Bilirsiniz, sol elinizin içinde bütün hayatınızın yazılı olduğu söylenir. Siz var olmadan önceki geçmişiniz ve yarınınız orada kayıtlıdır derler.
Tesadüf değildir ki buraya ayak bassa da basmasa da herkes avucunda bir İstanbul haritasıyla doğar. Herkesin avucundaki hayat çizgisi boğazın bir yakası, kalp çizgisi de diğer yakasıdır. Ortada ise İstanbul boğazı… İstanbullusu, yabancısı, hepimizin kaderinde bir parça İstanbul kaçınılmaz şekilde vardır.
Asya’da oturmuş, Avrupa yakasını izleyerek kahvemi yudumluyorum. Sanki dünyanın avucunda oturuyorum. Elimden İstanbul, İstanbul’dan elim çıkıyor. Kahvem, sade, sert ve siz belki bilmeseniz de sizinki gibi Topkapı Saraylı.
Osmanlı’nın keşfedilmiş dünyanın üçte ikisini yönettiği zamanlar… Yemen valisi çoktan kahvenin tadını ve uyarıcı etkisini keşfetmiş. Etiyopya’dan getirdiği kahve çekirdeklerini Sultan’a takdim eder. Sarayda ustaların çekirdekleri kavurma & kahveyi pişirme metotlarını geliştirilmesiyle kahve önce saraya ve sonra da Viyana kuşatmasıyla batı kültürüne ilk adımını atmış ve bir parça İstanbul hepimizin kaderine sızmış olur.
Kahvem bol köpüklü. Önümden geçen vapurların arkası da bıraktığı köpük gibi. Bunca yıllık İstanbullu olamama rağmen her seferinde vapurun zaman makinası vasıflarına şaşıyorum: Dalga bir vuruyor içinden küfeli bir hamal çıkıyor, dalga bir vuruyor skateboardcular iniyor. Sanki yüzyıllardır insan yutan Pinokyo’daki gibi bir balina. Bir bugünden fışkırtıyor, bir üç yüzyıl geriden…
Vapurun sağında yıl 1500’ler… Tüm gizemiyle Topkapı Sarayı beşiği Sultanahmet bacaları cezvedeki kahve gibi tütüyor. İstanbullu bir Türk olmama rağmen Sultanahmet, Sirkeci, Eminönü hep bana masalsı ve egzotik gelmiştir. O film seti gibi dar sokaklar, kubbeler, işportacılar, sırtında çay taşıyan portörler, baharatlar, şifalı otlar…
Gözümü sola çevirmemle, başka bir yer ve zamana ışınlanıyorum: Vapurun solunda Maslak’ın hükmeden gökdelenleri, alışveriş merkezleri, ünlü restoranlar, tasarım cafeler, ışık ışık dev metropol… O da makineden çıkma kahve gibi damıtılmış, şık. Bir taraf kömür ateşinde Türk kahvesi, öbürü espresso. Hatta affagato. Ama ikisinde de bol kafeinli yüksek bir ritim. Geçmişin ve yarının, batının doğunun ortasındayım. Aynı bardaktan ikisini de yudumluyorum. Artık kahve dünyanın her yerinde olabilir ama bu keyif sadece İstanbul’da.
Akşam çökmeye yakın, martılar vapurdakilerden son simitlerini kapma derdinde. Yüz yıllardır herkesin ve her şeyin tek cezvede kaynadığı bu şehirde, Arapların baklavası nasıl Yunan, bizim döner nasıl Arapların shawarması olduysa, bizim simitler martıların, onların balıklar da bizim olmuş. İstanbul dev kazan.
Dün bizim menüde hamsi vardı. Önden bir topik, bir Çerkez tavuğu, bir tarama, bir de Agristada darken yine yer kalmadı balıklara. Klasik bir İstanbul karesi; Ermenisi, Çerkezi, Rumu, Yahudisi, Lazı bir sofrada. Daha bunun Arap humusu, Süryani maklubesi, Boşnak böreği, Kürt böreği, Gürcü kavurması, Arnavut ciğeri var da var. İstanbul yüz yıllardır çok millet, tek bir sofra.
Mutluluk paylaştıkça çoğalır ya, böyle sofralarda dansı şarkısı gelir İstanbullunun. Eşlik eden müzisyen varsa, türküye Türkçe başlanır, Yunanca bitirilir, nakaratında da aman amaaaaaan derken hem Türkçe, hem Yunanca konuşur. Yüzlerce yıllık Balkan-Arap-Antik Yunan-Mezopotamya, Akdeniz, hatta Afrika kültürü kaşıklanır, yudumlanır, söylenir, çalınır, konuşulur, dokunulur, görülür İstanbul’da. Anlatacak ne çok şeyimiz vardır. Haliyle iki çatal arası sohbet kallavi, gece de uzun olur.
Yorulunca üzerine bir Türk kahvesi. Yorulmadıysan da üzerine bir Türk kahvesi : )
Düşününce kahvenin, yüz yıllardır hiç uyumayan, hiç yorulmayan, her daim dinamik ve atak, gece ya da tatil bilmeyen bir şehirden dünya kültürüne girmesi çok akla yatar aslında. New York’a gece uyumayan şehir diyenler, bir de İstanbul’u görsünler. Her gün ve günün her vakti mütemadiyen kalabalık olan İstiklal Caddesi gibi bir yer başka nerede var? Kitapçısından bakkalına, hediyelik eşyacısından piyangocusuna, her yer açık ve sokaklardan hayat fışkırıyor. Kestanecisi maşasını şak şaklatıyor, Maraş dondurmacısı ziline vuruyor, seyyar satıcıların pilli oyuncakları bağırıyor. Hepsini geçtim, ben sabahın 4’ünde arkadaşımın evine bebek bezi sipariş ettiğini bilirim (yanına da bana Nutella) :D Gece gelen çikolata krizlerine hazırlıklı kaç şehir var şu dünyada?
Böyle düşüncelere daldığım bir günde kahvemin, geleneksel çini motifleriyle süslü bir tabak ve İstanbul silüeti desenli modern bir fincan kombinasyonuyla servis edilmesine ne demeli? Tesadüf müdür, yoksa bu kadar çokluğu bir arada kaynatan bir şehirde sadece olağan mı?
Yaşlı kahveciye seslendim, “Hesap lütfen”.
Siluetinin büyük kısmı önümde duruyor: Sultanahmet Camii, medeniyetlerden medeniyetlere emanet edilen Aya Sofya ve Galata Kulesi… Her biri hem karşımda, hem de hepimizin sol elinde.
Mesela Galata Kulesi; 1632’de yaptığı kanatlarla bu kuleden atlayan Hazerfen Ahmet Çelebi hepimizin sol avcuna inerek tarihin ilk kıtalararası uçuşunu gerçekleştirmiş.
Ta o zaman da İstanbul büyülü ve insanı etkisi altına alıp, aklına çılgın şeyler sokan bir yermiş herhalde: 1633’te Hazerfen Ahmet Çelebi’nin kardeşi Lagari Hasan Çelebi, huni şeklinde yaptığı kafesi barut ile ateşleyerek tarihin ilk roketle uçan insanı olmuş. Allahtan denize düşmüş de sağ salim kurtulmuş. Böylece İstanbul hepimizin kaderine bir kez daha sızmış.
Para üstünü uzatırken “Köylünün kahve cezvesi karaca amma sürece” dedi amca. Yani cezvemiz gösterişsiz olabilir ama gelecek olan konuklar için hep kaynar tutarız. Kendini bilmezce mütevazıdır, misafirperverdir, gönlü boldur İstanbul.
İstanbul’un kalp çizgisinden atladım vapura, indim karşıdaki hayat çizgisinde. İstikamet Taksim. Bu günlük martıların son sefası da elimden.
İstiklal Caddesi yine kalabalık, ışıl ışıl, “ortaya karışık”, ve kendi içinde bir mikrokosmos… İstanbul’un barındırdığı katman katman tarihi ve kültürü tuval olarak kullanmayı seçmiş tanımadığım yerli yabancı, bir sürü sanatçının graffitilerine baka baka yürüyorum. Bir müddet İstanbul’da yaşamış ünlü Alman sokak sanatçısı Kripoe’nin çizdiği sarı yumrukları, Leo Lunatic’in kızgın pandaları…
Son senelerde İstanbul’da Sokak sanatının yükseldiği çok net ortada. Aynı zamanda sanat galerilenin süratle çoğaldığı, Contemporary İstanbul’un ve Uluslararası İstanbul Bienali’nin çapının her sene büyüdüğü de gerçek. Nasıl oldu acaba?
Yürürken kulağıma tulumun tiz sesi ilişti. Baktım, bir kemençe, bir tulum, 30 kişilik bir horon, etraf kopuyor. Karşısında St. Antuan Kilisesi, arka sokaklarında yabancı müzik çalan barlar, ince topuklu bayanlar, jilet gibi beyler, hipster gençler, sağında kestaneci, solunda eli kameralı turist, etrafımızda neoklasik ve art deco binalar ve onları mesken edinen kokoreççiler ve uluslararası fast food zincirleri. Garip ama mükemmel uyumlu bir tezat. Galiba İstanbul soruma cevap veriyor.
İstanbul; Hazerfen’e, Kripoe’ye ya da Nobel Edebiyat Ödüllü Orhan Pamuk’a verdiği gibi insana deli bir ilham ve güç verir. Sanki yere vursan dünyayı İstanbul Boğazı gibi ikiye ayırırmışsın gibi hissettirir.
Hepimizin elinde yüzyıllardır İstanbul, İstanbul’da yüz yıllardır hepimizin eli. Dünyayı ikiye ayırabilecek gibi hissetmek istediğinde İstanbul’umuzun cezvesi karaca amma sürece…