Wellington ve Kapiti Coast Bölgesi

Wellington, rüzgâr şehri olarak ifade ediliyor ve emin olun yılın her günü deli gibi estiriyor. Wellington ziyaretim sırasında şehir merkezinde bulunan oldukça eski ve zamanında Kraliçe Elizabeth’in taç giyme seremonisinin yapıldığı Waterloo Adlı Hostel de kaldım (www.hotelwaterloo.co.nz). Bir Ankaralı olarak diyebilirim ki okyanusa bakmasa ve muhteşem ormanları olmasa Wellington, Ankara kadar sıkıcı bir şehir olabilirdi. Her yerde memur olduğu belli olan takım elbiseli ve askeri üniformalı beyefendileri ve tayyör giymiş şık hanımları görmek mümkün. Aralarında yıllardır orada yaşayan Türklerde görmek beni sevindirdi işin aslı. Büyük bir bankanın CEO’su Türk mesela.

Ancak ben tez canlı ve çabuk sıkılan bir gezgin olduğum için tanıştığım bir Kiwi kadınının da telkinleri ile Kapiti Coast bölgesinde bulunan Paraparaumu bölgesine taşındım bir süreliğine ve çok sevdim.

Belki de seyahatim boyunca en rahat ettiğim backpacker’da konakladım burada 1,5 ayı aşkın sürede ama oradan daha sonra bahsedeceğim. Ama yine en kötü konaklama yaptığım tesis de bu bölgede bulunuyordu evvela ondan bahsetsem daha doğru olur sanırım. Wellington’da tanıştığım bir arkadaşın lafını dinleyerek Mary’s Guest House denen bir hostel desen hostel değil hotel desen o hiç değil garip bir yere yerleştim. Haftalık 150 dolar konaklama ve 150 dolar depozito karşılığı tesisi zebella gibi Mary adında bir İrlandalı Hanım işletiyordu ve pek konuksever bir kişi de değildi. Nedendir bilmiyorum ödemeni geciktirirsen kapı dışarı koyarım, kimseye sigara verme, kimseden sigara isteme, uyuşturucu içmek yasak ve yatarken odanın kapısını kapat gibi tavsiyeler verdi, sonra da bellboy eşliğinde odamıza çıktık dermişim : ) Odaya çıktım, odanın içinde bir lavabo ve bir yatak vardı sadece ve toz içindeydi daha o an Ankaralı ağzı ile neler neler saydım anlatamam kendime. Her neyse sadece 1 haftalık konaklama ücreti ödemiş olmanın huzuru ve cepte kalan son 100 dolar ile 1 hafta iş bulamadan nasıl geçinirim kaygıları ile o 100 doları da en yakın pub’da ezdikten sonra güzel kafanın huzuru içinde odama çekildim (www.marysguesthouse.co.nz/index.html).

Uyumak istedim ama ne mümkün! O gece nasıl bir yerde kaldığımı ve ne tür insanların burada kaldığının farkına vardım. Yeni Zelanda’da devlet, işsizlere haftalık 300 dolara yakın bir işsizlik maaşı veriyor ve sırf bu para ile ömür boyu bu tesislerde yaşayan ve hiç çalışmayan bir sürü insan var ve çoğu ya alkol ya da uyuşturucu bağımlısı ve onlar için oluşturulmuş bir yapıymış meğerse bu guest houselar. İlk gecemi böylece geçirdikten sonra hafif bir hangover ile uyandım ve bir şeyler yemek için aşağı mutfak kısmına inmek için odanın kapısının zincirlerini çözdüm ve açar açmaz lobinin aşağıda pişen bacon kokusu ve dumanı ile dolduğunu fark ettim ve alışık olmayan için cidden çok rahatsız edici bir koku. Derin bir nefes alıp mutfaktaki dolabıma kadar vardım ve yumurtalarıma ve feta peynirime ulaştım garip bakışlar altında. Garip bakışlar diyorum çünkü konaklayan insan profilinden tamamen farklı gözüktüğümden herkes yeni mi düştü bu dercesine bakıyordu ve bayağı rahatsız oldum. İşin aslı ve kahvaltı faslını fazla uzatmadan kendimi iş bulmak için yollara attım. İlk gün iş bulma açısından pek olumlu geçmedi ama şehri keşfetmeme yardımcı oldu ve neyse ki daha önce üye olduğum fitness şirketinin bir şubesi de vardı civarda ve biraz olsun spor yaparak kafamı toparlamayı başardım. 

Antrenman esnasında tanıştığım diğer bir Hırvat asıllı Kiwi kadının daveti ile local bir rock gurubunu dinlemek için randevulaştıktan sonra konuk evinin yolunu tuttum tekrar : ) Kısa bir şekerlemenin ardından yanımda taşıdığım kredi kartımın yardımı ile dışarıda fish and chips ile de karnımı doyurduktan sonra gymde tanıştığım kadın ile buluşmak üzere tarif ettiği yere gittim ve tam anlamı ile unutamadığım bir gece geçirdim.

Ertesi gün erken saatlerde konukevine döndüğümde kimseyi umursamadan direkt odama geçtim ve öğlen saatlerine kadar uyudum. Kendime geldiğimde yine karnımın aç olduğunu fark ettim ve yine fish and chips yemek üzere Çinli amcamın restoranına koştum. Dönüşte de en sevdiğim marka olan 8’li Tui birası aldım bu sefer odada içmek için. İki veya üç biradan sonra gereksiz yere aşağıdaki insanlardan kaygılandığımı çok daha kötülerini daha önce gördüğüme kanaat getirerek aşağıya oyun salonuna gitmeye karar verdim. Oyun salonunda bir bilardo masası bulunuyordu ben de fena bir oyuncu olmadığım için ıstakayı elime aldım ve oynamak isteyen kimse olup olmadığını sordum ve İrlandalı bir arkadaş ile kısa süren bir oyundan sonra diğer kurbanımı masaya davet ederken buldum kendimi ve gece boyu 4 kişi ile daha oynayıp yendikten sonra o ilk gün bana garip, garip bakan insanların sanırım takdirini kazandım ve bahçeye bira ve sigara içmeye davet edildim. Çok enteresan insanlar ile tanıştığımı itiraf etmeliyim belki burada yazmasam daha iyi olur diye düşünüyorum : )

Mary’nin konuk evinde bu şekilde bir hafta geçirdikten sonra bulaşıkçı olarak bir iş buldum ve tanıştığım Kiwi dostlarımın sayesinde de belki de bu güne kadar konakladığım en güzel backpacker olan Barnacles Sea Side Inn (www.seasideyha.co.nz) ile tanıştım ancak Mary olacak lanet hatun sözleşemeye eklediği 2 haftadan kısa kalırsanız depozitonuzu yakarım maddesi koyduğu için 150 dolardan olmuş oldum am oradan kurtulduğuma hele ki Barbara adlı 70’lerinde yaşlı tatlı bir teyzemin işlettiği tertemiz yeni yuvama geçtikten sonra üste bir 150 dolar daha verebilirdim. Okyanusa 40-50 metre mesafede ve gezginlerin tarafından tercih edilen bir hostelde evimdeymiş gibi hissettim ve çalıştığım yerin nüfusu 2000 kişiyi geçmediği için de 1 hafta içerisinde kasabından bar sahibine kadar pek çok insan ile tanıştım. Bunun yanında kendini diğer Türklerden tamamen izole etmiş bir Türk abimiz ile tanıştım ve bu yaşıma kadar Türkiye’de dahi kendi soyadımı taşıyan başka birisi ile tanışmamışken 17000 km uzakta buldum kendisini. Evet, aynı soyadını taşıyorduk ve belki de seyahatimin en dikkat çekici sürprizlerinden birisi oldu bu. Kendisi temizlik işleri ile uğraşıyordu kapıdan bacaya hatta evi araba yıkar iç-dış yıkıyordu ilk başlarda enteresan geldi ama daha sonra birkaç kere ekstra para kazanmak için işe çıktığımda mantığını anladım. Cidden pis bir iş olduğunu söyleyebilirim size. Derken burada da sıkıldığımı hissettim ve güney adasına doğru yol aldım 1 ayımı bu şirin belde de geçirdikten sonra : )

Nelson, Richmond (Güney Adası)

Derken kuzey adasında çok fazla vakit kaybettiğimi düşünmeye başladım diğer gezginlerden de aldığım tavsiyeler sonucu Wellington’dan kalkan ilk feribottan biletimi aldım ve ver elini güney adası… Yaklaşık 4,5 saat süren ve olağanüstü Marlborough denilen belki de dünyanın en güzel kanal geçişinin ardından Picton Limanı’na ulaştım ve buradan bulduğum ilk otobüs ile ver elini Nelson… Her ne kadar dünyamızı az buçuk tanıyan herkesin bileceği gibi güney yarımkürede, güneye indikçe hava soğuyor ve iklim değişiyor bu yüzden bazı endişelerim vardı ama daha sonra şehrin yüzünün kuzeye baktığı için en çok güneş alan bölgesi olduğunu çözdüm ve belki de ilk kez kemiklerim bu şehirde ısındı diyebilirim.

Gerçeği söylemek gerekirse Auckland ve Wellington’da gerçekten boşa vakit geçirmişim güney adasını gördükten sonra anladım. Bu sebepten ortalık turist kaynıyordu ama gel gelelim ben yine çalışmak zorunda olduğumdan şehir dışını çok fazla keşfetme imkanım olmadı. Ama Nelson hakkında söyleyeceğim tek şey harika bir gece hatayı olduğudur hatta ve hatta Midnight Cowboy bilenler anlayacaktır beni ona benzer bir Saturday Night Fever yaşadığımı ve hala unutamadığımı belirtmeden geçemeyeceğim. Şehirde, 1960’lı yıllardan fırlamış binaların ve çevre düzeninin eski hallerini koruması için ekstra çaba harcanmış diyebilirim. Gezilmesi görülmesi gereken bir şehir.

Burası ile alakalı bir anekdot; yine bu şehirde de Türkler yaşıyor ve iki gruba bölünmüşler aralarında Tellioğluları ve Seferoğlularında olduğu gibi bir yeşil vadi benzeri rant çekişmesi var. Polis ve göçmen bürosu olmasa birbirlerini bir kaşık suda boğacaklar : )

Sonuç olarak Yeni Zelanda gitmesi zor, yaşaması zor ama bir o kadar da güzel bir ülke. Belki de hayatta bir kez gidilmesi görülmesi gerek, dünyanın Türkiye’den gidebileceğiniz en uzak ülkesi. Daha anlatacak çok şey var ama hepsini anlatmak ne kadar doğru olur bilmiyorum. Umarım keyif ile okumuşsunuzdur.

Cem (Jim, Jack, Gem)

Cem Canseven

Yazar Hakkında

Cem Canseven

Sadece bir mola verdim yakında yollara düşeceğim yine.