerek büyük bir krallık kurmuş, Romalılar tarafından egemenliklerine son verilmiş millettir.) başkentlik yapmıştır. Roma İmparatorluğu tarafından işgal edilene kadar başkent olarak varlığını sürdürmüştür. M.S. 400 yıllarından sonra deprem ve ekonomik sıkıntılardan dolayı kent gözden düşmüş ve zaman içinde unutulmuştur. 1812 yılında Petra’yı, Şam üzerinden Mısır’a giden İsviçreli seyyah Johan Burckhardt duyduğu bir efsanenin peşine takılmasıyla keşfetmiş, yüzlerce yıl süren uykusundan uyandırmıştır.
Haçlı Seferleri’nin ardından tarihin derinliklerine gömülen ve unutulan Petra Burckhardt tarafından yeniden keşfinden sonra arkeologların başlıca çalışma alanları içerisinde yer aldı. Kayıtlara göre milattan önce 4. yüzyılda bütün Mezopotamya’yı tehdit eden Perslerden kaçan Nebatiler, ulaşılması çok zor olan Musa Vadisi’ne sığınırlar. Çöl düzlüğünün ve uçsuz bucaksızlığının içinde yer yer kayalara oyulmuş, bazen o kayaların aralarına dolanmış, taştan bir şehir inşa ederler. Ölü Deniz’in 80 km güneyinde, Arap çölünün kenarındaki bu şehrin anfi tiyatrosu, tapınakları, sarayları ve mezarları vardır ki bunların tamamı kaya bloklarının oyulması suretiyle inşa edilmiştir. Putperestlikleri ile bilinen Nebatiler tanrıları Duşara için dev tapınaklar inşa etmişlerdi. Bu antik kentin dünyaca bilinen yüzü ise 30 metre eninde, 43 metre yüksekliğindeki Al-Khazneh’tir. Burası kimileri tarafından önemli bir Nebati kralının mezarı olarak düşünülürken, başka bir görüş burasının bir tapınak olduğu fikrini savunuyor. Burası aldığımız broşürde “Treasury“ (El Hazne hazine binası demek. Nebatiler zamanında hazine binası olarak kullanılmamasına rağmen buranın isminin El Hazne olarak anılma sebebi, haramilerin çaldıklarını burada saklamalarından dolayıymış.) olarak da lanse edilmiş. Burası zamanında ne olursa olsun inanılmaz bir yapı. Ürdün’de birçok otel ve turistik yerdeki posterlerde bu yapı sergileniyor. Bu yapı Ürdün’ün turistik yüzüdür.
Çok geniş bir alana yayılan Petra’yı hakkıyla gezmek, tüm tepelerine tırmanıp, tüm vadilerinde yürümek istiyorsanız üç dört günü gözden çıkarmak gerekiyor. Şehri şöyle bir gezmek bile birkaç güne ancak sığabilir. Antik kentin girişinden bir, iki ve üç günlük bilet almanız mümkün. Biletlerde ucuz değil ama ödediğiniz paranın hakkını son kuruşuna kadar alıyorsunuz.
Daha önce okuduğum, burayı gezmiş bir Türk’ün gezi yazısında, “Petra; Efes türü klasik bir mimarinin Ihlara Vadisi türü kayalık bir dokuya kazınmış halidir. Fakat bir farkla; burada her yer gülkurusu renginde.” Bu okuduklarım burasını bir Türk vatandaşına tarif etmenin en kolay yoludur. Bu gülkurusu kayalardan hatıra olarak küçük bir parça bende aldım, bunu da kentin en yüksek ve en uç noktası olan Ad-Deir manastırının önündeki meydanda yerden aldım. Buraya çıkmak için harcadığım zaman ve döktüğüm teri hep hatırlamak için.
Petra kentini gezmeye başlamadan sizi karşılayan küçük bir köy var. Tüm geliri Petra üzerine kurulu, Wadi Musa Köyü küçük pansiyonlarla ve lüks otellerle dolu. Antik kentin ilk göze çarpan unsuru irili ufaklı mezarlar; yaklaşık 40 adet bu tip mezar var ve ardından da Al Madras adı verilen kutsal alana ulaşılıyor. Nebati tanrılarından Duşara’ya adakların adandığı bu alanda sunaklar ve yazıtlar var. Buralardan sonra kendinizi dar bir geçitte buluyorsunuz. Yaklaşık 1200 metrelik bu kanyonda kayaların yüksekliği zaman zaman 80 metreyi buluyor. Sig Boğazı olarak anılan bu yerden geçerek giriyorsunuz kente. Boğaz boyunca yol kenarındaki su kanalları size eşlik ediyor. Grilerin, sarıların ve gül kurusunun birbirine karıştığı karanlık geçit bitmeye hazırlanırken kayaların oya gibi işlendiği sütunlu dev bir yapı çıkar karşınıza. Bu Petra’nın size sunduğu en büyük sürprizlerindendir. Karşınızda Al-Khazneh...
Al – Khazneh’in genel görüntüsü
Petra’nın merkezine yaklaşırken mezarların, anıtların sayısı artıyor. Antik tiyatroya gelmeden başlayan ve arkasına doğru devam eden mezarlık, Tiyatro Nekropol’ü diye biliniyor. Doğal bir yamaca yaslanmış, Roma mimarisinin etkisinde kalmış, ilk başlarda üç bin kişilik iken sonradan yapılan ilaveler ile yedi bin kişilik kapasiteye çıkarılmış olan tiyatro tipik bir antik eser. Antik tiyatrodan sonra ise şehrin merkezi sayılan sütunlu yol geliyor. Burası şehrin idari ve ticaret merkezi olarak hizmet vermiş yıllarca. Buradan sonra Petra’nın en görkemli bölümlerinden birisi olan Nebati krallarının kaya mezarları geliyor. Sırada taş merdivenlerden uzayıp giden ve çık çık bitmeyen, insanın soluğunu kesen uzun ince bir yol var. Eğer nefesiniz yeterse zirveye kadar çıkıp etkileyici manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. 800 basamaklık zor bir tırmanışı ve tabii terlemeyi gerektiren bu yolun sonunda ise Ad - Deir yani Manastır var. Bu dev yapı Bizans devrinde kilise olarak da kullanılmış. Yapının kayadan oyulmuş devasa cephesi Al-Khazneh’i andırıyor. 40 metre yüksekliğinde, 46 metre genişliğindeki cephe, 8 metrelik devasa kapısıyla insanın kendisini küçük hissetmesini sağlıyor. Bir teoriye göre, zamanında Ad - Deir birçok önemli dini festivale ev sahipliği yaparken, önündeki düzlük büyük hacı gruplarını ağırlayacak şekilde tasarlanmıştı. Yapının bulunduğu noktadan batıda Wadi Araba’yı, güneydoğusunda Musa Vadisi’ni ve Hazreti Harun’un mezarının bulunduğu Harun Dağı’nı görebilirsiniz. Bir diğer tırmanış ise ki benim vaktim buna yetmedi, Madbah Dağ’ının üzerine yapılıyormuş. Kutsal yoldan bir buçuk saatlik çıkış sizi Petra’nın en kutsal alanına, hayvanların kurban edildiği Adak Meydanı’na getiriyormuş. Eğer Petra’ya tepeden bakmak istiyorsanız Umm Al Biraya tepesine tırmanmak gerekiyormuş. Ama hemen söylemem gerek bu tırmanış dar ve antik bir yoldan yaklaşık 3 saat sürüyormuş ki maalesef buna da vaktimiz yetmedi.
Burası kolay bir yer değil, aldığımız broşürde 34 adet görülmesi gereken yerin harita üstünde konumu belirtiliyor. Eğer ki zamanınız kısıtlı ise bazı yerleri görmekten fedakarlık etmek durumunda kalıyorsunuz.
İçeri girdiğiniz andan itibaren etrafınızda nakliye işine bakan deveciler, atçılar, eşekçiler, satıcılar ki bunların bir kısmı ellerinde antik görünümlü madeni paralar ile pazarlığa açık bir vaziyette peşinizde sizi sürekli taciz ediyorlar. Bu binek hayvanlarının adlarıda çok fantastik; Ferrari yada Mercedes bir eşeğe konabilecek isimlerin başında geliyor. Bir tavsiyede su ile ilgili vereyim size, sakın ola susuz gitmeyin zira yarım litre suya istenilen para 1 JD yani yaklaşık 1,5 $.
Petra 6 Aralık 1985 tarihinde UNESCO tarafından Dünya Kültürel Mirası listesine dahil edilmiş. Aynı zamanda da Peru'da yer alan Machu Picchu ile kardeş şehir olmuşlar.
Petra 7 Temmuz 2007’da ise Dünyanın Yedi Harikası'ndan biri seçilmiş. Bu çok isabetli bir karar. Bundan önceki harikaların bir kısmı ortada olmayan heykeller ve bahçeden ibaretti. Gidip görelim desen; yoklar. “-Miş” li geçmiş zaman misali. Bir zamanlar Babil’in bir asma bahçeleri varmış sorma gitsin. İki bin yıllık bir sırrı saklıyor Ürdün çölleri, Petra orada bizleri bekliyor, görüyor ve dokunabiliyorsunuz.
Buranın bir başka özelliği ise doğal bir film seti oluşudur. Burada birçok ünlü film ve dizi çekilmiştir. Bunlardan bazıları:
Sinbad and the Eye of the Tiger (1977)
Terra X - Expedition ins Unbekannte (1984)
Indiana Jones and the Last Crusade (1989)
Xin A Li Ba Ba (1989)
Mortal Kombat: Annihilation (1997)
Passion in the Desert (1997)
Son of God (2001) (TV Dizisi)
Mumya Geri Döndü, (2001)
Spiritual Warriors (2006)
Digging for the Truth (2007) (TV Dizisi)
Bu filmlerden bazılarının isimlerini bölgedeki iş yerlerinin adı olarak görebilirsiniz. Indiana Jones Büfesi gibi.
Buraya kadar yazdıklarım bu inanılmaz antik kentin broşürlerinden yada internetten edinilebilecek bilgilerin kendi yorumum ile ifadesiydi. Fakat bu güzelliğin yani madalyonun diğer bir yüzü var ki bu daha gezerken dikkatimi çekmiş ve burası ile ilgili bir yazı yazmalı ve madalyonun diğer yüzünü de anlatmalıyım demiştim. Bu gerçeği daha Sig Boğazı’ndan girerken fark ettim. Maalesef Petra can çekişiyor. Yavaş yavaş onu bekleyen sona emin adımlar ile ilerliyor. Hastalığın adı yok. Sebebi ise çok açık; zaman, doğa şartları ve insan. İşte kaçınılmaz sonun hazırlayıcıları.
Zaman çok acımasız davranmış bu harika kente. Rüzgârlar, yağışlar, günün sıcağı, gecenin soğuğu ile imza atmış her kaya oymasının üstüne. Yavaş yavaş öldürüyor kayalardaki oymaları. Yavaş yavaş ruhunu alıyor bu kentin. Artık geri dönülmesi mümkün olmayan bir yola girmiş, bir başka değiş ile “Dönülmez akşamın ufkunda”. Biz insanlar ise bu ölümü hızlandırmak adına elimizden geleni yapıyoruz. Her gün binlerce insan bu el işi göz nuru oymaları elliyor, üstüne çıkıyor, kırıyor ve bir kısmı ise restore etmek adına çekiçleri ile ince vuruşlar ile yok ediyor Petra’nın ruhunu, onu iyileştirdiklerini sanarak. Çok acımasız davranıyoruz, bu kente hiçbir şans bırakmıyoruz. Çatlayan duvarlar, artık ne olduğu anlaşılması mümkün olmayan oymalar, çalışan işçilerin çekiç darbeleri ve her şeyi kabullenen ve sonunu bekleyen Petra.
Bir daha gitmek nasip olur ise, bıraktığımdan çok farklı bir Petra ile karşılaşacağımı biliyorum. Bir daha bıraktığım Petra’yı asla bulamayacağım. Gün ve gün ruhundan bir şeyler koparılacak ve asla geri konmayacak. Asla eskisi gibi olamayacak.
Hazreti Hud’un gösterdiği yola iman etmemekte inat eden Ad kavminin helak oluşundan sonra bu bölgeye yerleşen Semud kavmi de zaman içinde azgınlığa sapmıştı. Yaklaşık 10 bin kişilik nüfusa sahip olduğu tahmin edilen Petra da yaşayan Semud kavmi, Ad kavminin dillere destan yurdu İrem gibi azap yüklü bir fırtına ile yıkılıp gitmesin diye evlerini kayalara oymuşlardı. Ama onlar dahi zamanın, doğa şartlarının ve insan faktörünün Petra’yı yok edebileceğini hesaplayamamışlardı.Aklınızdan Petra’yı görmek geçiyorsa çok geç kalmayın. Her geçen gün ondan bir şeyler eksilecek. Gidişinizi ertelediğiniz her gün ruhundan bir şeyler kopartılan Petra aslından biraz daha uzaklaşacak. Bir Paris ya da Venedik kadar popüler olmayabilir. Hatta alış veriş yapabileceğiniz şık dükkânlar, alışveriş merkezleri ya da akşam yemeği için şık bir restoran da bulamayabilirsiniz ama iki bin yıllık bir tarihi doğal güzellikler ile harmanlayıp önünüze altın bir tepsi ile sunacak başka bir yerde bulamazsınız. Görülecek yerler listenizi tekrar gözden geçirmenizi tavsiye ederim, listenizde üst sıralarda olması gereken bir yer. Petra tüm ihtişamı ile sizi bekliyor.