İki katlı taş bir evde doğmuşum. Evimizin duvarları beyaz kireç badanalı, odaların tavanlarının her biri değişik renklerde, yeşil, mavi, sarı boyalı, tabanları yürüdükçe gıcırdayan tahtaydı. Yaz aylarında kuruyan tahtaların arasından fındık, nohut, çatal, kaşıklar, derin oluklardan sıyrılıp alttaki ahıra düşerdi.
Odaların birinde bacası derin ve karanlık bir ocak, içinde kuzine sobası, üzerinde sürekli su kaynayan güğüm yada bir tencere, diğerlerinde sadece bir karyola veya bir iki divan vardı. Bir de sandığın üzerinde yığılı yatak-yorganlar. Tüm ev mobilyaları toplasan birkaç divan, bir sandıktan ibaretti. Bizim ev köyün merkezinde, kahvelere çok yakındı. Babaannemin dediğine göre bizden önce o evde yaşayanlar köyün en zengin ailesiymiş.
Türkiye kurtuluş savaşından çıktıktan sonra taraf milletlerle anlaşma yapmak zorunda bırakılmış, bazı anlaşmalara zorunlu olarak imza atması gerekmiş. Zaten savaştan dolayı çok az insanı geride kaldığından, Balkanlardaki Türklerin bir kısmını kendi sınırları içine almak istemiş. Çizilen sınırların diğer tarafında kalan Türk'ler ile bu tarafta kalan Rum'lar arasında bir değiş tokuş yapılmasına karar verilmiş ve insanlar zorunlu olarak göç ettirilmiş.
Benim dedelerim, ninelerim onlu yaşlarındayken, bu tarafa göç etmişler. Büyüklerinin hayatta kalmak için bildikleri en önemli şey ormancılık ve çok az da tarım olduğundan kendilerine gösterilen deniz kenarlarındaki yerleri bırakıp, uygun yer aramışlar, sonunda bizim köyü bulmuşlar.
Bizim köyün yukarıdan görünümü... Küçükyayla Köyü-Vize Kırklareli
Köyümüz bir tepenin tam orta noktasında, etrafı Istranca dağlarıyla çevriliydi. Tepenin üç yanından geçen dereler boyunca uzayan bahçelerde her çeşit sebze yetiştirilir, yamaçlardaki taşlı topraklarda ise buğday, mısır, ayçiçeği ekilir, ormanlardan yakacak odun ve kömür sağlanırdı.
Savaştan önce Rum'ların yaşadığı bu köydeki evlerin nerdeyse tümü iki katlıydı; alt kat hayvanların barınağı yada ambar olarak kullanılır, üst katlar insanların yaşam yeri yani o zamanlarda sadece barınma ihtiyacına cevap veren mekanlardı. Evlerin geniş avluları, küçük bahçesi, sokağa açılan kapısı, kiminin yüksek duvarı, kiminin çalıdan çiti vardı.
Çocukluğum, ortaokula kadar bu dağ köyünde geçti. İnsanların yapısı hoşgörülü ve eğlenceli, biraz yoksul olmasına rağmen, genel anlamda hayatla barışık ve birbiriyle uyumluydu.
Bir dağın tepesine kartal kanatları gibi yayılmış olan köyüme geçen hafta amcamın vefatı nedeniyle gittim.
Bir zamanlar içinde çocuk cıvıltıları olan avlularda şimdi otlar, çalılıklar türemiş. Yanından geçerken taze tezek kokuları duyulan ahırlar şimdi eski eşya depolarına dönüşmüş, koyunların çıngırak sesleriyle şenlenen sokaklarda köpekler yan gelip yatmış "havlayacak ne bir çocuk, ne bir genç kaldı" der gibisinden umutsuzca bakıyordu.
Evlerin çoğunun yıkılmaya yüz tuttuğunu, kimisinin tamamen döküldüğünü görmekten mutsuz oldum, bazılarının terk edilmişliklerine üzüldüm. Omuzlarımızda su taşıdığımız çeşmeleri görünce köyün hayat kaynaklarının bile kuruduğunu fark ettim. Ben çıkarken yeni açılan mezarlığın nerdeyse dolduğunu görünce tüm gücüm çekilmişti. Mezar taşlarının üzerindeki isimleri teker teker okuyup insanları hatırlamaya çalıştım. Kimini çok iyi hatırlıyordum, kimini hiç hatırlayamadım ama çocukluğumu güzel kılan insanların çoğunun hayattan gittiğini görmek içimi acıttı.
Suyu Kurumuş Köy Çeşmesi
Camları, kapıları kırılmış, resmen bir harabeye dönen, benim hayat serüvenimin başladığı ilkokulumu görünce, yılların acımasızca geçmiş olmasına isyan ettim ama artık hiç bir şeyin geri dönmeyeceğini kabul ettim. Çocukluğumun tüm güzel anılarının yitip gittiğini görmenin üzüntüsü birkaç gün boyunca içimi yakmaya devam etti.
Harabeye dönen İlkokulumuz
Bizim köye göçen ilk kuşak, yeni vatanı sahiplenmek, yeni hayatı var etmek, bulundukları yere tutunmak için çok çalışmıştı, ikinci kuşak var olanı biraz daha geliştirmek için uğraşmıştı ancak üçüncü kuşaklar için koşullar değişmişti. Ben ortaokuldayken devlet, ormanları meşe ağacından çama dönüştürme kararı almıştı. Ormanın azalmasıyla bulunduğu yerde hayatını devam ettiremeyeceğini fark eden gençler geleceklerini başka yerlerde aramaya başladı.
İlkokul öğretmenimle başlayan, köyün dışında okumaya gitme serüveni, ben ve bir kaç öğrenciyle biraz hareket kazanmıştı ama çoğunluğu yatılı okulu kazanamayan dağ köyünün gençlerinin, hayatlarını devam ettirmek için köyden uzakta çözüm aramaktan başka şansları yoktu.
Aileler çocuklarının iki saatlik mesafelerdeki fabrikalara gidip gelirken yaşadıkları yıpranmaya daha fazla dayanamayınca göçün hem hızı hem de şekli değişmişti. Gidebilenler ailece fabrikaların çevresindeki yerleşim yerlerine taşınmış, geride düzenin koruyucusu, yeni koşullara, yabancı çevreye ayak uyduramayacak yaştakiler, ailenin büyükleri, nineleri, dedeleri kaldı.
Köye en son yıllar önce gittiğimde, tanıdığım bir çok insan hala yaşıyordu. Şimdiyse hem az kişi kalmış, hem de kimi görsem gözler yaşlı, yüzler kederli, ruhlar kırılgan, sesler boğuk ve ağlamaklı, beklentiler minimize edilmiş, arada bir gelecek çocukların, torunların yollarını gözlemekteler.
Annem ve babamdan gözlediğim ve tanıdığım yaşlılardan dinlediğim kadarıyla, insan yaşlandığında bildik yüzleri görmek, tanıdık sesleri duymak, sevgi ve şefkat dolu gözlere bakmak, güvenli, yumuşak kollar tarafından sarılmak istiyor.
Hayatın aynen devam ettiğini bilmek, yani her gün kapının önünden geçen biriyle sohbet etmek, bakkaldaki ekmeğinin ayırtıldığını, kapı önüne çıktığında sokaktaki kedinin ayaklarının çevresinde dolanıp mırıldanmasını, bir iki konu komşuyla oturup sessizce akşam güneşini batırmayı, saksıdaki çiçekleri sulamayı, bahçedeki gülleri koklamayı istiyormuş.
Köyden çıktığımda hayal kırıklığım had safhada ve değişime karşı isyan duygularım çok kabarıktı. Ama hayat devam ediyor.
Alaçatı Yel Değirmenleri Tepesi
Bir kaç gün sonra, sörf öğrenmek için Alaçatı'ya gittim. Benim köyümle bu köy birbirine çok benziyordu. Alaçatı'ya da insanlar Yunanistan'dan gelmiş, burda yaşayanlar Yunanistan'a gönderilmişti. İki katlı taş evlerin renkli kapıları sokağa açılıyor, kare kaldırım taşları döşeli daracık sokaklarda kapı önü muhabbetleri için ayrılmış köşeler, havanın soğuk olduğu zamanlarda sokağın hareketini izlemeye yarayan derin pencere önleri, cumbalar, kepenkli camlarda sardunya ve biber saksıları, yarıya kadar beyaza boyanmış dış duvarlar, kiremit tuğla çatılar, üçgen yüksek tavanlar, dar sokaklar, avare avare dolanan köpekler, aç kediler, duvar diplerine dikilmiş mor pembe renkli zurna çiçekleri, bahçeleri serinleten incir ağaçları, altında sedir kurulu asmalarıyla çocukluğumdaki köyümü hatırlattı bana Alaçatı. Bu küçük köyün sakinleri de toprağını, havasını, rüzgarını, ağacını, bitkisini, yaşam kaynaklarını hiç bilmedikleri bir yerde yaşamak zorunda bırakılmışlardı.
İlk gelenler, geride bıraktıklarını, Ege'nin ılık rüzgarlarına savurmuş, gelecek umutlarını ve hayatlarını buraya bağlamış, ikinci üçüncü kuşaklar makineleşmenin hızına ayak uydurup yeni hayatlar uğruna büyük kentlere göç etmişlerdi. Yine geride yaşlılar ve hasbelkader orda yaşamayı becerebilenler kalmıştı. Fakat onların da hayatları son yıllarda büyük bir değişime uğramıştı. Yıkık dökük binalarında minimumla yaşamaya devam eden köylü, büyükşehirlerden gelen çok paralı insanların ilgisine maruz kalmış. İlk zamanlar hem buradaki hayatın durağanlığına, hem insanın sıcaklığına ve hoşgörüsüne, hem de doğanın güzelliğine takılan büyük şehrin yorgun ve aç insanı, önce orayı kafa dinleme yeri olarak bellemeye başlamış. Sonrası o bildik hikaye.. Yerli malı mucizesi Alaçatı!
Son on yıl içinde hızla dönüşüme uğratılan Alaçatı ve çevresindeki sahil kasabalarında, şimdilerde dizi oyuncularını görme yarışı, gelinliklerle düğün fotoğrafları çektirme modası, Çeşme'nin gece kulüplerinde eğlence gösterişleri, Foça'nın Rum meyhanelerinde İstanbul'da yapamadığı her şeyi yapabilme özgürlüğü, Urla deniz kenarında askeri nizam dizili balık lokantalarında yenilen balık menülerinin yüksek faturalarıyla övünmeler ve daha neler, kim bilir ne görgüsüzlükler.
Moda Gelin Fotoğrafları çetirmek. Her değirmenin önünde bir çift
Alaçatı'nın köy meydanında, muhtemelen eskiden kahvehanelerin olduğu yerde, şimdi bir kaç tane kafe bar en gösterişli ve açgözlü halleriyle kurulmuşlar. Meydana bağlanan dört sokak boyunca içleri aydınlatılmış mekanlarda son derece pahalı malları, menülerdeki bir bardak çayın ve kahvenin, bir kilo un kurabiyesinin, bir külah dondurmanın fiyatını görünce sokağın sonuna ulaşana kadar içime sıkıntı bastı. Bunlar, muhtemelen burada yaşayan sıradan insanların her gün içtiği, yediği şeyler iken şimdi lüks tüketim ürünü haline gelmişti.
Buradaki değişim bizim köyden daha vahim görünüyordu. Tabii bu arz ve talep çok belirgin bir fiziksel değişime de neden olmuştu. Kurnaz müteahhitler, hemen zenginlerin ihtiyaçlarına uygun çözümler üretmişler. Makilik yamaçları ta tepelerine kadar betonlamış, yol kenarlarında plastik şişelerin yığınlar halinde atıldığı, çoğunda kaldırım bile olmayan dar sokakların, tarlaların arasına kepenkleri kapalı, gösteriş için edinilen, hesapsızlık belirtisi yazlıklar yapılmış, çoğunluğu küçük teknelerin bulunduğu balıkçı limanlarına bağlanmış birkaç yelkenli, sokaklarında köpeklerin avare avare dolandığı, köşeleri dolandıkça artan rüzgarın ıslıklarından başka ses seda çıkmayan "Gost Town"lara dönüşmüşler.
Her yer çirkin, kaba binalarla dolmuş.
Yarımadanın dağı taşı fiziksel gelişmişlik örneğini sergiliyor, plansızlık tüm haşmetiyle bizleri selamlıyordu.
Eserlerinizle gurur duyuyor olmalısınız paralı, pullu, kelli, felli baylar, bayanlar.
Müteahhit Mucizeleri, Gost Town.
Antalya'da kış boyunca sinek avlayan beş yıldızlı yüzlerce otel, Ege'de yılda bir kaç hafta gidilen yüzbinlerce yazlıklar. Yarattığınız kaba, çirkin mekanlarınızda devam ettirdiğiniz duyarsız, ilgisiz hayat tarzlarınızdan dolayı sizleri kutluyorum. Kıyıları, kasabaları, hayatın üretilmediği, yenilenmediği, hiçbir kültürel ve sportif faaliyetin yapılmadığı, doğanın ve çevrenin araştırılmadığı, en güzel ve verimli olması gereken toprağın ve suyun, plansızca heba edildiği başka bir yeryüzü parçası daha yoktur herhalde.
Aslında dünyanın amatör ve profesyonel su sporcuları tarafından yıllar önce keşfedilen Alaçatı körfezi dünyanın en ideal sörf öğrenme ve yapma yeri olarak ünlenmişken, bizim yerli turizmciler ve açgözlü girişimciler tarafından eğlence ve kültür erozyonuna uğratılmış, şimdi sörfün önemi gece kulüplerinden, meyhanelerden ve barlardan sonra geliyor. Ne de olsa bütün gün sörf yapan bir sporcunun sabaha kadar eğlence kulüplerinde geçirecek çok fazla enerjisi de vardır.
Sörf Cenneti Alaçatı. Müthiş bir olanak çok güzel bir koy..
Bu coğrafyanın iklim ve fiziksel olanakları her türlü spora uygun olmasına rağmen yerli insan siyasetle ilgilenmekten vakit bulup da spor yapamıyor. Henüz sporun faydaları bile yeterince bilinmiyor.
Ben Alaçatı'ya sörf öğrenmek için gittim. İlk iki günde yorgunluktan fazla gezmeye enerjim olmadı ama ilk gece oturup bir iki yudumluk küçük fincanlarda içtiğim Türk kahvelerinin fiyatları kafamda soru işaretleri yaratmıştı zaten. "Eğer burada yaşayan insanlar da bir kahvenin bedelini verebiliyorsa ne ala." Madalyonun diğer yüzünde ne olduğunu merak edip, arka sokakları dolaşmak istedim.
Dolaştıkça köyün diğer yüzüyle yani gerçeklerle tanıştım. Önce gördüklerim, her şeye rağmen değerlerine tutunmaya çalışanların olduğunu ve kopyacı kafanın her bir kareyi kaplamamış olduğuydu ve umutlanmıştım ama insanların duruşları ve bakışlarından umutlarım hemen yok olmuştu.
Alaçatı arka sokaklar
Sokaklarda kediler köpekler avare avare dolanıyor, kapı önlerindeki plastik sandalyelerinde dip dibe oturmuş yaşlı erkekler, çekirdek çitleyen kadınlar daracık sokaklardaki evlerinin önünde güneşin batmaması, havanın kararıp içlerindeki yalnızlığa bürünmemek için günün son dakikalarının keyfini çıkarıyorlardı. Belki de yitip giden, giderken tüm umudunu da alıp giden hayırsız çocuklarının yolunu bekliyor, kendilerinin oluşturamadığı, devam ettiremediği hayatı başkalarının eline teslim eden komşularını düşünüyor, dışardan gelenlerin agresifçe koyduğu yüksek fiyatlara anlam bulmaya çalışıyorlardı.
Dışardan gelenlerin aşırı sorumsuz halleriyle bir arada yaşayamayan, ellerindeki son yıkık dökük evlerini de satıp ölüm masraflarını karşılamak için astığı "Satılık Ev" ilanlarının altında bekleyen yaşlı ve umutsuz toprak insanının, köylünün yaşadığı yer değildi, Alaçatı.
Tüm sokakları adım adım gezdikten sonra güneş batmadan önce, son ışıklarını sergilediği bir mekanın, sarı sıcak sundurmasında oturup, kendime bir bardak limonlu soda söyledim.
Soluklanma, sorgulama, geçmişe yolculuk.
Mekanın sokağa açılan kapısının önünde oturan yaşlı kadın ve duvarda asılı "Satılık Ev" ilanına gözlerim takıldı. Zihnim tüm Alaçatı'ya, hatta bizim köye gitti, dolandı.
Bu coğrafyadaki kadar kadersiz bir insan serüveni ve köksüz bir hayat anlayışı olmadığını düşündüm.
Birbirlerine yıllarca bitişik yaşayan insanları bulundukları yerden alıp göç ettirmek, bilmedikleri bir yerlerde ve coğrafyada yaşamaya zorlamak kadar acımasız bir anlaşma olamazdı. Hem buradan gidenlere, hem oradan gelenlere çok yazık olmuş diye düşündüm, ki kim bilir ne acılar yaşanmış, ne hayatlar mahvolmuştu. Anneannemin göç sırasında ağaç kabuklarını ıslatıp yediklerini söylediğini hatırladım.
Türkiye'nin ve Yunanistan'ın bir türlü bellerini doğrulatamamalarının nedeni sanki sırf buymuş gibi geldi.
Doksan yıldır bu coğrafyada yaşayanlara, ne üzerlerindeki toprak, ne etraftaki insan, ne soluduğu hava, ne içtiği su, ne hayvanlar, ne bitkiler, ne de sesler tanıdık bildik değildi ki nasıl geliştirsinler yaşamın detaylı ürünlerini, hayatın yüzyıllar gerektiren alışkanlıklarını, nasıl sıkı sıkıya bağlansınlar da yükseltsinler değerlerini.
Bir ağaç gibidir insan, bir kere koparıldı mı kökünden başka bir yerde tutması ve yeşerip etrafına gölge yapması yüzyıllar gerektirir.
Koparmayın artık bu insanları doğdukları yerlerden, uzaklaştırmayın bildiklerinden. Diplerine kadar girip görgüsüz hallerinizle huzursuz etmeyin, hayatlarından uzaklaştırmayın, yerlerinden göç ettirmeyin başkalarını.
Paralarınızla yeni kentler kurun kendinize, kendi hayat biçimlerinize uygun, size ait, sizin gibi olsun. Dikkat edin de yeterince kaba, çirkin ve görgüsüz olsun ki tatmin olun.e görgüsüz olsun ki tatmin olun...