Travnik’ten ayrıldıktan sonra Tuzla’ya gitmeden evvel yolumuzun üzerinde olduğu için Zenica’ya da uğrayalım dedik. Öğleden sonra Zenica’ya ulaştık. Burası Bosna Hersek’in dördüncü büyük şehri. Bosna Nehri kıyısına kurulan Zenica, Saraybosna’ya 70 km mesafede bir sanayi kenti. Zenica’da EUFOR kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait Fatih Sultan Mehmet kışlası bulunuyor. Türk birliği daha önce Zenica çelik fabrikasını karargâh olarak kullanıyormuş, 2006 yılında ise yeni binasına taşınmış.
4. GÜN: ZENICA, TUZLA
Aracımızı park edip, şehrin en işlek caddesini gezmeye başladık. 700-800 metre uzunluğunda, kalabalık, yol boyunca bir AVM’nin ve sağlı sollu kafelerin yer aldığı bir cadde. Caddenin sonuna kadar yürüyüp geri döndük ve bir kafede çay içip bol bol fotoğraf çektikten sonra Tuzla’ya gitmek üzere tekrar yola koyulduk.
Tuzla’ya akşam saatlerinde vardık. GPS kalacağımız pansiyonun tam yerini bulamadığı için şehrin işlek caddelerinden birine girip pansiyonun yerini sormaya karar verdik. Spor tesisi olduğunu düşündüğüm bir yerde arabayı sağa çekip kenarda duran bir adama “Do you speak English?” diye sordum. Adam hık mık etti. Zaten tahmin etmiştim, Türk’müş. Neyse, pansiyonu sorduk, sağ olsun pansiyonların yoğun olarak bulunduğu yeri tarif etti ve bize yolu gösterdi. Adamın gösterdiği yere gidip arabayı park ettik ve sora sora en sonunda pansiyonu bulduk.
Pansiyonu Jasmin abi işletiyor. Jasmin abinin Kanita adında bir kızı var. Babasına yardımcı olmak için işinden kalan zamanlarda pansiyonda duruyor. Kanita tıp fakültesi mezunu; doktor yani. Ama iş bulamadığı için bir ilaç firmasında plasiyerlik yapıyormuş. Arabayı pansiyona uzak bir yere park etmiştik, Kanita’ya yakınlarda bir park yeri olup olmadığını sordum. Uygun bir park yeri olduğunu söyledi ve birlikte gidip arabamızı Kanita’nın gösterdiği, pansiyona daha yakın bir otoparka bıraktım. Jasmin abi Zvornik’te doğup büyümüş ve savaşta babasıyla teyzesini kaybetmiş. Sırplar Zvornik’e saldırınca da Tuzla’ya gelmiş.
Odalarımıza yerleştikten sonra akşam yemeği yemek üzere pansiyondan ayrıldık. Pansiyona giderken hemen yakınlarda bir köfteciyi gözümüze kestirmiştik. Akşam yemeğini de orada yemeye karar verdik. Biraz geç saat olduğu için bizden başka müşteri yoktu. Zübeyir ve ben dışarıdaki masalardan birine oturduk, bu esnada Mesut da garsonu çağırmak üzere içeri girdi. İçeride yaşlıca bir adamla sohbet etmeye başladığını görünce biz de iştirak edelim diye içeri girdik. Mesut’un konuştuğu Rıfat amca, mekânın sahibi. 67 yaşında. Yugoslavya dağılmadan önce uzun yıllar Belgrad’daki Amerikan büyükelçiliğinde çalışmış. Bu yüzden çok iyi İngilizce biliyor. Bize uzun uzun Tuzla’dan ve Bosna Hersek’ten bahsetti. Bizim yemek yediğimizden başka, Tuzla’da iki köftecisi daha varmış ve onları da iki oğlu işletiyormuş. Rıfat amcayı çok sevdik; o da bizi sevdi tabii. İki saate yakın sohbetin ardından hesabı ödeyip kalkalım dedik. Rıfat amca bize indirim yaptı ve “yarın sabah gelin size kahvaltı ısmarlayayım” dedi. Bu teklifi reddedemezdik elbette.
Köftecinin hemen yanında, iki sokağın kesiştiği köşede “KAPIJA” adında bir anıt var. Bu anıt, Sırpların Tuzla’yı bombalaması sonucu ölen 72 Boşnak’ın anısına yapılmış. Savaş sırasında Sırplar Tuzla’yı ele geçirememiş. Müslüman Boşnaklar şehirlerini kahramanca savunmuş. Srebrenica’dan kaçan Boşnaklar üç gün üç gece yürüyerek Tuzla’ya gelmişti.
Rıfat amcayla KAPIJA’nın önünde hatıra fotoğrafı çektirdik, elini öpüp vedalaştık ve biraz daha turladıktan sonra pansiyona döndük. Pansiyon’da Jasmin abiyle de 5-10 dakika sohbet edip odalarımıza çekildik.
Sabah 08.30 gibi kalkıp çantalarımızı hazırladık, Jasmin abiye hesabı ödedik ve vedalaşıp Rıfat amcanın dükkânına gittik. Bizi görünce sevindi. Hemen sohbete başladık tabii. Bu arada ben kahvaltı derken bizdeki gibi peynir, zeytin, reçel, çay falan bekliyordum. Beş dakika sonra önümüze köfteler geldi. Hayatımda ilk defa köfteyle kahvaltı yaptım. Kahvaltımızı bitirdikten sonra Rıfat amcayla ve çalışanlarıyla vedalaşıp Srebrenica’ya doğru yola çıktık.
5. GÜN: SREBRENICA
Öğle saatlerinde Potocari’deki şehitliğe ulaştık. Burası hakkında çok fazla şey söylemek istemiyorum, çünkü bırakın bahsetmeyi, aklıma geldiğinde bile yüreğim sıkışıyor. Zaten çok yakın bir geçmiş olduğu için Srebrenica’da neler yaşandığını hepiniz biliyorsunuz. Ama yine de çok kısaca bahsedeyim; Srebrenica BM tarafından güvenli bölge ilan edilmişti. Bu nedenle şehirdeki bütün silahlar toplanmıştı. Temmuz 1995’te, BM barış gücü kapsamında Srebrenica’yı korumakla görevli Hollanda Birliği DUTHCBAT’in komutanı Thom Karremans, Srebrenica’yı Sırp faşisti Ratko Mladiç’e karşılıklı şampanya içerek teslim etti. Faşist Ratko Mladiç komutasındaki Sırp birlikleri silahsız ve savunmasız binlerce Müslüman Boşnağı katletmek üzere 11 Temmuz 1995 günü Srebrenica’ya girdi ve 8732 Müslüman Boşnak kardeşimiz şehit edildi. Potocari şehitliği işte bu kardeşlerimizin yattığı yer. Soykırımdan kaçan binlerce Boşnak kardeşimiz ise üç gün boyunca peşlerindeki sırp katillerden kaçarak Tuzla’ya ulaştı. Bu yürüyüş her yıl 11 Temmuz’da “ölüm yürüyüşü” adıyla tekrarlanıyor. İnşallah seneye katılacağım.
Sırpların katlettiği kardeşlerimizin gömüldüğü toplu mezarların bir kısmı hala bulunamamış. Aramaya devam ediliyor ve şehit kardeşlerimiz bulundukça Potocari’deki ebedi istirahatgahlarına defnediliyor. Burada yatan şehit kardeşlerimiz için dua edip anı defterine bir şeyler yazdık. Şehitliği gezerken, Mostar’daki Koski Mehmet Bey Camii’nde tanıştığım Pakistanlı arkadaşla karşılaştım. Selamlaşıp birbirimize sarıldık. Yanında Irvin adında Boşnak bir genç vardı. Irvin savaşta babasını ve amcasını kaybetmiş ve daha sonra annesiyle birlikte İtalya’ya iltica etmiş. Amcasıyla babasının mezarına çiçek bırakmak için Potocari şehitliğinde bulunuyormuş. Irvin ile birlikte şehitliği gezdik ve biraz sohbet ettik.
Şehitlikteki vazifemizi tamamladıktan sonra, şehitliğin hemen karşısına bulunan DUTCHBAT karargâhına geçtik. Burası Tito zamanında akü fabrikasıymış. Savaş zamanında ise BM’ye tahsis edilip Hollanda birliği DUTCHBAT’in emrine verilmiş. Fabrikanın üretim yapılan harabeye dönmüş binasını şöyle bir dolaştıktan sonra anı müzesi haline getirilmiş binasına geçtik. Müze kocaman, hangar büyüklüğünde kapalı bir alan. Bu alanın ortasında bir barkovizyon bölümü var. Hemen karşısında ise soykırımda şehit olan Boşnakların kısa hayat hikâyelerinin ve cenazeleri bulunduğunda üstlerinden çıkan kişisel eşyaların sergilendiği camekânlı başka bir bölüm bulunuyor.
Biz müzeye girdikten sonra arkamızdan rehber eşliğinde müzeyi ziyaret eden Belçikalı bir grup girdi. Grup müzeyi gezerken rehberle tanıştık. Hasan adındaki Boşnak rehber 39 yaşında. Sırplar Srebrenica'ya saldırdığında ikiz kardeşini kaybetmiş. 11 Temmuz 1995’te Srebrenica’daki soykırımdan kaçıp Tuzla’ya ulaşmak üzere çıkılan ölüm yürüyüşündeymiş. Hasan’la sohbet ederek müze binasından ayrıldık ve hemen yandaki asıl DUTCHBAT karargâh binasına gittik. Binanın yanında bulunan müştemilat birkaç ay önce multimedya merkezi haline getirilmiş. Burada, altı televizyondan oluşan dev ekranda 30 dakikalık soykırım belgeselini izledik. Tuzla’ya doğru yapılan ölüm yürüyüşünün gösterildiği bölümde Hasan ekranın önüne gelip, “işte bu benim” diye kendisini gösterdi.
Multimedya merkezinde belgeseli izledikten sonra karargâh binasını gezdik. Belçikalı grubun gezisi bitti ve Hasan bu grupla vedalaşıp bizimle ilgilenmeye başladı. Zübeyir, Hasan’a soykırımdan nasıl kurtulduğunu sordu. Hasan o üç günlük yürüyüşte başından geçenleri en ince ayrıntısına kadar anlattı. Üzerinden neredeyse 20 yıl geçmiş ama o üç günde yaşadıklarını bize anlatırken sanki tekrar yaşıyordu. Hasan, kelimenin tam anlamıyla mükemmel İngilizce konuşuyor ve Srebrenica soykırımı konusunda çok aktif. İngiltere başbakanı ile görüşmüş, ABD’deki birkaç üniversitede soykırımı anlatmış. “Surviving a Genocide” adında bir de kitap yazıyor.
Hasan’a, aslında Srebrenica’da da bir gece geçirmek istediğimizi ancak internetten kalacak yer bulamadığımız için vazgeçtiğimizi söyledim. O da tanıdığı bir pansiyon olduğunu, Srebrenica’da kalabileceğimizi söyledi. Biz de bu teklifi kabul ettik ve birlikte 5 km ilerideki Srebrenica’ya gittik. Srebrenica’nın girişinden itibaren, hemen hemen orta kısmına kadar Sırp bölgesi. Hasan Sırpları ve Hırvatları hiç sevmiyor. Kendince son derece de haklı.
Hasan bizi kalacağımız pansiyonun önüne kadar götürdü. Pansiyonu Anesa adında bir hanımefendi işletiyor. Binanın alt katı pansiyon, üst katı ise evleri. Anesa, anne babasıyla birlikte yaşıyor. Bizi kapıda karşılayıp Türkçe “merhaba arkadaş, nasılsınız” diye selamladı. Bizi içeri buyur ettikten sonra odanın henüz hazır olmadığını söyledi. Annesi Kadefa (Kadife) abla bizi üst kattaki evlerine çıkarıp tatlı ikram etti. Burada 10-15 dakika kadar oturduktan sonra odamıza yerleştik ve Hasan’la buluşmak üzere pansiyondan ayrıldık.
Hasan bizi pansiyonun hemen yanındaki Alici Motel’in yola bakan açık restoranında bekliyordu. Anesa da yanındaydı. Burada birer çay içip biraz sohbet ettikten sonra Hasan’ın refakatinde Srebrenica’yı gezmeye çıktık. Srebrenica savaştan önce kaplıcalarıyla ünlü bir yermiş ve bu tesislerde 10 bin kişi çalışıyormuş. Burada büyükçe bir cilt hastalıkları hastanesi bile var ama şu anda kapalı. Hasan’la birlikte şifalı kaplıca suyunun çıktığı kaynaklardan birine gittik. Bu arada tekrar tekrar belirtmeye gerek duymuyorum, tüm Bosna Hersek’te olduğu gibi Srebrenica’nın da doğası muhteşem. Her yer göz alabildiğine orman, nehir, su... İnsanın bu ülkede ömrü uzar. Yolda Hasan bize harabeye dönmüş bir ev gösterdi. Bu ev eskiden bir doktora aitmiş. Bu doktor savaş sırasında yaralananları evin hemen karşısındaki ahşap minareli camide toplamış ve orada tedavi ediyormuş. Sırplar kasıtlı olarak bu camiyi bombalamış ve o doktorla birlikte yaralıların tamamı hayatını kaybetmiş. Neyse, kaynağa giderken yarım bırakılmış bir otel inşaatının önünden geçtik. Hasan, buranın bir kaplıca otel inşaatı olduğunu ancak Sırp hükumetinin baskısıyla yapımının durdurulduğunu söyledi. Bir gün inşallah bu otel yapılırsa Srebrenica az da olsa eski güzel günlerine döner diye ümit ediyor.
Şifalı suyun çıktığı kayaların birkaç fotoğrafını ve videosunu çektikten sonra akşam yemeği yemek üzere Alici Motel’e geri döndük. Akşam yemeğini yerken koyu bir sohbete daldık. Hasan’ın soykırımla ve yaşadıklarıyla ilgili hemen hemen her şeyi anlattığı, iki saatten uzun süren bir sohbetin ardından vedalaşma zamanı gelmişti. Çok duygusal bir vedalaşma olduğunu söyleyeyim. Hasan’ın gözleri doldu, ağladı ağlayacak. Tabii biz de aynı şekilde... Uzun vedalaşma cümleleri kurmadan ayrıldık ve pansiyona girdik.
Sabah 07.00 gibi uyanıp hazırlandık ve çantalarımızı arabaya yerleştirip, akşam Hasan’ın bize önerdiği börekçide kahvaltımızı ettik. Böreklerimizi yerken kapının önüne park etmiş, üzerinde “Mine Action Team” yazan bir minibüs dikkatimizi çekti. Minibüsten inen iki kişi börekçiye girdi. Böreklerimizi yerken adamlarla sohbet ettik. Savaş zamanından kalan mayınları temizliyorlarmış. Kahvaltımızı bitirdikten sonra Saraybosna’ya doğru yola çıktık.
Saat 12.00 civarında Saraybosna’ya ulaştık. Yolun bu kadar uzun sürmesinin sebebi Mesut’un sözünü dinlemeyip GPS’e güvenmemizdi. Ama olsun, Bosna Hersek dağlarının muhteşem doğasında bir saat boyunca kaybolmak unutulmaz bir deneyim oldu bizim için. Saraybosna’ya girince aracımızı daha önce kaldığımız hostelin önüne park edip hostelin sahibi İndira ablayla vedalaştık ve öğle yemeği yedikten sonra ufak tefek hediyelikler alıp havaalanına yollandık. Kiralık aracı ofisine teslim ettikten sonra check-in işlemlerimizi tamamladık ve uçağı beklemeye başladık. Uçağımız saat 16.00’da havalandı. Sabiha Gökçen’de Mesut’la vedalaşıp Zübeyir ve ben Ankara uçağına bindik. Saat 21.00 civarında Esenboğa’ya indik ve Belko Air servisine binip AŞTİ’ye gittik. Zübeyir’i burada bırakıp saat 23.00 civarında evime ulaştım.
SON SÖZ
400 yıldan uzun bir süre boyunca Türk toprağı olan Bosna Hersek mutlaka görülmesi gereken bir ülke. İnsanları son derece sıcak, samimi ve cana yakın. Sokaklarına, yemeklerine, insanlarına kesinlikle yabancılık çekmeyeceksiniz. Dört asır boyunca Osmanlı hâkimiyetinde yaşamış olmalarına rağmen sosyal yapısı bizden çok farklı. “Avrupa Müslümanlığı” kavramını yerinde görmüş olduk. Ülkede katı bir sekülarizm olmadığı için, İslam, bizdekinin aksine Boşnakları birleştiren bir kavram. Selamlaşırken “Selamaleyküm”, vedalaşırken “Allahemanet” diyorlar. Ülkedeki dindar insanlar arasında İslam’ın sufi yorumu yaygın. Türkiye’deki muhafazakâr İslam’ın Türk toplumundaki yansımasına burada rastlamadık.
Savaşın yaraları hala kapanmış değil. Özellikle yaşı 30’un üzerinde olanların yüzünde hala hüzün okunuyor. O zamanları anlatırken gözleri dalıp gidiyor. Genel olarak Türkiye’yi çok seviyorlar ve dindar olanları Türkiye’nin tekrar Bosna Hersek’e hâkim olmasını umut ediyor. Ancak bununla birlikte Boşnak kimliklerinden vazgeçip Türkleşmeye, daha doğrusu Türk olarak anılmaya pek sıcak bakmıyorlar.
Yazdıklarımda eksik var, fazla yok. Sözün özü, kalbimizin bir yarısını güzel insanların güzel ülkesinde bırakıp geldik...