Amerikan İç Savaşı'nda tamamıyla yakılıp harap olmuş, ancak kendini hızla yenileyerek bir ticaret merkezi haline gelen Atlanta, 1837'de iki demiryolu hattının kavşağında kurulmuş olan kent, hepimizin bildiği “Amerikan İç Savaşı” veya diğer adıyla “Eyaletler Arası Savaş”a sahne olmuş. ABD’nin Washington’daki yönetimi ile ülkeden ayrılmak isteyen 11 güneyli eyaletin Abraham Lincoln’ün seçilmesinden sonra 1860 yılında bağımsızlıklarını ilan etmesiyle başlayan bir savaş.
Yüzlerce insanın ölümüyle biten savaşın nedeni ise, kuzey eyaletlerin sanayiye yönelik ekonomileri sonucu köleliğin yasaklanmasına karşı, güney bölgelerde tarım yapan büyük çiftliklerin Afrika’dan getirilen siyahi kölelerden vazgeçmek istememeleri. İşte bu eyaletler Lincoln’ün güneyde de köleliği yasaklayacağından endişelenerek bağımsızlıklarını ilan eder ve iki taraf arasında savaş başlar.
1865 yılında güney ordusunun silahlarını bırakarak teslim olmalarıyla, her iki tarafın askerlerinin yaklaşık üçte birini kaybettiği Amerikan İç Savaşı, kuzeyin zaferiyle sona erer. Ancak ne yazık ki, köleliğin kaldırılmasının yasallaşmasından beş gün sonra kuzeyli Başkan Abraham Lincoln, bir güneylinin yaptığı suikast sonucu vurularak öldürülür.
Bu iç savaşta tamamıyla yakılıp harap olan Atlanta kenti kendini hızla yenileyip ulusal bir ticaret merkezi haline gelmiş. Şehir halkının ve liderlerin "çok çalışmadan dolayı nefret edebilme için zamanımız yok" felsefeleriyle güneyden daha değişik olmaları ile tüm dünyada isim yapmışlar.
Şimdi sizleri tüm bu anlattıklarımı gözler önüne seren bir müzeye götürmek istiyorum. “Atlanta History Museum”.
Martin Luther King günü olduğu için girişi oldukça pahalı olan müze bugün için tüm ziyaretçilere ücretsizdi. Oldukça büyük, başarılı ve güzel organize edilmiş. Girişteki bankodan her türlü bilgiyi alabilirsiniz, zira müze oldukça büyük.
Duvarlarda şehrin tarihini, kahramanlarını ve hikayesini, fotoğraflarla kronolojik olarak görebilir, detaylarıyla öğrenebilirsiniz. Biz girişe yakın bir salonda bulunan, savaşda da görev yapmış çilekeş ‘Texas’ lokomotifi ile başlıyoruz müze gezimize. Savaş da dahil 33 yıl durmaksızın çalıştıktan sonra şimdi müzede yorgunluk atıyor.
Bir eşini Malta’da bir müzede gördüğüm, 360 derece ve üç boyutlu, kanlı savaşı gözler önüne seren ve o günlerde yaşanan acıları gözler önüne seriyor, görüntüler gerçek gibi, müthiş bir emek sergiliyor.
Yıllar boyu yaşanan acılar, yitirilen canlar, savaşta kullanılan silahlar, mermiler, arabalar, bayraklar, savaş haberleri veren gazeteler, kısacası müzenin hayli üzücü bir köşesi…
Neyse ki karşımıza tatil gününü müzede değerlendirmeleri için getirilmiş minik bir çocuklar grubu çıkıyor ve müze görevlisi bir bayanla birlikte söyledikleri ‘We shall Over Come..’ ‘üstesinden geleceğiz’ şarkısı ile biraz yüzlerimiz gülümsüyor, biz de şarkıya eşlik ederek keyifleniyoruz. Daha önce de söylediğim gibi bu pazartesi Martin Luther King günü ve okullar tatil olduğu için çocuklar için çok hoş ve eğlenceli pek çok etkinlik düzenlemiş olan müzeyi de kutlamak gerekir.
Bir de kent içinde küçük bir müze geziyoruz.. “Atlanta Contemporary Art”, küçük ama güzeldi.
Atlanta inişli çıkışlı tepeler üzerine kurulmuş, hepsi de harika bir tabiat ve ağaç örtüsüne sahip, adeta ormanın içine bir şehir kurmuşlar, bu asırlık ağaçlar arasındaki evler tabii milyon değerlerinde. Ancak burada oturmak isterseniz İstanbul trafiğini aratmayan bir trafiğe razı olmanız gerekli, zira kent merkezi hayli kalabalık ve gürültülü, şehir dışında sakin yaşayalım derseniz de bu kez her sabah ve akşam işe gitmek ve dönmek için bu kez daha uzun yol kat edip yine yoğun trafik içine gireceksiniz. Ben Amerika’da gökdelenleriyle hepsi birbirine benzeyeni gürültülü büyük şehirlerden çok küçük kentleri, kasabaları, milli parkları gezmeyi her zaman tercih ederim.
Atlanta'dan "Rüzgar Gibi Geçtim"
Yoo elbette rüzgar gibi geçmedim, nasıl geçebilirdim ki? Üç hafta geçirdiğimiz kentin en ünlü simalarından biri, “Rüzgar gibi Geçti” romanının yazarı Margaret Mitchell’ın kenti burası ve ilk ziyaretimizde onun şimdilerde müze olan, yaşadığı, ünlü romanını da yazdığı ev oldu.
Müze ev eski haliyle, odaları ve içindeki eşyalarının hemen tamamı aynen korunmuş, mutfak eşyaları, yatağı, çalışma odasındaki masası ve üzerindeki daktilo bizi çok eskilere gönderirken adeta tarihi yansıtıyor.
Genç bir görevli bizi oturma odasına davet ediyor, belki de yazarın defalarca oturduğu kanepelerinden birine oturuyoruz. Bayan Mitchell ve romanı hakkında verdiği ilginç bilgileri dinliyoruz, merak ettiğimiz soruları da cevaplıyor. Bahçede bulunan başka bir binada ise film hakkında bir video, filmin Atlanta şehrinde yapılan gala (premier) gecesinden görüntüler, duvarlarda başrol oyuncuları Clark Gable ve Vivien Leigh’nin fotoğrafları ile filmden sahneler bizlere nostalji yaşatıyor.
Georgia eyaletinin en büyük kenti ve başkenti olan Atlanta, Amerika’nın, Delta Havayolları, Coca Cola, CNN gibi dev firmalarından birkaç büyük firmanın merkezi.
Martin Luther King ile Jimmy Carter’ın memleketi ve Amerika’nın en fazla üniversite sayısına sahip 5.kenti. 2017 yılında Mercedes Benz’in Atlanta Falcon’ları için yaptırdığı devasa bir stadyuma da ev sahipliği yapan bu büyük kente ilk gelişim. Hartsfield–Jackson Atlanta Enternasyonal Havaalanı için Amerika’nın yolcu hacmi olarak en yoğun ve kalabalık alanı ve düğüm noktası imiş, ancak uçaktan indikten kısa bir yürüyüşten sonra 5 dakika içinde kendimi bavul konveyörlerinin yanında buluverdim! Üstelik de kentteki üniversitelerinden birinden davet alıp eşiyle birlikte burada yaşamaya başlayan benim sevgili yeğenim ve eşi de oradalardı, kısacası büyük bir alan ama çok güzel planlanarak kilometrelerce yürümek de gerekmiyor...
Şehrin lakaplarından biri ve bence en güzeli, “orman içindeki şehir”, gerçekten de şehir yemyeşil bir ormanın içine kurulmuş gibi, belki gibisi bile fazla. Ağaç örtüsü ile kaplı tepeler üzerine kurulmuş olan kent, merkezi de dahil olmak üzere, pek çok Amerikan kentleri gibi, çok sayıda parkları ile yemyeşil. Kentin hemen mahallesinde ciddi büyük parkları inanılmaz. Tam kent merkezindeki parklardan birinde yürürken gökdelenler ağaçların arasından sanki çok uzaklardaymış gibi görünmekte. Hemen her parkın ortalarındaki göletlerde yüzen ördekler, yürüyüş parkurları, yüzme havuzlu kulüpler, herkese açık tenis kortları gibi çeşitli olanaklar ile halkın hizmetinde.
Bu sayısız parklar haricinde, yine kentin merkezinde bir de botanik bahçesi var ki.. Mutlaka gidip görülmeli. Öylesine muazzam bir büyüklükte bir park ki kentin göbeğinde olduğunuzu anlamıyorsunuz bile. Asırlık ağaçlar ve renk renk çiçeklerle donatılmış yürüyüş parkurları, ilginç ve hoş dizayn bank ve iskemleler, bir kafe, şık bir restoran ve Japon bahçesi, tropikal bahçe gibi bazı özel bahçeler yer almış. Bunların yanı sıra müthiş bir orkide serası var ki illaki gezmelisiniz, bu kadar çok çeşitli, değişik çeşit ve güzel orkideleri bir arada görmemiştim. Renk renk, ilginç ve çok çeşitli türleri bir arada görmemiştim, hangisini çekeceğimi bilemiyorum ve yine fotoğraf çekmeye doyamıyorum hatta bu seradan ayrılmak bile istemiyorum.
Tropik sera da yine çok ilginç, sera dediğime bakmayın devasa bir yer elbette, yüksek boylu tropik ağaçlardan en küçük kaktüse kadar fotoğraflarda dahi görmediğim bitki türleri. Bunların yanında da çok değişik hayvancıklar da var. Siz hiç sarı yeşil mavi renklerde kurbağa gördünüz mü bilmiyorum. Ben görmemiştim, onu da gördüm burada. Üstelik de dünyanın en zehirli hayvanları, sarı, mavi, kahve mini kurbağalar. Öylesine sevimli ve masum görünüyorlar ki o denli zehirli olduklarına inanması zor.
Noel’den kalma ışıklandırmalar da halen durduğu için şanslıydım. Neredeyse tüm parktaki asırlık ağaçlardan ışık zincirleri sarkıtmışlar, yandığı zamanı düşünün, tüm park ışıl ışıl.
Tüm bu güzelliklerin arasında yaptığımız yürüyüşte karşıma çıkan “Earth Goddess” “Yeryüzü Tanrıçası” ise artık tasarım güzelliğinin zirvesine ulaşıyor, benim de nefesim kesiliyor. Sevgili yeğenim anlatıyordu ama gözümde canlandıramamıştım. Mevsim nedeniyle üzerindeki renk renk çiçekler ve avucundan akan su yoktu ama yine de çok hoştu. Ben size gördüğüm hali ve bahar aylarındaki renkli haliyle fotoğraflarını sunuyor ve yorumu sizlere bırakıyorum.
Böyle güzel bir parkta her gün yürüyüş yaptığınızı düşünün, insanın ömrü uzar, kesin.
Parkın ana kapısının karşısındaki muhteşem evlerde yaşayan insanları kıskanıyorum doğrusu, böyle bir güzel bir parkın karşısında oturup her an gidip yürümek büyük bir şans değil mi sizce de?
Yarın ‘Smoky Mountains’ muhteşem ‘Büyük Dumanlı Dağlar’ da buluşmak üzere...