Katmandu'dan Pokhara'ya Yolculuk

Uludağ Üniversitesi’nde öğrencilik yıllarımda Nepalli bir tıp fakültesi öğrencisi ile tanışmış ve “neden tıp okuduğunu” sormuştum. Bana verdiği cevap: “ülkemin buna ihtiyacı olduğu için”di. O öğrencinin söylediklerini içselleştirebilmem için Nepal’i gelip görmem gerekiyormuş.

Uykunun bazen en güzel yerinde uyanmak, gidilecek yerler düşünüldüğünde bazen güzel hale gelebilir. Saat 05.30’da kalktık ve her milletten insanın olduğu turist otobüsümüz ile tam olarak dedikleri saat olan 07.00’de, Katmandu’dan Pokhara’ya doğru yola çıktık.

Turist otobüsü dememdeki neden ise yerli halkın bindiği otobüslerle karşılaştırılamayacak kadar iyi. Bizim otobüsümüzde klima, priz, internet, ekstra vantilatör var. Hatta şoför ile aramızda paravan biçiminde cam bir bölme bile var iken; yerli halkın bindiği otobüslerin çoğunda doğru düzgün pencere bile yok. Yerli halkın çoğu için, bu tip turist otobüslerine binmek oldukça uzak bir hayal. Ama buna rağmen hiçbirisi bize kötü gözle bakmıyor; hatta çoğu zaman yüzümüze bakıp samimi bir şekilde tebessüm ediyorlar. Bu durum insanı gerçekten rahatsız ediyor. Kendimi “Kökler” dizisindeki “beyaz adamlar”a benzetiyor ve bu durumdan çoğu zaman utanıyorum. Gezme felsefesi olarak, fakir bir ülkeyi, onlar gibi gezmek niyetinde olsam da insan bazen sağlık koşullarını düşünerek bunu yapamayabiliyor.

Bu olumsuzluğu kafamdan atmaya çalışarak ama biraz da duruma uygun olacağını düşünerek telefonumdan, Francesco Guccini’nin “İI Vecchio E İI Bambino” adlı parçasını açıp yolculuğuma başladım (siz de fotoğraflara bakarken youtube’dan bu parçayı dinleyebilirsiniz, eminim beğenirsiniz). Otobüste arka beşlinin ortasındayım ve bu durumda yolun sağına, soluna, bir türlü akamayan trafiğe ve otobüsün içindeki tüm herkese hakim olan tek yolcu benim. En kötü koltuk sanırım ancak bu kadar güzel hale getirilebilir : )

Bize daha önceden söylendiği şekli ile Katmandu-Pokhara arası 200 km’lik bir yol ve bu yolu 6 saatte alacağımız söylenmişti ancak 8 saatte gidebildik. Bu mesafe Türkiye’de ortalama bir araba ile en fazla 2 saatte gidilebiliyor. Ancak burada yola çıktığımızda nasıl bir şehirlerarası yol ile karşılaşacağımızı bilmiyorduk, yola çıkınca öğrendik. Aslında ben yola çıkmadan herkese poşet dağıtılmasında manzarayı çakmıştım ama yolda daha iyi anladım. Yola çıkarken kahvaltı yapmamış olmamız büyük bir şanstı çünkü o durumda kahvaltımız midemizden poşete doğru yer değiştirebilirdi. Oldukça dar, çoğu yerde tek arabanın geçebileceği kadar asfalt, bazı yerlerde yolda büyük çukurlar vardı. Bu durumda uyumanın pek mümkün olmadığını söylemeye gerek yok sanırım.

Ülkede şerit çizgisi diye bir şey yok ve tüm yollar tek gidiş-geliş bir arada. Burada araç kullanmak çok büyük bir ustalık ister ki zaten tüm şöförler usta. Turistlerin bu ülkede alışması oldukça zor çünkü sürekli araçlar üstünüze üstünüze gelirken son anda her iki şoför direksiyon kırıyor. Demek ki araçlar ve yollar ne kadar kötü ise şartlar o insanları daha usta olmaya itiyor. Benzin istasyonu diye bir şey yok. Gişe biçiminde, kaldırıma kurulmuş tek bir pompalık bir düzenek var.

Saat 10.15’te akan nehri kıyısında yemek molası verildi. Biz de manzarası güzel bir masaya oturarak adını ve tadını bilmediğimiz yemekleri söyleyerek yemeye başladık. Şöyle bir taktik geliştirdim, yemeği ağzıma aldığım anda bambaşka şeyler düşünmeye çalışıyorum ağzımdakini unutarak. Bu durumda yemesi daha kolay oluyor.

Bir de bu olumsuz durumu tam tersine çeviren doğa harikası dağlardan söz edeyim. Belgesellerde gördüğüm o dağları yakından görmek… Everest’in yavruları olan bu dağlar bile Everest hakkında bize ipucu vermeye yetiyor. Uludağ manzaraları bu manzaralar karşısında halt etmiş. İnanılmaz yeşillik, sağlı sollu uzanan yüksek yeşilliklerin arasındaki vadi boyu yoldan devam ederken sağımızdan akan nehir bizimle yarışıyor. Çok sık prinç tarlaları ve buralarda çalışan çiftçileri görüyoruz.

Az gelişmiş ülkelerin karakteristik özelliği olarak Nepal’de de asli geçim kaynağı tarım. Dağ etekleri boyu yol alırken yine bu eteklere kurulu onlarca köyün içinden geçtik. Tahmin ettiğimiz gibi geri olan başkente göre çok çok daha geri bir yaşam var. Türkiye’de 76 olan ortalama insan ömrü bu ülkede maalesef 57. Çünkü bu insanların temiz suya ulaşma oranından tutun, sağlık hizmetlerine ulaşma koşulları oldukça kısıtlı ve bu da yaşam standartlarının çok düşük olduğunun göstergesi. Adeta bu köylerdeki insanlar kendi başlarının çaresine bakmaları için terkedilmiş. Ara ara durduğumuz dinlenme tesislerindeki tuvaletler o kadar pis ki turistlerin bazıları tuvaletlerini doğaya yapmayı daha uygun buluyorlar.

Dünyanın en yüksek 10 zirvesinin üçü Pokhara’da bulunuyor. Pokhara’ya vardığımızda bizi otelimizin gönderdiği araç aldı ve otele götürdü.

Buradaki otelimiz gerçekten güzel. Eşyalarımızı yerleştirip hemen yürüme mesafemizde olan Pave (Phewa) Gölü’ne gittik. Orada vakit kaybetmeden kayık kiraladık ve kendimize güvenimiz tam olduğu için “kürekçi” de istemedik.

Biralarımızı onlara özgü çerezlerle yudumlayarak gölü turladık ve göl içinde bulunan küçük adacığa çıktık. Ama asıl güzel olan yarın başlayacağımız 4 günlük dağ tırmanışımızda çok daha yakından göreceğimiz Annapurna Tepesi’ni (Hasat Tanrıçası - 8.091 metre) bu gölden, bulutların üstünden gözlemleyebildik. Yarın ve sonraki günler için heyecanımız şimdiden Annapurna’nın doruklarında…

Hayatın Zirvelerinde: Annapurna - Pokhara

Emre Kongar’ın “Kızlarıma Mektuplar” adlı kitabında kızlarına verdiği öğüt halen aklımdadır: “Aşk yok diyenlere inanmayın. Aşka inanmayanların sebebi aşkın olmaması değil, onların halen aşık olmamasıdır” diyordu. Buna benzer şekilde birisi size “dünyadaki en misafirperver halk Türk Halkı” derse inanmayın. Çünkü bunun sebebi farklı halklar tanımamış olmasındandır. Nepal halkı şu ana kadar gördüğüm en misafirperver, en sevecen halk. O kadar cana yakınlar ki arada bir araçtan inip yanlarına gidip fotoğraf çektiğimizde bazen sadece gülüyor, bazen hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam ediyor, çok nadiren de olsa fotoğraf çektirmenin karşılığı olarak para talep ediyorlar.

Bu sabah 06.00’da 6 metrekarelik odamızda turist sesleri arasında gözlerimizi açtık ve kısa bir hazırlıktan sonra kahvaltımıza başladık. Kahvaltıda patates ve omlet haricinde gelen adını bilmediğim şey her neyse görüntüsüne bakarak tadına bakmama kararı verdim.

Bu arada heyecanları çıkış hazırlıkları sırasında gözlerinden okunan diğer gruplar ise parça parça tırmanışa geçtiler. Turist gruplarının yanında bizim yanımızda da olduğu gibi “taşıyıcı” gençler var. Bu durum ilk günkü kadar ters gelmese de rahatsızlığım halen devam ediyor ve kendimi “onlar da bu şekilde para kazanıyorlar” diyerek avutuyorum.

Bugünkü hedefimiz 2.874 metre yükseklikte bulunan ikinci kamp noktamız olan Gorepani (Ghorepani)’ye ulaşmak. Küçük bir hatırlatma: Uludağ’ımızın zirvesi 2.542 metre yüksekliğinde. Yol boyu geçtiğimiz çelik halatlarla gerilmiş asma köprülere, altından yüksek sesle akan sular ayrı bir heyecan katıyor. Bu köprülerde kulağımdaki müziği hemen çıkarıyor ve o güzel su melodisi eşliğinde karşıya geçmeyi tercih ediyorum.

İlk durağımızda kahve molası veriyoruz ve burada gördüğüm hamağa uzanarak o eşsiz manzara eşliğinde koyu sıcak kahvemi yudumluyorum. O anın tadını çıkarırken düşüncelerim bir anda ışıktan daha hızlı bir şekilde ülkeme gitmeyi başarabiliyor. Bedenin bir yerde, zihnin başka bir yerde olması da çoğu kez haz vermiştir zaten bana. Neyi düşündüğüme gelince, bir anda her şey: Annem, babam, 10,5 aylık iken ve ben buralarda iken ilk adımlarını telefondan görebildiğim yeğenim Ata, arkadaşlarım, sınavlarını atlatıp atama bekleyen öğrencilerim… “Neler yapıyorlar şu anda” diye aklımdan geçirmiyorum çünkü ben onlardan 4,5 saat ileride yaşadığım için çoğunun uyuduğunu tahmin edebiliyorum.

Himalayalara tırmanış sırasında Güney Annapurna Tepesi (7.219 metre) bize ara ara yüzünü gösteriyor ki çoğu zaman o zirveyi bulutla karıştırdığımız oluyor. Rehberimiz, yarın şansımız yaver gidip hava izin verirse çok daha müthiş görüntüler göreceğimizi bize müjdeledi. Sırtımdaki yük bana askerde yürüdüğüm kilometrelerce yolu anımsattı. Tabi ki ondan çok daha kolay bu. Sırtımdaki 15 kg’lık yükü hafifleten ve fazlasıyla güç veren Gipsy Kings müzikleri var neyse ki kulağımda. Müziğin hızlandıramadığı zaman ise yerlerde sıkça olan taze hayvan dışkılarının kokuları bizi ister istemez hızlandırıyor.

Buradaki dağ köylerine araç ile ulaşım mümkün olmadığı için tüm ağır taşımacılık katırlarla ve eşeklerle yapılıyor. Bundan dolayı o kadar fazla eşekle karşılaşıp yol vermek zorunda kalıyoruz ki... Bir terslik var yalnız; eşekler bizim ülkemizdeki gibi yolun sağından gidiyorlar. Oysaki Nepal trafiği soldan işliyor. Bazen de uzun gibi gelen bu yorucu yolları kısaltan Ayhan Kalafat Hocamın bana anlattığı hayat tecrübeleri ve kendi hayat hikayeleri. Bu tip anlatımlar birkaç kitap okumaktan daha faydalı olabiliyor bazen.

Yükselti arttıkça çevremizdeki bitki türlerinin ve buna bağlı olarak doğanın kokusunun da değiştiğini gözlemleyebiliyoruz. Gözlemlediğim bir şey daha var; yükselti arttıkça insanların gözleri çekikleşiyor. Çünkü Himalayaların hemen arka tarafı Tibet. Buralarda kar 3.500 metrenin üzerinde görülüyormuş. İnsanların hallerinden zayıf ama soğuğa karşı dirençli oldukları hemen anlaşılıyor.

Öğle yemeği sırasında sanki yine bir kast sistemi varmış gibi “taşıyıcı”lar turistlerden ayrı yemek yiyorlar. Onların yedikleri ise belli: Pilav. Pilav demek aslında çok doğru değil çünkü pilavı yağsız ve tuzsuz yapıyorlar. O açıdan onların yemeğine ben “kaynamış pirinç” diyorum. Nepallilerin bir özelliği daha; yemekleri çatal kaşık kullanmadan elleri ile yiyorlar. Kadınlar ise sağ elleri ile yedikleri için genelde sağ ellerindeki parmaklar ojesiz. Bu da ilginçtir ki kadınlar ayaklarındaki ojeyi hiç ihmal etmemişler. Çiftçilik de yapsa, çok fakir de olsa, ayakları bakımsız da olsa ojeli; çok güzel bir durum.

Artık çok fazla enerji harcadığımız için ve çantamızdaki çikolata ve bisküviler de bittiği için yemeklere zorunlu olarak alışmak zorundayız. Artık “momos”larına (mantının Nepal usulü) alıştım sayılır. Her öğünde ekmek istememiz onlara çok garip geliyor. Çünkü onlar pilavı ekmek niyetine yiyorlar zaten. Ekip arkadaşlarım yükseklik arttıkça da yemeklerin lezzetli hale geldiğini düşünseler de ben bunun daha fazla enerji harcayıp daha fazla acıkmamızdan kaynaklandığını düşünüyorum.

8 saatlik bir tırmanışın ardından 2.840 metredeki Sunny Otel'e geldik. Odalarda herhangi bir ısıtıcının olmaması ve sadece bir yorgan olması gecenin bizim için uzun geçeceğine işaret. Ancak odamız öyle bir yerde ki hava karardığında karşımızda ay ışığının yansımasından bembeyaz bir şekilde Annapurna Tepesi (Hasat Kraliçesi)’ni görebiliyoruz. Sanki bakınca gökyüzünü deler gibi bir hali var karşımızdaki bu yüksek tepenin.

Karşımdaki bu zirvelere baktıkça ileride bunların birisine ya da Everest’e tırmanmayı not defterime yazıyorum. Çok ciddi bir hazırlık ve antrenman sürecinden sonra 20 veya 30 günlük kamplarla zirve tırmanışı yapılabiliyormuş ve kişi başı maliyetinin 20.000 dolar civarında olduğu söylendi. Sabah erkenden asıl gitmek istediğimiz Ponhil (Poon Hill)'e çıkıp Annapurnaları karşıdan izleyeceğiz. Heyecandan mı yoksa üşümekten mi uyuyamayacağımız belli değil.

Bazı arkadaşlarım fotoğrafların çok güzel olduğunu söylediler. Fotoğrafların güzelliğinde; çekilen yerlerin güzel olması kadar, çeken insanın da güzel bir insan olması bunda büyük etken. Bu gezinin ilk günü tanıştığım ve tanımaktan çok memnun kaldığım arkadaşım, abim Resul Gümüş’e ait bu fotoğrafların çoğu. Aynı zamanda İFSAD (İnegöl Fotoğraf ve Sanat Derneği) Başkanı olan Resul Gümüş kendisini fotoğrafa adamış bir sanatçı. Benim için en büyük şans ise böylesine bir gezide benim her anımı “donduran” profesyonel birisi ile seyahat etmek.

Nepal'de Bir Başkadır Hayat

İnsanlara yüksekten bakmayı sevmezdim ama bugün sevdim. Çünkü bu sabah 3.210 metreden baktım dünyaya ve insanlara (Unutmayınız, Uludağ zirvesi 2.542 metre).

Sabaha karşı 03.00’te gözlerimi, karanlıkta ay ışığı vurduğu için üzerinde kaplı kar ve buz kütlelerinden dolayı bembeyaz görünen Annapurna Tepeleri’ne doğru açtım. Bu sabah hedefimiz bulunduğumuz kamp noktasından Ponhil (Poon Hill) tepesine sabah tırmanışı yapıp orada güneşin önce bu dev tepelerin üzerine doğmasını görecektik.

Biraz bunun heyecanı biraz da odamızda ısıtıcı olmaması sebebiyle soğuktan uyuyamamaktan olsa gerek çıkış saatimizden 1,5 saat önce uyandım ve o küçücük odamızdan bir süre beyaz tepeleri izledim. Sonra 04.45 karanlığında birçok turist grubu ile birlikte hareket ettik. Şansımız yaver giderse 06.50’de güneş Annapurna ve Manaslu tepelerinin üzerine doğacak ve bulutların izni olursa biz de bu eşsiz manzarayı izleyebilecektik.

Çıkış başladığında buraya oldukça hazırlıksız geldiğimizi biliyorduk ve diğer tam teşekküllü turistlerin garip bakışlarına aldırmada kafalarımıza kıyafetlerimizden gelişigüzel aldık. Çünkü insanın uzun soluklu gezilerinde -hele hele şartların kısıtlı olduğu bu tip ülkelerde- hasta olma gibi bir lüksü yok. Sabahın dondurucu soğuğunu yiyip Ponhil tepesinden Annapurnalarla karşı karşıya geleceğimiz umudu ile zirveye vardık. Ancak görüş mesafesi o kadar düşüktü ki havadaki sisin kalkması ve karşıları görebilmek için heyecanlı bekleyiş başladı.

Birçoğu bizden önce çıkmış, çoğu profesyonel fotoğrafçı yaklaşık 200 kadar kişi kadar vardık. Biraz zaman geçince bulutların bugün kıskanç olup ardındaki dağları bizden sakınacağını düşünen bazı kişiler erkenden inişe bile başladılar. Hatta Ayhan Hocamın “artık biz de inelim” demesine “10-15 dakika daha bekleyelim” diye karşılık verdim. Bunu dememin üzerinden 5 dakika geçmişti ki herkesten yüksek çığlıklar kopmaya başladı. Çünkü güneş o tepelerin uçlarına vurmaya başladığında sanki bizim içimize vurmuş gibi ısınıverdik.

Everest’in kardeşlerini görebilmemiz için hava bu dakikadan sonra bizden yanaydı ve bulutlar Annapurna (Hasat Kraliçesi) ve Manaslu (Ruhların Dağı) sırtlarını bizden kıskanmayı bıraktı. İnanın onları yakından görmek hiçbir şeye benzemiyor. Bulutların üzerinden adeta göğü delen, uçakların uçuş mesafelerine kadar yükselen bu güzellik doğanın insanlığa önemli bir armağanı. Karşımızdaki bu güzelliğe hakim bir tepeden, tam onların karşısından bu güzelliği izlemek sanırım hayatımız boyu unutamayacağımız bir an. Bu anı umarım bir parça daha ileri götürüp, o gördüğüm güzelliğe tırmanırım önümüzdeki yıllarda. Eminim ki asıl adrenalin orada ve o anda hissedilecek.

Bu güzel ortamdan ayrılıp kamp noktamıza geldik ve küçük bir kahvaltıdan sonra yola koyulduk. Bugün gideceğimiz kamp noktamız Ganduruk (Ghandrung). Yine yaklaşık 8 saat daha yürüdük. Yolda molalarda tanıştığımız turistlerin çoğu çok sıcak kanlı. Hemen nereli olduğumuzu soruyorlar ve Türkiye’den dediğimizde hemen hepsi Türkçe bildikleri kelimeleri sıralıyorlar ve Türkiye’de gelip tatil yaptıkları yerlerin adlarını sıralıyorlar. Ait olma güdüsünden olsa gerek mutlu oluyoruz bunları duyunca. Yaşı büyük olsa da cesaret edip buralara çıkabilen kadınlar veya sırt çantasını takıp buralara yalnız başına gelebilmiş kızların kafalarına hayran kalmamak mümkün değil.

Geçtiğimiz dağ köylerindeki her Nepalli istisnasız gülümsüyor ve “Namaste” (Merhaba) dememize aynı sevecenlikle karşılık veriyor. Mola yerlerinde turistler o yerin suyunun içilip içilmeyeceğinin testini hemen kendi ekipmanları ile yapıp grup arkadaşlarına sonuç hakkında bilgi veriyorlar ve bu durum çok hoşuma gidiyor.

Bazı kimseler donarken şortla gelenleri anlıyoruz ki soğuk ülkelerden gelip bu tip havalara alışkın olan kimseler. Bazı turist gurupları ile ilerleyen çanta taşıyıcılarına ise acımamak mümkün değil. Kendi ağırlıklarının yarısı kadar çantaları taşımak Nepallilere Himalayaların yüklediği bir hayat yükü olsa gerek.

Dağ köylerinin içinden yol alırken asma köprüler bizi akan suyun bir o tarafına bir bu tarafına atıyor. Yer yer sarkıt biçiminde yüksekten üzerimize inen yeşillikler bize Amazon’da yürüyoruz hissi veriyor. Her biri birbirinden güzel, çok büyük olmayan şelalecikler onları izleme hevesimizden dolayı bizi yavaşlatıyor.

Bugün toplam yürüyüşümüz 12 saat sürdü ve bundan dolayı en fazla bugün yorulduk. Yarın şehre inmenin hayalini, daha sonraki gün de safariye gitmenin hayalini kurmaya başladık bile…

Bilir misiniz, Nepal'de Çocuklar Ağlamaz: Pokhara

 Ülkemde genellikle tanımadığım insanlara da kendimi tutamayıp selam veririm. “Merhaba, günaydın, iyi akşamlar” dediğim çoğu zaman ise kendimi tren zannederim… İşte Nepal’de trencilik oynamak isteseniz bile bu mümkün değil, çünkü tüm Nepalliler sizin selamınıza son derece sevecen, saygılı ve güler yüzle karşılık veriyorlar. Hatta çoğu kez, önce davranan onlar oluyor…

Dün 12 saatlik uzun ve yorucu ama bir o kadar da keyifli yolculuğun sonrasında yemeğimizi yedikten sonra kendimizi yatağımıza nasıl attığımızı tam olarak hatırlamıyoruz. Sabah kalktığımızda 3. kamp noktamızın ne kadar harika bir yer olduğunun farkına ancak varabildik. Sabah erkenden kalkarak karşımızda karlı dağlar ve bizim üzerimizde sıcak güneş eşliğinde belki de bugüne kadar en keyifli kahvaltımızı yaptık ve son yürüyüşümüz başladık.

3_651.jpg

Güneş kendisini tam anlamıyla sabahtan gösterdiği için güneş kremimi sürdüm ancak buna rağmen yanmaya devam ediyorum. Bizim ekipten Resul Gümüş ve beni çok fazlasıyla Nepalli zannediyorlar. Nepalce bildiğimiz için değil de bunu el kol hareketleri ile veya gözleri ile fazlasıyla anlatıyorlar. Kadınlarda kısa saçlı bayan görmedik. Hepsi doğa ile ahenk içinde cıvıl cıvıl renkli kıyafetler giyiyorlar. Merak ediyorum siz hiç oyuncağı olmayan çocuklar gördünüz mü? Nepal’de çocukların oyuncakları yok. Garip olan şey ise gezimiz boyunca ağlayan sadece bir tane çocuk gördük. Evet, Nepal’de çocukların oyuncakları yok ve onlar hiç ağlamıyorlar…

2_659.jpg

Eğer bacaklarınız aşırı yürümekten ağrımış ise çaresi, ertesi gün tekrar aynı tempo ile yürümektir. Çünkü ayaklarımızın ağrısı yürüdükçe ısınan eklemlerimizden dolayı azalıyor. Hele hele yürüdüğünüz patikanın sağı solu hayatınızda ilk kez gördüğünüz bir doğa harikası ise kafanız vücudunuzdan tamamen ayrı demektir. Diğer günlerde olduğu gibi bugün de bol bol katır ve eşeklerle karşılaşıp onlara yol verdik. Üzerimizden ise sık sık Everest ve Annapurnaları kuş bakışı izlemek için havalanan turist uçakları geçti. Uçuş yüksekliğine varan bu tepeleri biz de yürüyüş boyunca birçok açıdan durup durup izledik, fotoğrafladık. Bugün rakım olarak deniz seviyesine yaklaşık 1.500 metre daha yaklaşacağımız için oldukça dik inişler vardı. Mola verdiğimiz yerde ise “Tehlike: Kobra Yılanı” yazısına rağmen o sürüngeni maalesef göremedik.

4_610.jpg

İniş sırasında çok tatlı Nepal çocukları gördüm. Nepalce bilmeyip anlaşabildiğimiz kişiler sadece çocuklar. Çocuk her yerde çocuk yani. Dik patikadan inerken, sırtlarında kendi usullerince yüklerini taşıyan onlarca köylü ile karşı karşıya gelip selamlaşıyoruz. Bir tane çocuk vardı ki, 6-7 yaşlarında bir erkek çocuğu, sırtında kendi boyunda bir küfeyi yokuş yukarı taşıyordu. Yavaşladım ve elimdeki “gopro”yu çıkarıp fotoğrafını çekmeye hazırlandım. Fotoğrafını çekeceğimi anlayıp yavaşladı ve güzel bir fotoğraf olması için poz verir gibi yaptı. Sonra yanına kadar yaklaştığımda biraz utanarak ve yüzüme bakmadan “çaklıt (chocolate-çikolata)” dedi. Hayatımda ilk kez yanımda yemediğim bir çikolata olduğu için bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum. Çantamı indirdim, içinden çikolatamı bulup verdim ve alıp hemen cebine koydu. Sanırım kardeşleri ile pay etmek üzere evine götürecekti. O çocuğun gözlerindeki mutluluğu görmek, Himalayalar’ı görmekten  kat kat daha büyük haz veriyor insana. Himalayalar’a gitmeye karar verirseniz, oradaki dağ köylerindeki emekçi çocuklar için yanınızda şeker ve çikolata kutuları bulundurun lütfen.

5_570.jpg

Hindu olan bu insanları Hristiyan yapmak için gelen bir grup Avustralyalı misyoner gördük ki bu insanların yiyecek ekmekleri yokken bu insanlara kendi dinlerini ihraç etmeye çalışmaları, modern insanlığın(!) geldiği noktayı gösteriyordu.

Yaklaşık 6 saatlik bir inişin ardından yürüyüşe başladığımız noktadan bizi iki araç aldı ve Pokhara’daki otelimize götürdü. Yine daracık ve bazen toprak bazen asfalt olan kötü yolda ilerlerken, yolun bozuk olmasından dolayı sarsılan arabada iki dakika olsa dahi uyumak mümkün olmuyor. Ben, taşıyıcılar ve rehberimiz ile aynı araçta olduğum için iki saat boyunca dört Nepalli’nin Nepalce konuşmasını anlamdan dinleyerek doğayı izledim. Nepal’deki taksiler Suzuki’nin veya Hyundai’nin ufacık olan modelleri. Çantalarla beraber normal şartlarda o arabaya beş büyük adam sığmaz ama demek ki otele gitme hevesinden iki saatlik yolculuğu göze alarak o araçlara çantalarımızla beraber sığabiliyoruz. Trafik soldan işlediği için araçların direksiyonları sağda ve arabaların dar yollarda üzerimize üzerimize gelmesine ben çoktan alıştım.

6_523.jpg

Yazılarımı internetten takip edip fotoğrafımı gören arkadaşlarım sık sık resimlerime bakarak zayıflayıp zayıflamadığımı merak ediyorlar. Kaşık çatal dahi bulmanın zor olduğu buralarda basgül bulmak hiç mümkün değil. Evet Nepalliler genellikle yemeklerini elleri ile yiyorlar. Çatal bıçak kullanan çok nadir.

9_395.jpg

Rehberimiz Rajendra’nın, her Nepalli gibi pamuk gibi bir yüreği var ve dört gün boyunca bizi memnun edebilmek için elinden geleni yaptı. Bundan dolayı ona bir kez daha teşekkürler. Nasıl Türkiye’deki bazı kimselerin batı ülkelerine gidip çalışmak gibi hayaller var ise, Nepallilerin de nispeten onlara göre zengin ülkelere gidip çalışmak gibi istekleri var. Rehberimiz de bu istediğini bize iletti ve ileride Türkiye’de çalışmak istediğini bize söyledi. İşsizlik oranı her ne kadar bizim ülkemizde % 10 olsa da, onun gibi insanlara her zaman yer olduğunu düşünüyorum.

7_486.jpg

Otelimize geldiğimizde duşlarımızı alıp Pawe Gölü boyuna çıktık, sonra Nepal’in yerel çalgıları ile yapılan yerel müzikleri eşliğinde akşam yemeği yedik. Artık bufalo etine de çoktan alıştım. Daha sonra ise masaj salonuna giderek 4 gündür ağrıyan eklemlerimize trekking masajı yaptırdık. Yarın ise vahşi doğada safari başlıyor…

#Makedonyadan yazılar alanında göster
Kapalı
Ali Yeniay

Yazar Hakkında

Ali Yeniay

"Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?" sorusuna "Gezerek, okuyan ve hatta gezi yazılarını paylaşan" diye cevap veren bir seyyahım ben...