Yemyeşil Karadeniz Turu

Bir Mayıs sabahı 4 ay önce planladığımız Karadeniz turumuz başladı. Klasik bir tur şirketinden satın aldığımız bu geziyi uzun zamandır istiyorduk. Kaderin bir cilvesi olarak bu geziye eşim ve 6 hanım arkadaşla çıktım. Eğlenceli bir yolculuk olacağa benziyordu.

1. GÜN

Sabah 05:30'da havalimanında buluşarak Samsun uçağında yerlerimizi aldık. 90 dakikalık bir yolculuktan sonra 08:00 civarı Samsun'a indik. Valizlerimizi alıp çıkışta tur rehberimiz Sn. Eray Şenkal tarafından karşılandık. Otobüse yerleştik. Eray Bey'den aldığımız yolculuk brifinginde oturduğumuz koltukların tüm gezi boyunca bize ait olmadığını, her gün birer sıra atlayıp öne doğru ilerleyeceğimizi öğrendik. Böylece bir ölçüde hak geçmeyecekti.

Samsun'daki (Amisos) ilk ziyaret noktamız Atatürk Anıtı oldu, buradan hemen Atatürk’ün Samsun'da ilk ayak bastığı noktaya yapılmış olan İlk Adım Heykeli'ni ve sahili ziyaret ettik. Atatürk bu ilk adımı atmak için süper yatla veya çıkarma gemisiyle gelmemiş. Bandırma vapuru ile gelmiş. O yıllardaki imkanlarla iptidai olarak inşa edilmiş Türk ulusunun kaderini yazan bu vapurcuk sadece 46 metre boyunda. Yani günümüzdeki ortalama bir yat boyunda. İşte Atatürk bu küçücük kayıkla çok büyük bir hareketi 18 silah arkadaşıyla birlikte Samsun'da başlatmış.

Bandırma Vapuru ziyaretinden sonra sanki 19 Mayıs'ta karaya biz çıkmışız gibi acıktık ve rehberimizin götürdüğü tesislerde mola verdik. Yöresel yemek yemeyi kafamıza taktığımızdan Terme pidesi istedik. Bizim bildiğimiz kaşarlı pide imiş meğer. Kıymalı tercih edenler de kıyma yerine soğanı görünce pek hoşlanmadılar ama buraların klasik deyimlerinden biri “yapçak pişey yok”tu.

Yemeğin ardından tekrar yola koyulduk ve Ordu'ya (Kotyora) doğru Karadeniz'i solumuza, dağları sağımıza alarak devam ettik.

Ordu, kıyıya serpiştirilmiş  bir şehir. Tipik kıyıya paralel dağlar burada da devam ediyor. Bizim geldiğimiz tarih olan 20 Mayıs'ta çok kalabalıktı. Bir miting ve o günün tatil edilmesi, Karadeniz'de az rastlanır yağmursuz bir gün bütün insanları sokağa dökmüş.

Rehberimizin dediğine göre Ordu, en güzel Boztepe'den görülürmüş. Boztepe'ye çıkmanın iki yolu var; biri kara yolu biri teleferik. Tabi ki biz teleferiği seçtik. 8 kişilik kabinlerde yerimizi alarak tıngır tıngır yamacı tırmanmaya başladık. Gerçekten yükseldikçe panoramik manzara güzelleşiyordu. 7-8 dakikalık bir çıkış sonunda tepeye vardık. O panoramik manzarayı fotoğraflayarak inişe geçtik ve aşağıdaki buluşma noktasında rehberimizle buluştuk. Buradan sonra gittiğimiz fındık satış mağazası bize çok hitap etmedi ve hemen hemen hiç alışveriş yapmadan oradan çıktık.

Trabzon'a doğru giderken yeni yapılmış duble yolda sağda dağları ve fındık bahçelerini, solda da durgun Karadeniz'i  seyrederek ilerledik. İki saatin sonunda yoldan sağa doğru ayrılınca yayla maceralarının başlayacağını anladık. Bir süre daha ilerledikten sonra otobüslerden inip minibüslere  geçtik. Bir saat boyunca yemyeşil ormanların akan derelerin arasından kıvrıla kıvrıla tırmandık.  Veee işte Kayabaşı Yaylası'ndaydık! Vardığımızda hava kararmak üzere idi.

Dağıtılan oda anahtarlarımızı alıp iki kat, dört odadan oluşan şirin ahşap dairelerimize yerleştirildik. Valizleri odaya atıp hemen dışarıya temiz havaya çıktık. Bir süre sonra sonra temiz hava karnımızı acıktırmıştı. Yemek salonundaki yerimizi aldık ve açık büfenin nimetlerinden faydalanmaya başladık. Bir süre sonra klavye çaldığını sandığımız bir sanatçı geldi ve canlı müzik yapmaya başladı. Ama biz bir türlü çaldığıyla söylediğini senkronize edemedik.

Banttan Karadeniz havaları çalmaya başladığında ise sahne horon vuranlarla doluverdi. Bu horon sırasında gördük ki mibibüsten indiğimizde bizi karşılayan görevli arkadaş hem belboy, hem garson, hem animatör hem de bulaşıkçıymış. Kendisine kolaylıklar dileyerek tatlı bir yorgunlukla odalarımıza çekildik.

2. GÜN

Sabah kendiliğimden uyandım ve otomatik olarak saate baktım. 05:30'a inanamadım. Sanki 3 gündür uyuyorduk. Hemen camdan dışarı baktım ki manzara inanılmazdı. Yeşilin bu kadar çeşidi olduğunu görmeden inanamazsınız.

Yeşilin her tonu

Acil bir toparlanmanın ardından eşimle kendimizi hemen dışarıya attık. Pırıl pırıl bir güneş, kuş cıvıltıları mis gibi bir hava vardı. Hemen sabah yürüyüşümüze ve fotoğraflama başladık. Kaldığımız otelin etrafı çevriliydi ama biz buraya macera yaşamaya ve keşfetmeye gelmiştik. Çevrili olan alanın dışında kalan orman ise muhteşemdi. Zemindeki sarı ve mor çiçekler yeni yeni açmaya başlamıştı. Güneş yeni doğmaya başladığından ormanın içi daha aydınlanmamıştı. Maceracı ruhumuzun menzilinin   20 metre olduğunu tespit edip otobüsteki Ayı hikayelerini de hatırlayınca hemen otel alanına geri döndük.

Çok güzel bir kahvaltı ardından valizlerimizle minibüslerde yer aldık ve otobüsümüzle buluşma noktasına doğru inişe geçtik. Kıvrıla kıvrıla indiğimiz yolun sağı ayrı manzara solu ayrı manzara içeriyordu. Aşağılarda gözüken kırmızı çatılı evler bize "aaa FarmVille gerçekmiş" dedirtti. Minibüs şoförü ise CD çalarda dinlediği yöresel müzikle git gide coşuyordu. Bir ara Cimilli İbo adlı şarkıcının "Öp beni" şarkısıyla iyice aşka gelip direksiyonu bile bırakıp oturduğu yerde horona başladı.

Sağ salim otobüsümüze vardık ve Rize'ye doğru yola koyulduk. Yine deniz solumuzda iki saat kadar yol aldık. Denizin kıyıyla birleştiği yerlere T şeklinde dalgakıranlar yapılmış. O kadar sık ve çok ki sahil bandının bütünlüğü bozulmuş. Denizi doldurup yol yapmanın bir bedeli var tabi ki...

Çayeli'ne vardık. Hem mola hem de alışveriş için bir Rize bezi (Klimalı) atölyesine uğradık. Orada tezgahtaki dokumaları ve nasıl dokunduğunu gördük, gerçekten hiç kolay değil. Alışverişi tamamlayıp tekrar yola çıktık ve Rize'ye ulaştık. Rize'de serbest zaman içinde çarşıyı gezerek çay kesme malzemesi satan esnafla sohbet ederek çayın taban fiyatları hakkında dertleştik. Renkli lastik pabuç satın alarak çay makaslarını inceledik. Kendilerine çay kesmek için gerekli malzemeler alan Rizeli kadınları hayretle izleyip bakakaldık. Çünkü hepsinin sırtında yeni yeni sepetler, çay makasları, torbalar ağzına kadar doluydu. Hatta bir tanesi elinde kalan torbayı ne yapacağını bilemedi onu da karısının sırtındaki sepete atıverdi. Nasılsa taşıyordu.

Rize'den yine sağa döndük, demek ki bizi yeni bir yayla bekliyordu. Yolun solunda akan dere Fırtına Deresi'ymiş. Gerçi onlar dere diyor ama bizim İzmir'deki Gediz eninde ama gerçekten de fırtına şeklinde akıyor. Dere deyince insanın aklına daha naif, sakin usul usul akan bir su geliyor. Ama bu bildiğiniz Fırtına... Biraz daha yol aldık ve dere üzerine kurulu 1800'lü yıllardan den kalma bir taş köprü yanında durduk. Burada hem yemek yiyecek hem de mola verecektik. Yemekte Fırtına Deresi'nin benekli alabalığı, mıhlama, mısır ekmeği, turşu kavurması ve Laz böreğinin tatlarına baktık.

Bölgede aktivite olarak rafting veya zipline yapabiliyorsunuz. Raftingi herkes bilir ama zipline acaip bir şey. Şöyle anlatayım; dik yamaçlardan toplanan çayları aşağıya ulaştırmak için kurulan basit teleferik hatlarından türetilmiş, dereyi karşıdan karşıya geçen çelik halatlarla kurulmuş bir git-gel düzenek. Size bir koşum takımı giydirip basit bir rayı tele takıyorlar ve boşluğa atıveriyorlar. Telde asılı bir şekilde Fırtına Deresi'nin 1-2 metre üstünden kayarak karşı kıyıya doğru hızla gidiyorsunuz. Gidiş hızınız ve sizi bekleyen yastığa çarpma hızınız, ağırlığınızla doğru orantılı. Karşıya varıp hat değiştirip aynen geri geliyorsunuz ve bu aktivite için alınan ücret 10 TL.

Bu aktiviteden sonra minibüslere transfer olduk ve tırmanışa geçerek keçi sürüleri arasından Sevdaluk dizisinin çevrildiği köye gittik. Anladığımız kadarıyla köy çekim için kurulmuş. Çünkü evlerin önü var arkası yok. Hollywood'taki kovboy evleri gibi... Tek faal olan bina köyün kahvesi. Onu da bizim gibi ziyaretçiler dolduruyor. Çay molasından sonra Zilkale'ye doğru devam ettik. O kıvrımlı dağların arasında ve neredeyse zirveye kurulmuş olan Zilkale'ye ulaştık. Kale 1700'lü yıllarda yapılmış korunma ve dağdan dağa haberleşme amacıyla yapılmış, bugün ise ziyaretçilere hizmet ediyor.

Kale ziyaretinin ardından tekrar aşağıya inip otobüsümüzle buluştuk ve Çamlıhemşin Ayder Yaylası'na doğru hareket ettik.  1 saatlik yolun ardından yaylanın en yüksek noktası olan seyir tepesine ulaştık. Buradan karşı dağdaki buzulun eriyişini, buzun altından gürültüyle akan şelaleyi (Gelin Tülü) izleyip otele geçtik.

Otelimiz Ayder'de bulunan diğer otellere benzer 3-4 katlı ahşap görünümlü ortalama bir oteldi. Üzücü olan ise Ayder'in yayladan çıkıp bir oteller karmaşasına dönüşmüş olması. Arıtma yok, çevre düzeni yok, bir görüntü bütünlüğü yok, düzen yok. Her yer mantar gibi otel inşaatı dolu. Özetle karman çorman bir hal almış. Buraya 15-20 sene önce gelmek varmış. Otelimize dönersek (Yeşil Vadi Oteli); odaları ve otel gayet düzgün. Otelin arka cephesi gerçekten yemyeşil bir vadiye bakıyor. Açık büfe olan akşam yemeği ise inanılmaz güzel. Sanki otelde değil de yemeği evde yedik. Ana yemekler mezeler hepsi birbirinden özenli ve kaliteli. Merak edip sorduğumda ise yemekleri servis eden beyin yaptığını dedesinden el aldığını söyledi. Gerçekten çok başarılı.

3. GÜN

Sabah yine saat 05.30 ve dopdolu bir uyku! Akşam kaçta yatarsanız yatın fark etmiyor, piller doluveriyor. Bugün üçüncü gün ve halen yağmur yok.

Kahvaltıya daha bir saat olduğuna karar verip hemen kendimizi temiz yayla havasına attık. Ayder zamanında gerçekten Ayder'miş ama orayı da bozmuşuz. Hiçbir yeri koruyamadığımız gibi... 45 dakikalık bir yürüyüş bizi acıktırdı ve otele dönüp  kahvaltıya başladık. Kahvaltı akşam yemeği kadar lezzetli ve zengindi. Çay içmeye ise doyamadık. Ya psikolojik etkisi var ya da bu çay bizim oralara gelmiyor.

Kahvaltının ardından valizlerimizi alıp otobüsteki yerimizi aldık. Bugünkü rotamız Batum. Yani yurtdışına çıkıyoruz. Rehberimizin yolda verdiği brifingle Batuma geçişin ve dönüşün çok kolay olmadığını sınır noktasında 2-3 saate varan beklemeler olduğunu ve içki sigara geçirmenin yasak olduğunu öğrendik.

Sarp sınır kapısına geldik ve geçiş formlarımızı doldurup 15 TL'lik harç pullarımızı yapıştırdık. Türk tarafı ve Gürcü tarafı derken toplam yarım saatte karşıya geçtik, korktuğumuz gibi olmadı. Otobüsümüzle buluşup Batum'a doğru ilerlemeye başladık. İlk benzincide durup TL'lerimizi Gürcü parası olan Lari’ye çevirdik. 0,85 Lari = 1 TL. Benzincinin tabelasında ise mazotun 1 benzinin 2 Lari olduğunu görüp hayretler içinde oradan ayrıldık. Gürcistan'a girer girmez iklim ve manzara değişti. Dağlar geriye doğru kaçtı geniş düzlükler başladı. Sahil kenarı ise tamamen plajlara dönüştü.

Batum'a vardığımızda ilk hedefimiz Botanik Bahçesi oldu. 25 hektar ayrılmış bu alanda; açelya ağaçları, dev okaliptüsler, bambu ormanları ve daha önce hiç görmediğimiz ağaç ve çiçek türlerini hayranlıkla izledik. Oradan ayrılınca rehberimiz bize 3-4 saat bir öğle yemeği ve alışveriş için serbest zaman verdi, Orta Cami'de buluşmak üzere dağıldık. Aklımız fikrimiz yöresel yemeklerdeydi. Bir Türk lokantasına oturarak kelle paça çorba içip kaşarlı pide yedik. Yöresel deyince bizim yöreden başkası gelmiyor aklımıza. Artık bir şehir turu yapmanın zamanı gelmişti.

Batum'da yeni yapılan binaların çoğu Avrupa!daki meşhur binaların kopyası. Roma'daki Arena binasından tutunda İzmir Saat Kulesi'ne kadar her şey var. Şehir merkezinde gördüğümüz kilise dikkatimizi çekti ve hemen içeriye girdik. Düğün mü cenaze mi vardı anlayamadık ama siyah takım elbiseli ve telsizli iri kıyım abilerden anladığımız kadarıyla önemli bir durum vardı.

Artık toplanma vakti gelmişti, otobüse doğru yürümeye devam ettik. Buluşmadan yaklaşık 45 dakika sonra sınır kapısına geldik. Rehberimiz Eray Bey "hemen girişe doğru gidin çıkışta buluşuruz" dedi. Ancak öyle dendiği gibi olmadığını gördük. Çünkü 100 metrekarelik bir koridorda 2000 kişi pasaport kontrolü için bekliyordu. 40 kişi de biz katılınca 2040 olduk. Bu sayının yaklaşık 1800'ü çay toplamaya Rize'ye gelen Gürcü amelelerden oluşuyor. İleride bir iple kontrol edilen kapıya ulaşmamız 2 saat, ondan sonra da Türkiye'ye geçmemiz 1 saat sürdü. Toplamda 3 saatte geçişimiz bitti. Hemen otobüse geçtik ve otele kendimizi dar attık. Yemeğin ardından hemen uyuduk. Bir daha çay zamanı Batum mu ASLA!!

4. GÜN

Sabah kahvaltının ardından otobüste ikram edilen üçü bir arada (otobüsteki hacı amcanın deyimiyle üçü bir yerde) kahvelerimizi yudumlayarak Uzungöl'e doğru yola çıktık. Uzungöl iklimi manzarası ve ucuzluğu ile Arap turistlerin akınına uğramış. Bizler resmen azınlıkta kaldık. Ancak bu yoğunluk ve çarpık yapılaşma orayı da bitirmiş ve iki sene öncesine kadar masmavi olan göl suyu artık yeşil bir bulamaça dönüşmüş. Buradaki tamtur göl yürüyüşümüzü yaptıktan sonra Hamsili köyün meşhur fırın sütlacının tadına bakıp kahvelerimizi de içtikten sonra çay fabrikası ziyaretine geçtik.

Burada bütün doğru bildiklerimizin yanlış olduğunu, aslında şimdiye kadar içtiklerimizin çay değil çerçöp olduğunu, sallama çayların çay değil boyalı toz olduğunu, marketlerde filiz, tomurcuk, harman adında satılan çayların ayrılamayacağını, tüm çayın kamyonla gelip hepsine aynı işlemin yapıldığını öğrendik. Özetle çaydan nefret ettik. Orada ikram edilen çaylarımızı (gerçek) içtikten sonra Sürmene'nin meşhur bıçakçılarını ziyaret ettik. Ham maddesi Fransa'dan gelen bu bıçakların neden bu kadar pahalı olduğunu öğrenip alışverişi tamamladık.

Akşama ve dönüşe az kaldığından daha görecek yer olsa düşünceleriyle uğraşırken rehberimiz “Şimdi 300 yıllık bir konağa yemek yemeye gidiyoruz” haberini verdi. Konak 1700'lü yıllarda inşa edilmiş daha sonra birkaç tadilat geçirmiş. Aslına uygun restore edilen bu güzel konakta gecikmiş öğle yemeğimizi yine yöresel tercihlerle aldık. Hatta karalahana çorbasının bulaşık süngerinden yapıldığına karar verip bir daha yememeğe karar verdik. Son hatıra fotoğraflarımızı da çekip Trabzon Havaalanı'na doğru yola koyulduk.

Bir gezi daha göz açıp kapayıncaya kadar bitivermişti.  irbirinden müstesna 7 hanımefendiyle kafamda deli sorularla çıktığım bu gezi, hiç de korktuğum gibi olmamıştı.

Aynı ekiple daha uzun soluklu bir gezide buluşmak üzere...

www.mehmethuz.com