Aklımdan Çıkmayacak Güzel Milan Seyahati

Vancouver'dan çıkarken aklımda ve hedefimde İtalya'nın bir yerinde yaşamak vardı. Malta'da bir süre yaşadıktan sonra Akdeniz sahillerindeki üç ülkenin gözde şehirlerini gezip yaşanacak yer için bakınmaya çıktık.

Barcelona-Nice-Roma üçlüsünden ilk gittiğimiz Barcelona'yı çok sevmiştim, ama Nice hem çok fazla Fransız geldi hem de küçüktü. Bir sonraki durağımız Roma'ydı. Zaten benim asıl hedefimde İtalya’da yaşamak vardı ama bazı şeylerden dolayı rotayı çevirmiştik. Vancouver'ın altı ay kışında düzenli olarak kursa giderek öğrendiğim İtalyancamı kullanmak için sabırsızlanıyordum.

Biz Nice'teyken "İzlanda’da yanardağ patladı ve kül bulutları yavaş yavaş Avrupa'ya iniyordu. Nice havalanında uçakların bir kısmı hala kalkıyordu. Sabah havalimanının programına bakıp uçuşa son iki saat kala otelden çıktık. Havalimanı Nice şehir merkezine 20 dakika mesafedede ama biz varana kadar bizim uçuş da iptal olmuştu.

Havalimanında yaşadığımız sıkıntılı bir kaç saatten sonra kendimize bir THY uçağında yer bulup da İstanbul'a yol aldığımız için şanslı hissediyordum.

O gün bugündür ben hep İtalya'ya gitmek istiyorum ama ikinci bir girişimim de direkten dönünce Gökyüzü Tanrıçam benim İtalya'ya gitmemi istemiyor diye yorumladım. Nasılsa vakti gelince gideriz diyerek İtalya hayalimi bir kenara koydum.

Hem Darling'imin göz ameliyatları, hem de heykellerden dolayı geçen sene Ekim'den beri memleketteyiz. Bir yerelere gidip modern hayat ihtiyacımızı gidermezsek yani dünyanın bir yerlerinde bizdeki karmaşadan uzak, siyaset değil sanatla ilgilenen bir toplum olduğunu hatırlamazsak burdaki çekişmelerin arasında kaybolup gideceğiz, memleket meseleleri dayanılmaz ağırlığıyla bizi de çiğneyecek diye kısa bir gezi planladım. Önce yıllardır görmek istediğim Art Basel vardı, ordan sonra trenle en yakın İtalya kasabasına yada şehrine kadar gideriz. Bir kere sağ salim şu İtalya topraklarına ayak basalım, hoşumuza giderse ve Gökler Tanrıçası da izin verirse diğer şehirlere de gideriz diye uzun plan yapmadım.

Art Basel bittiği akşam, İtalya'nın Milan kentinde bir otel odası ayırdık. Sabah erkenden Basel tren garına gittik. İki adet birinci sınıf bilet alınca Gökyüzü Tanrıçama bizim yolumuzu açmasını, gerekirse Yeryüzü Tanrısıyla konuşup hiç bir engel olmadan İtalya'ya ulaştırmasını rica ettim.

Oh be... Yolculuk öncesi valiz çanta taraması, check-in kuyruğu, bilet ve pasaport kontrolu, kapıya gidin anonsları olmadan seyahat etmeyeli yirmi yıldan fazla olmuştu. Uçak gibi koltuğa oturana kadar kapı kapı dolaşıp görevlilerin kerhen davranışlarıyla karşılaşmıyorsun. Tren perona girer girmez kapılar açılıyor, biletinle vagonuna girip oturuyorsun. Koltuklara önündekiyle arkandakinin arasına sıkışmadan oturuyorsun. En önemlisi de yeryüzünü görebiliyorsun.

Çay kahve servisi ve yemek salonu da var. Pasaport kontrolü yok ve bilet kontrolü için görevlililer oturduğun yere geliyor. 

İsviçre'nin dağlarını ve İtalya'nın göllerini seyrederek dört saatlik yolu süper rahat bir şekilde ve keyifli gidiyorduk. 

Darling'imin konfor takıntısına bazen kızsam da o an teşekkür ettim. Avrupa'yı bundan sonra trenle gezmeye karar verdik.

İsviçre'nin süper temiz, tertip ve düzeninden sonra İtalya'nın doğallığı ve döküntülüğü hemen belli oluyordu. Milan tren garında metroya binme gafletinde bulunduk. Bu seyahatte tüm rotayı, adım adım ne yapılacağını, neyle, nereye gidileceğini Darling’im yaptı, ben onu takip ediyordum.

Metrodaki insanların ve metronun döküntülüğünü görünce "bunca senedir hayalini kuruduğum İtalya bu muymuş" diye hayal kırıklığına uğradım. "Altı üstü bir iki durak gideceğiz, sık dişini" dedim kendime ama içimden de metrodan çıkmadan bir dönüş bileti alıp İsviçre’ye geri dönmek ve bir an önce kendimi Akdeniz'in serin sularına atmak geçiyordu.

Darling’im yıllardır İtalya'yı hayal ettiğimi bildiğinden, görünenlerden pek memnun olmadığımı anladı. "Acele karar vermeyelim" dedi. Artık benim yüz ifademden ne düşündüğümü biliyor da, mutsuz olduğumda dert anlatmak zorunda kalmıyorum. 

Tren bizim durakta durunca indik. Bir süre karşı perona geçip geçmemeyi düşündüm. İçimdeki ses "hadi bir şans ver kendine, üstelik oteli de ayırttık ve İsviçre’ye geri dönüş treni kimbilir kaçta, belki de bugün yoktur." dedi. İnsan bir yerden çıkarken hiç geri dönüşü düşünmüyor ya, işte şimdi o ikilemde kalmıştım. Çıkış kapılarına doğru yürüdük. Milan'ın metrosu gördüğüm en bakımsız ve eksik informasyonlu sistemdi.

Çıktığımız yerde gördüğüm manzara karşısında donakaldım, kelimenin tam anlamıyla afallamıştım. Muhteşem kocaman bir meydandaydık. Tam karşımızda yüksek ve gösterişli, süper dekoratif freskleri ve kuleleriyle Milano Catedrali, üzerine güneşin yumuşak sarı ışıkları düşmüş muhteşem görünüyordu.

Meydanının dört yanında dört-beş katlı binalar, hepsi Roma dönemi yapıları, sütünlu, freskli, yüksek camlı. Meydanda binlerce insan, her yöne yürüyor, merdivenlerde oturanlar, dikilenler, etrafa bakanınlar, satıcılarla hayat akıyordu ama sakin mi sakin. Etrafımda 360 derece dönerek her tarafa bakındım, bizim aksi yönümüzde, meydanın doğu tarafında insanlar karınca gibi görünüyordu.

Milan Katedrali

İyice etrafı kolaçan ettikten sonra Darling’im ayırttığı hotelin adresini haritadan bakıp tahmin etmeye çalıştım, o an yön kavramımı bile yitirmiştim. Darling’ime yön kavramını çalıştırmıyor diye kızardım ama benim ki de dumura uğramıştı.

İnsanların sel gibi bize doğru aktığı yöne doğru gitmeye karar verdik. Meydan bitti, kocaman vitrinli dükkanları ve yuvarlak vitray tavanı olan süper geniş, kapalı bir çarşıya daldık. Tanrıçam o ne muhteşemlikti, ne artistlikti, ne asaletti.

O an kendimi Roma döneminde yaşayan bir Kraliçe gibi hissediyordum. Ohhh beee.. Darling'imin bir zamanlar bir Kraliçe olarak yaşamış olduğuma dair dalga geçmesinin aslı varmış demek ki sanki çok eskiden bildiğim bir yere geri dönmüş gibiydim. Tatlı cadıdaki Sementa gibi ışınlanmışcasına hafiflemiş ve gençlik yıllarına gitmiş gibi heyecanlanmış, ilk görüşte aşık olmuştum.

Yeryüzünün hiçbir yerinde bu kadar çok dışa yansıyan, insan yapımı güzellik görmemiş gibiydim. Hani aşık olduğunda hayatında başka hiç bir şeyin varlığını hatırlamıyorsun ya, zihnim hızla eskileri silip gördüklerimi yutuyordu. Yıllarca antik kentlerde yıkık dökük gördüğümüz sütünlar, freskler, geniş taşlar, yuvarlak kapılar, alınlıklar sapasaplam ve dimdik duruyordu. Tavanlarda, kapı üstlerindeki camlarda, pencerelerdeki vitraylarda sarılar, turuncular, kırmızılar, maviler, tüm renkler capcanlı halleriyle kullanılmıştı. Dükkanların içleri kocaman, bol ışıkla aydınlatılmış, kıyafetler şıkır şıkır mankenlerin üzerinden çıkmış gibi insanların üzerine geçirilmişti. Sanki metroda gördüklerim şakaydı.

Darling’im aval aval bakınmayı bırakıp o anki hedefimize odaklanmamız gerektiğini bildirmese ayda yürüyor gibi yolun sonuna kadar devam edecektim. Elindeki adresten sokak adını söyledi, haritaya baktık bir sokak geçmişiz. Geri dönüp otelin olduğu küçük meydana açılan sokağa girdik, elli metre sonra köşede bizim oteli elimizle koyduğumuz gibi bulduk. Meydanın diğer köşesindeydik, yani o devasa yapı katedralin arkasındaydık. 


Cathedrali di Duomo'nun yan tarafı

Otel, Darling’imin konfor ve merkez takıntılarını çok iyi yansıtıyordu; yüksek tavanlı, ihtişamlı bir İtalyan binasıydı. Her yerde mutlaka şehrin merkezinde olmak gibi bir takıntısı olduğundan biz yemek-içmekten vazgeçeriz ama merkezde kalmaktan vazgeçmeyiz. Çoğu zaman iyi de oluyor. Akşamları herkesin olduğu yerde olmak, eğlenceyi kaçırmamak demekti. Ona kalsa bütün gün odanın camından hayatın devam ettiğini seyretmek yeterdi ama benim kurtlarım rahat vermediğinden hemen kendimi dışarı atıyordum.

Otelin döner kapısıdan girip dipteki resepsiyona yürüdük. Bu resepsiyon işine hep mi ince, uzun, yakışıklı çocukları alırlar yoksa benim şansıma mı çekici bir Italyan erkeği düştü, bilemedim!

"Boncorno" dedim, çocuk benim İtalyanca'yı su gibi bildiğimi zannedip bir sürü şey sıraladı. Ama ben "piano, piano" deyip hemen anadilim İngilizce'ye döndüm.

Benim altı aylık İtalyancam yıllar içinde beni terk etmişti. Bir daha da uno, due, tree gibi ona kadar saymak ve pronto, bonjorno, bona sera, gibi birkaç selamlıktan başka kelime hatırlayamadım.

Yakışıklı İtalyan'a biraz kur yapıp odamızı bir üst seviyeye yani yönetici suitine çekmesini sağladım. Eh bazen güzelliğimi de işe yaratıyorum ya da İtalya'nın bana hoşgeldin hediyesiydi. Oda çok güzeldi gerçekten ama güzel bir manzarası yoktu. Mümkün olsaydı sürekli o otelde yaşamak isterdim. Ama yine de kendimizi en hızlı şekilde dışarı atmak istediğimi belirttim. Gün bitmeden etrafı bir turlamam gerekiyordu. Bu şık ve artistik ortamı mümkün olduğunca içime çekmeli, ruhumu ve zihnimi doyurmalıydım.

Odadan çıktık geldiğimiz yönden gidip biraz önceki meydana açılan sokağa girdik. Sokaklar insan kaynıyor, meydan cıvıl cıvıl, hava ılık, güneş ışıkları binaların duvarlarına yumuşakça yayılmış, insanların hareketleri, duvarlarda ve meydanın taş kaldırımlarında sürekli gölge oyunları sergiliyorlardı.

Biraz oturup hayatın cıvıltısını ve enerjisini izlemeye daldık. Karşımızda katedralin ihtişamlı kuleleri, etrafta İtalyanlar ve dünyanın her yerinden gelmiş insanlarla yeryüzünün şu ana kadar gördüğüm en güzel parçasında kaybolmuştum. Ya gerçekten bu ülkenin havası ve atmosferi güzeldi yada benim ruh halim süperdi. Ama şu ana kadar İtalya'ya gidip de beğenmeyen bir insan tanımamıştım, demek ki herkesin dediği kadar güzeldi.
Yaşasın Roma'lılar. 


Galleria Vittorio Emanuelle II 

İki fincan caffè corretto alla grappa içtikten sonra dolanmaya başladık. Galeria Vittorio Emanuele II’nin tavanına baka baka yürürken Darling’im film yıldızlarının bodyguard'ları gibi önden giderek yolu açıyor, "önüne bak, dikkat et, sola kay, dur, yürü, bekle, geç" komutları veriyordu.

Oradan Leonardo Da Vinci’nin heykelinin durduğu küçük bir meydana çıktık. Mutema adam Leonarda’nın yüksekçe bir platformda duran ayaklarını öperek, hayatımıza katkılarından dolayı ona teşekkür ettim.

Karşısındaki 200 yıllık tiyatro binasından çıkan şıkır şıkır kıyafetleriyle İtalyan’ların geçislerini yine hayranlıkla ve ağzım açık seyrettim. “Ben daha önce hiç biryer görmemiş miydim” acaba diye düşündüm. Darling’im elinde harita “bu yöne gidicez” diyor, ben onu takip ediyorum, ama gözlerim vitrinlerdeki şık, ilginç dizayn edilmiş kıyafetlerde, yanımdan geçen kadın-erkek İtalyan'ların zarif ve doğallıklarında, sokakların binaların temizliğinde düzeninde ve kaldırımların genişliğinde, araçların modellerinde, yeniliğinde ve etrafın huzurundaydı. Öyle anlattıkları gibi korkunç veya karmaşık bir trafiği yoktu, son model arabalar yavaşça akıyorlardı. Işıklar çalışıyor, yayalar ezilmiyor, sakince yürüyorlardı. 

Gördüğümüz dar ve çiçekli, trafiğe kapalı bir sokağa daldık. Önümüze çıkan kalabalığın arasından geçelim derken kendimizi flaşların ve zumlu objektiflerin, pahalı fotoğraf makinalarının, rengarenk kıyafetlerinin içindeki yakışıklı erkekleri, güzel kadınları, her renkten ve her ırktan en ilginç kıyafetlerini giymiş insanları çekme yarışının içinde bulduk. Fotoğrafçıların kimisi sokağın tam orta yerinden yürüyerek arada durup poz verenleri çekiyor, kimi durmadan hızla sıvışmaya çalışanları yakalamak için kenardaki izleyicileri eziyordu. Kaldırımda duranlar sokağın içindeki hareketi takip ediyor, bazıları selfie yapmaya çalışıyordu.

Binaların avlularından ilginç kıyafetleriyle insanlar girip çıkıyor, kapıların önünde kalabalık gruplar halinde bekleşiyordu. Neye uğradığımızı şaşırmıştık, herkes şıkır şıkır bir biz köylü kalıyorduk. Bu uzaydan gelmiş iki ayaklıların arasından sıyrılıp sokağın öbür ucuna ulaşmamız gerekiyordu.

Arada Darling’im arkasını döndüğünde, ben yanımdan geçen yakışıklı İtalyan erkelerine gözlerimi süzerek, hayran hayran bakıyordum. İtalyan erkeklerinin yakışıklı olduğunu duymuştum ama bu kadar çekici, şık ve metroseksüel olduklarını bilmiyordum.

Bilsem tabii ki Darling’imi bir yerlerde eker, yalnız gelirdim! Adamın zaten oturduğu yerde oturmak canına minnet. Koyuverirdim önüne tuvalleri, boyaları, fırçaları, açardım TV'de güzel bir film, hem boyasın hem izlesin. O hayatı TV ekranı ile resim yapmak arasındaki mesafede yaşasın. Ben de Milano'da yakışıklı İtalyan mankenleriyle fink atardım, ah mankafa kafam!

Kendime "Milan'a tekrar gelmelisin ama yalnız!" dedim.


İtalyan Erkek Modelleri 

Aralarından gözüme takılan ve ilginç gelenleri memlekete dönünce, uakışıklı erkek görmeyi özlerim diye açıp açıp bakmak üzere makinamla yakalayıp ölümsüzleştirdim.

Arakadaşlardan birilerine de hemen whatsup’ladım. Birinin yanıtı şu olmuştu "O ne ya, onlar erkekse, burdakiler Manda mı?" Artık onu memleketin erkeklerine sormak lazım, ama onlara da soru sorulmaz zaten. Neyse ne? hem İtalyan erkelerinden bize ne?


Caruso, güzel İtalya'yı sunar!

Görsel bir şöleni yakalamış olmanın sarhoşluğuyla, daireler çizerek, arkama bakarak, yan yan sekerek, kulağımda Lara Fabian’dan Caruso’yu dinleyerek sokağın sonuna, Darling’imin beni beklediği yere ulaştım.

Bir daire çizip çıktığımız meydana geri döndüğümüzde benim aklım hala gerideydi. Acaba bu akşam nereye gidecekler diye merak ediyordum.

Gece olmaya, karanlık basmaya yüz tuttuğunda biz de epey yorulmuştuk. Meydan, sanki hiç güneş batmamış gibi ap-aydınlıktı, kocaman yüksek lambalarla aydınlatılmış, etraftaki kalabalık hiç azalmamış, hala insan kaynıyordu. 

 
Oturup da kalkamadığım cafelerden biri

Meydanın etrafındaki kafeler ve restaurantlar tıklım tıklım doluydu. Bu insanların evleri yokmu diye düşündüm. Ama belki de onların TV dizileri yoktu, zavallılar! Zor yer bulduğumuz kafelerden birine, ayaklarımızı dinlendirmek ve bir şeyler atıştırmak için oturduk. 

İşte İtalya’da istediğim hayat vardı, geceleri rahatça dışarda dolanıp takılacağın açık havada mekanlar, gündüzleri parklar, caddeler, dükkanlar, ihtişamlı binalar, gıcır gıcır son model arabalar, rengarenk kıyafetleri içinde zarif kadınlar ve olmazsa olmazı yakışıklı erkekler! Hayat İtalyan’lara güzel! Viva İtalya.

Gecenin ilerleyen saatlerinde ne yaptığımızı hatırlamıyorum. Ertesi sabah Milan’ın ana caddelerini, diğer meydanlarını, önemli binalarını, kültürel merkezlerini, ara sokaklarını ve arka mahallelerini dolaştıran bir tura katıldık. Üstü açık otobüsün tepesinde, güneşin altında, tüm gün dolaşırken Milan’a aşık oldum. Bazı gördüklerim sanki tanıdık ve bildikti, acaba önceki hayatımda Milano’da yaşamış, berduş bir Aşık’mıydım. Yoksa bir devrik Kraliçe veya bir Kontesmiydim? Neden kendimi bu kadar özel ve güzel hissediyordum? Bu şehirde bana dair ne vardı? 

O gece yine meydandaki kafelerden birine oturduk. Gökte dolunay, etrafta yine şıkır şıkır İtalyanlar hem onları izliyor, hem de daha önce gelmediğime biraz kızıyorum, ömünden geçen her tipe hayranlık duyuyordum. İkinci margaritanın dibini etmek üzereyken, kafamdaki herşey yer değiştirmeye, eşyalar ve binalar hareketlenmeye, insanlar yerden birkaç metre yukarda yürümeye başlamıştı.

Darling’im her zamanki gibi sigarasını tüttürüyor, güvenli limanı olan capucinosunun dibini yalıyor, benim kalkalım dememi bekliyordu. Artık en sona biz kalmıştık ama garson nedense kalkmamızı istemiyor, bir margarita daha satarsam kardır diye bana bakıyordu. Darlingimin sigarası da tükenmişti. Nasılsa köşeyi dönünce hotele varırız diye düşünüyordum ama oturduğum yerde bile başım felaket dönüyordu.O halimle kalkamayacağımı fark ettim

Sonunda hafiften Darling’ime yaslanarak kalktım, yürümeye başladım. O nereye sürüklerse oraya gitmek üzere ilk defa kendimi ona yaslamıştım. Kötü olduğumu anladı, "biraz açılmak istersen meydanda dolanalım" dedi. "Iyi olur" dedim.

Meydanın ortasına geldiğimizde artık ayaklarım beni taşımıyordu, başım dönüyordu. Ortadaki sütunlardan birinin dibinde durduk ama ayaklarımın üzerinde duramayıp boylu boyunca yere uzandım. Darlingim başımda, nefes almaya, midemdeki ve başımdaki dönmeyi azaltmaya çalışıyordum. Etraftan gelip geçenlerin konuşmalarını hala duyuyordum. Yapışık bir satıcı yanımıza geldi Darling’im zor def edebildi. Organ mafyasının iş başında olabileceğini hatırladım ve ona “beni burda bırakma!” dedim.

O da kendine pay çıkardı “Tüh kaçırdım. Yıllardır senden böyle bir şey duymayı bekliyordum. Bu tarihi anı kaydetmeliydim” diye espri yaptı.

Biraz sakinleşince ayağa kalktım, otele kadar beni sürükledi. Odaya girer girmez tuvaletin klozetine sarıldım. Klozetle sarmaş dolaş, sabahladık. O arada Darling’ime “beni burdan götür” demişim. Ertesi gün yatakta geçti. Bir sonraki gün eve sağ salim ulaştık.

Milan aşkım bana ilk insafsızlığını yaşatmıştı. Ben onun havasına, mimarisine, modasına yani görünümüne aşık olmuştum, bir de ruhunu keşfetseydim, kimbilir kaç gece, nerde, nasıl sabahlardım?

Ama aşk duyguların en güzelidir!  O gecenin acısı geçti, Milan’ın güzelliği hala zihnimde capcanlı. Hoşçakal aşkım Milan! Yakında yine gelirim.


"Hayat İtalyan gibi yaşamamak için çok kısa"


Mağaza dekorasyonları


Heykel ve kıyafet beraber


Yeni ile eskinin uyumu


İtalyan Erkeği heykeli


Yıllanmış zeytin ağacı kurutulmuş, mağazanın tavanında asılı


Mağaza dekorasyonları


Dış Cephe taş yontma işçiliği

Dikiş Makinası heykeli cadde ortasında