Berlin’de bir gün ve bir gece geçirdikten sonra özel bir minibüsle Polonya’nın Szczecin (Ştetin) şehrine bağlı Police ilçesine gittik. Yol 2,5 saat kadar sürdü.
Polonya’nın idari yapısı çok karmaşık; ülke, Gmina denilen küçük küçük yüzlerce yerleşim biriminden oluşuyor. Anladığım kadarıyla Gminalar birleşerek bizim ilçe benzeri yerleşim birimlerini oluşturuyor. Yol boyunca bu ilçe benzeri yerlerden geçtik. AB üyesi olduğu için, Almanya’dan Polonya’ya giderken herhangi bir sınırdan geçmedik. Yemyeşil ve dümdüz bir ülke… Bir tek tepe bile görmedim. Doğası muhteşem! Tarlalarda ceylanlar, geyikler otlanıyor turna kuşları, leylekler yemleniyor. Police’e giderken sürekli orman ve yeşillikler içinde yol aldık. Yollar ve köyler tertemiz ve düzenli, evler benim köye yaptırma hayalini kurduğum evlerden. Araba kullananlar hız kurallarına kesinkes riayet ediyor ve sol şeridi sürekli işgal etmiyorlar. Sol şerit ancak sollama yapmak için kullanılıyor ve solladıktan sonra tekrar orta şeride geçiyorlar. Yayalara öncelik tanıyorlar. Yola adım atmanız yeterli, araçlar anında durup yol veriyor.
Police, 40 bin nüfuslu bir ilçe (ben “ilçe” diyorum ama idari yapısı tam ilçe değil). Halkı sakin, yardımsever, kibar insanlar. Nilüfer’in çalışma için gittiği okulda öğretmenlik yapan bir kadının evinde kaldık. Kadın evini dört günlüğüne bize teslim etti, kendisi de bu süre içinde kız kardeşinde kaldı.
Nilüfer ve birlikte gittiğimiz Türk ekibinin diğer üyeleri toplantıdayken Police’i gezme fırsatı buldum. Yağmura yakalanmasam daha iyi olacaktı ama hiç yoktan iyidir. Tek başıma dolaşmak, küçük bir yer olduğu için insanların bakışlarına maruz kalmak benim için hoş bir deneyimdi. Tabelalarda ne yazdığına dair hiçbir fikrim olmadığı için ilçe merkezini bulmakta epey zorlandım. İngilizce bilen çok az. Yurtdışı internet paketim olmadığı için Yandex de yardımcı olmadı. Nihayet bir eczaneye (Apteke) girip “Do you speak English?” sorusuna “Yes” cevabı alınca gözlerim parladı. Tezgahın arkasındaki kıza ilçe merkezini aradığımı söylediğimde gülümsedi ve “burada sizin aradığınız gibi bir merkez yok” dedi. Aslında oturup kahve içebileceğim bir yer aradığımı söyleyince, kızcağız gereken yeri tarif etti. Derhal istikamete topukladım. Tarif edilen yere varınca bir “döner kebap” tabelası dikkatimi çekti. Oraya doğru seğirtip içeri daldım. Pek tabii ki sahibi Türk... Birer çay içip sohbet ettik. Evlilik nedeniyle Police’e taşınmış. Halinden memnun görünüyordu.
Oradan çıkıp biraz daha dolaştıktan sonra Nilüfer’in toplantıda olduğu yere gittim. Toplantıdan sonra bizi Szczecin’e götürdüler. Burasını hiç beğenmedim. Odra Nehri kıyısına kurulmuş, 500 bin nüfuslu bir şehir. Ruhsuz, renksiz, iç karartıcı, neredeyse grotesk bir yer. Katıldığımız tekne gezisinde çok sayıda tersane benzeri tesis gördük. Hepsi boş ve köhne. Kesinlikle yaşamak isteyeceğim bir yer değil. Szczecin ile ilgili en güzel anım, ev sahiplerimizin bize akşam yemeğinde çok güzel bir lokantada balık ziyafeti çekmesi olacak. Sağ olsunlar gerçekten son derece güler yüzlü, yardımsever ve iyi insanlar.
Szczecin’de Nilüfer’in toplantısı nedeniyle geçirdiğimiz iki günün ardından ev sahibimiz Kamila ve Yunan asıllı arkadaşımız Yanis’in refakatinde, yataklı trenle Krakow’a doğru yola çıktık. Yanis’in anne babası Yunanistan iç savaşı sırasında Polonya’ya iltica edip Police’e yerleşmiş. Yanis, Nilüfer’in ziyaret ettiği okulda beden eğitimi öğretmeni. Eşi de Ukraynalıymış. Neyse... Kamila tren yolculuğunun 12 saat süreceğini söyleyince biraz moralim bozuldu, çünkü şimdiye kadar yataklı trenle sadece bir kere yolculuk yapmıştım ve hiç konforlu değildi. Ama yanılmışım. Türk ekibinde yer alan Prof. Dr. Mehmet Taşpınar ile aynı kompartımanda kaldık. Bu arada Mehmet hocadan da biraz bahsedeyim; kendisi Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde görev yapıyor. Son derece makul, zeki, güler yüzlü, dinleyen, dinlenebilen, muhatabının söylediklerini önemseyen ve bunu belli eden harika bir insan. Kesinlikle profesör havası yok. Kendisine “hocam” diye hitap ederken zaman zaman “abi” dediğim dahi oldu. O derece...
Gece 22.30’da başlayan tren yolculuğumuz göz açıp kapayana kadar geçti. Ertesi sabah 10.30 civarında Krakow’daydık. Krakow tren garı AB fonları ile inşa edilmiş güzel, temiz, derli toplu, öyle çok büyük olmayan bir yer. Fazla eşyalarımızı paralı dolaplardan birine tıkıştırdıktan sonra gar içindeki bir kafede kahvaltı yaptık. Kahvaltı dediysem, bildiğimiz kahvaltı değil tabii; kruvasan, yalandan sallama çay, tatsız tuzsuz sandviç.
Krakow; Polonya’nın en ünlü, en turistik, en tarihi, en şahane kenti. Hiç kimse başkent Varşova’nın adını bile anmazken Krakow aşağı Krakow yukarı... Aynı bizim Ankara-İstanbul karşılaştırması gibi. Old City denilen yerin ana meydanına yürüyerek gittik. Sabah, oraya göre biraz erken saatte gittiğimiz için meydanda çok az insan vardı. Benim de işime geldi açıkçası. Kalabalık sevmem (ki bu lafı aynı günün akşamı afiyetle yedim). Kamila ve Yanis bütün geziyi mükemmel şekilde organize etmiş. Hiçbir an “şimdi ne yapacağız?” demedik. İlk önce, bu iş için özel olarak tasarlanmış elektrikli arabayla şehir turuna çıktık. Aracı kullanan kız aynı zamanda rehberlik de yapıyordu ve İngilizcesi mükemmeldi. Bütün şehri gezdikten sonra bizi tekrar aldığı noktaya bıraktı. Yanis ile Kamila arada sırada bir şeyler konuşuyorlar, Yanis konuşmanın ardından ortadan kayboluyordu. Meğer Kamila bizi bir yere götürürken Yanis’e bir sonraki gideceğimiz yerin biletlerini almasını, gerekiyorsa rehber ayarlamasını falan söylüyormuş. Zavallı adam kan ter içinde kaldı...
Şehir gezisine dair 1-2 şey söylemek gerekirse, Krakow gerçekten çok güzel bir kent ama kesinlikle bir İstanbul değil. Turistik açıdan olsun, tarihi açıdan olsun, kültürel zenginlik açısından olsun İstanbul’un eline kesinlikle su dökemez.
Bu arada söylemeyi unuttum, şehir gezisinin son durağı olarak Schindler’s List filminden adına aşina olduğumuz Oscar Schindler’in emaye fabrikasını gezdik. Burası Yahudi toplumu için çok büyük öneme sahip bir yer. Detaylı yazmayacağım, ayrıntı isteyen internete bakabilir. Özetle; Oscar Schindler, nüfuzunu kullanıp 1200 Yahudi’yi fabrikasında çalıştırarak soykırımdan kurtarmış bir kahraman. Fabrika günümüzde müzeye dönüştürülmüş. Krakow’a giden herkesin mutlaka uğraması gerekir bence.
Şehir gezisini Schindler’in fabrikasıyla tamamladıktan sonra Subway’de hızlıca bir şeyler yiyip, Kamila’nın ayarladığı at arabasıyla Wawel Kalesi’ne gittik. Yine aynı şeyi söyleyeceğim; kale muhteşem bir yer ama kesinlikle ve kesinlikle bir Topkapı Sarayı değil. Bu arada, tesadüfen o hafta kalede Da Vinci’nin ünlü “Woman With Ermine” tablosu sergileniyordu. Ölmeden önce mutlaka bir Da Vinci eseri görmeyi çok istiyordum, Wawel Kalesi’nde görmüş oldum. Benim için unutulmaz bir anı olarak kalacak.
Kaleyi 3-4 saat kadar ayrıntılı olarak gezdikten sonra Ejdarha Mağarası’na girdik. Efsaneye göre zamanın behrinde Krakow’da bakire kızları kaçırıp yiyen bir ejderha varmış. Bu canavarı hiç kimse öldüremiyormuş. Günün birinde bir ayakkabıcı bu ejderhanın mağarasının önüne, içi tuz dolu bir koyun postu koymuş. Ejderha bunu yemiş ve çok susamış. O kadar susamış ki mağaranın hemen önündeki nehrin yarısını içmiş ve şişip patlamış. Mağaraya Wawel Kalesi’nin hemen çıkışındaki merdivenlerden iniliyor. Kaç kat indiğimizi bilemiyorum ama sürekli dönen merdivenlerden 5 dakika kadar indik. Klostrofobisi olanlar için ciddi tehdit. Neyse işte, mağaraya indik nihayet; mağarada galeriler yok. Dönen daracık merdivenlerden iniyorsunuz ve nehir seviyesindeki diğer ucundan çıkıyorsunuz. Öyle ahım şahım bir yer değil ama çıkışa koydukları büyükçe bir ejderha heykeli 2-3 dakikada bir 10 saniye kadar ağzından ateş püskürtüyor. Çok hoş olmuş.
Ejderha Mağarası’ndan çıktıktan sonra yürüyerek Main Square’e gittik. Kalabalık sevmem demiştim ya, akşamları meğer ne kadar güzel ve canlı oluyormuş orası öyle : )
Bu arada Kamila’ya defaatle mutlaka bir kiliseye girmek istediğimi söylemiştim. Sabah Main Square’deki (adını hatırlamıyorum) kiliseye gireceğimize söz vermişti. Akşam da sözünü tuttu. Kiliseye girdiğimizde epey kalabalıktı. Düğün benzeri bir tören vardı. Güzel ve tarihi bir kilise, çok etkileyici. Bu arada, o kilisede ertesi gün Papa II. John Paul’un aziz ilan edilme töreni yapılacakmış. Kalıp görmeyi çok isterdim ama kısmet olmadı.
Neyse, akşam yemeğini meydandaki Sioux adında bir Amerikan restoranında yedikten sonra serbest takılma zamanı geldi. Hanımlar Kamila ve Yanis ile birlikte bir yerlere gitti ben de Mehmet Hoca ile birlikte meydandaki kapalı çarşı benzeri yere girdik (isim hafızam çok kötüdür o nedenle adını hatırlamıyorum ama Krakow Main Square’in tam ortasındaki yapı işte). Ufak tefek hediyelikler aldıktan sonra, çarşının meydana açılan kapısından çıkıp bir kafede bir şeyler içip uzun uzun sohbet ettik. Daha sonra ekibin kalanıyla buluşup, yürüyerek tren garına gittik.
Şunu mutlaka anlatmalıyım; gara doğru giderken çarşı benzeri uzun bir caddeden geçiyorduk. Bir ara telefonumda bir şeylere bakarken gruptan 5-10 metre kadar ayrılmışım. Birden sol taraftan benim boyumda çok güzel, esmer bir kız yaklaştı. Lehçe bir şeyler söylüyor. Haliyle anlamadığım için “English please” dedim. Kız benimle bir şeyler içmek istediğini söyledi. Bu arada elinde bir şemsiye vardı. Şemsiyenin ne olduğunu daha sonra anlatacağım. Neyse, vaktim olmadığını, trene yetişmem gerektiğini söyleyip reddettim ama kız ısrarcıydı. İlle de “birer bira içeriz ne olacak” diyordu. Tavizsiz duruşumdan ödün vermeden kibarca reddettim... Ezcümle bizzat görmüş oldum ki Avrupa’da kızlar teklif ediyormuş... Yoksa bana mı öyle gelmişti? Ertesi gün Ekşi Sözlük’te Krakow hakkında yazılanları okurken gördüm ki meğerse akşam vakitleri Krakow sokaklarında elinde şemsiyeler olan güzel hanım kızlar peydah olurmuş ve müşteri ararlarmış. Şemsiyenin esbabı mucibesi de buymuş; kendilerini belli etmek yani. Krakow’a gidecek kadın arkadaşlar, yağmur yağsa dahi sakın ha şemsiye almayın yanınıza...
Uzatmayayım, tekrar yataklı trenle Szczecin’e geri döndük. Zaman o kadar sıkışıktı ki trenden iner inmez bizi Berlin’e geri götürecek özel minibüse atlayıp yola koyulduk. Bu kadar kısıtlı bir zamanda tek kelimeyle kusursuz bir organizasyona imza atan Kamila ile Yanis’e tekrar tekrar şükranlarımı sunuyorum.