Kruvaziyerle Venedik ve Gondol Turu

Eveet, geldik mi Venedik'e?Henüz değil. Önceki gün Dubrovnik gezimizde rehberimiz Venedik için sabah erkenden kalkıp fotoğraf çekmemizi salık vermişti. Gezi öncesi araştırmalarımda da aynı tavsiyeye rastladığımdan sabah yine kuzenimle beraber, kargalar ziyafete (!) oturmazdan önce 05.45’te uyanıp 15. güverteye çıktık. Tabii benim elimde yine “memo”. Bizden başka etrafta 10-15 kişi daha var, bir de yerleri yıkayan sevimli amcalar...

Zaten Venedik'e varışımız 09.00 olarak belirtiliyor günlük programımızda ama anacığım etraf da isli puslu, fotoğraf çekilecek bir hava yok. Madem bu saatte uyandık, doğruca kahvaltıya dedik. Kahvaltı sonunda Venedik manzarası alan güverteler fotoğraf makineli yolcularla dolup taşıyordu.

Geminin ana limanı burası olduğundan yoğun bir yolcu iniş binişi (3000 kadar) yaşanacaktı. Kahvaltıdayken yolcuların bir kısmının ellerinde küçük bagaj ve el çantaları görmemizin sebebi de buymuş demek ki…
               
Velhasıl kelam, Giudecca Kanalı'ndan geçerek yanaştık Venedik'in turistik limanına. Bu seferki rehber + yolcu buluşmamız Golden Lob Restaurant'taydı. Aldık 35 numaralı stickerımızı (babam seneler önce buraya geldiği için 13 avro ücretli transfer almakla yetindi) ve cümleten vaporettomuza binip St. Marco Meydanı'ndan 4 köprü önce indik karaya.

Bu arada niye vaporettoya bindiniz diye sormayın. Şehrin batmasına ramak kalmış, bir de 140 tonluk gemiyle dibine yanaşacak hâlimiz yoktu herhalde. Zaten kruvaziyerlerin Venedik'e yanaşacağı son seneymiş. Bundan sonra daha açıkta bir yere demir atıp yaklaşık 1,5 saatlik bir otobüs yolculuğuyla ulaşılabilecekmiş Venedik merkeze. Hadi yine iyiyiz : )

Neyse, nerede kalmıştık? St. Marco; nam-ı diğer Piazzo San Marco. Evet. Sözünü ettiğim 4 minik köprüyü geçerek varıyoruz iki sütunun başına. Buraya meydanın başlangıç noktası diyebiliriz. Sütunlardan birinin tepesinde San Marco'nun Aslanı, ötekindeyse koruyucu Aziz Teodoro, yani San Teodoro heykeli bulunuyor. Avrupa'nın muhtelif şehirlerindeki birçok parça gibi bu sütunlar da İstanbul'dan getirilmiş 1200'lü yılların başında. Adamlar, meydana adını veren Marco'nun kemiklerini bile çalıp getirmişler! Daha ne olsun? Neyse ona sonra geleceğim. Konuyu daha fazla dağıtmadan devam...  

Deniz tarafından uzaklaştıkça sütunların peşi sıra Sansovıno Kütüphanesi (Libreria di San Marco) ve Dükler Sarayı (Palazzo Ducale) karşılıyor bizi. Dükler Sarayı ve hapishaneyi bağlayan meşhur Ahlar Köprüsü'nü (Ponte dei Sospiri) de unutmamalı. 

Saat Kulesi'ni (Torre dell’Orologio) de kısaca açıklayayım da bir hikâyeye bağlayacağım. Bekleyin. Ama öncesinde Saat Kulesi! Kulenin tepesinde iki bronz heykel bulunuyor. Heykellerden biri yaşlı bir amcayı (geçmiş zaman), diğeriyse genç bir abiyi (şimdiki zaman) tasvir ediyor. İkisinin de elinde çekiç bulunuyor ve her saat başı “zaman geçiyor heheeyt!” diye çan sesini duyuruyorlar ahaliye. Ama sadece saat dersek yanlış olur. Zira Ay'ın evreleri ve Zodyak (burç) sembollerini de görmek mümkün. Rivayete göre bu saat mekanizmasından başka yapamasınlar diye ustaların gözleri kör edilmiş efendim. Caniler!

Şimdiye kadar anlattıklarımı zihinde görselleştirmek ve daha kalıcı hâle getirmek adına hikâyemize geçebiliriz...

Bahsettiğimiz dönem elbette Ortaçağ. Ortaçağ deyince ne geliyor aklımıza? İşkence. Hem de her türlüsünden… Hani hapishane demiştik ya, işte mahkûmlar Dükler Sarayı'nı hapishaneye bağlayan köprüden geçerken hücrelerine gitmeden evvel dünya gözüyle gün ışığını son kez burada gördükleri için “N'aptık biz yahu! Ah! Vah!” serzenişleri köprüye ismini vermiş. Gelelim psikolojik işkence faslına… Toprak Bey'in dediğine göre (evet bugünkü rehberimiz de kendisi) öğle saatinde idam edilecek olan mahkûm, o ilk bahsettiğim iki sütunun arasına asılıyor cayır cayır sıcakta. Ama yüzü nereye dönük bilin bakalım? Tabii ki bizim Zodyaklı saat kulesine! Adamın burçlara baktığı yok elbet saatin tik taklarını saymaktan. Ölmeden önce son dakikalarında da işkence görüyor yani abimiz. Kafası kesildikten sonra bile bitmiyor eziyet. Zira kesilen kafalar ibret olsun diye Dükler Sarayı'nın mermer sütunlarına asılıyor ertesi hafta Pazar gününe dek. İşte Dükler Sarayı'ndaki söz konusu iki sütunun diğerlerinden farklı olarak kırmızı renkte olmasının sebebi buymuş.

Gelelim St. Marco Bazilikası'na... Aziz Marcus, 12 havariden biri. Ayrıca 4 İncil’den birinin yazarı. Restorasyon çalışmaları olduğundan öyle ihtişamlı bir fotoğrafını çekemedim ama hikâyesi epey ilginç: Vakti zamanında Venedikli iki tacir bizim meşhur azizin kemiklerini domuz etine sarıp sarmalayıp İskenderiye'den ta buralara kaçırırlar. Neden domuz eti? Müslüman muhafızları domuz etini kontrol etmiyor da ondan! Kıps.

Bazilikanın orta kapısının üzerindeki 4 adet bronz at heykeli (orijinalleri içerde) ise Haçlı Seferleri sırasında İstanbul'dan çalınıp getirilmiş. Çalan çalana! Tehey!                                                                                                                                                                          
Evet. Bu kadar ansiklopedik bilgi yeter. Hava da sıcak zaten… Biz rehberin peşinde güvercinler gibi meydanın bir o tarafına bir bu tarafına seğirtirken annemle babam nerede dersiniz? Merdivenlerde, duvar dibinde; daha doğrusu gölge neredeyse oradalar. Gruptan ayrı takıldıklarını söylememe gerek yok sanırım : )

Ama durun daha yolumuz uzun. Saat kulesinin yanından girip labirentimsi ara sokaklardan Rialto Köprüsü'ne (Ponte Rialto) varacağız.

Bu arada teyzemlerden koptuk. Peynirini bulmaya çalışan fare hissiyatıyla labirentte ilerlerken bir de baktım Pınar ablam! Peynirin adresini almış meğer ; ) Koşar adımlarla köşedeki Hard Rock'ın Venedik şubesinden sola döndüğümüz gibi Pizzeria Rialto'dayız. Anağm! O da ne? Adı üstünde sağ tarafımızda da Rialto Köprüsü. Bonus!

Margarita + patates kızartması + buzlu su üçlüsüyle hem midemizi hem ayaklarımızı şımarttıktan sonra Rialto Köprüsü ile fotoğraf çekilmeden olmaz. Japon bir teyzeden toplu hâlde fotoğrafımızı çekmesini rica ediyoruz. Bu da tamam.                                                                      
                                                                                                                                                                Sıra geldi 1-2 mağazaya bakıp yavaştan dönüş yolunu tutmaya. Saat 15.00’te vaporettodan indiğimiz noktada buluşacağız. Neyse bu sefer tok mideyle koyulduk labirentteki gezintimize.

Vitrinlerde görünce geldi aklıma: CAMEO. Tabii yahu! Çocukluğumdan beri hayran olduğum tek aksesuar. Broş,  kolye, yüzük, bilezik vs. formlarında görmek mümkün… Benimki hem broş hem de kolye ucu olarak kullanılabildiğinden bir taşla iki kuş vurmuş oldum diyebilirim. Arka fonu yavruağzı tonlarında akik ve ön yüzeyi kadın portresi rölyefiyle süslenmiş bu aksesuar sanırım yabancı filmlerden bilinçaltıma kazınmış. Tarihine gelecek olursak şaşırmamak elde değil. M.Ö. 3000'li yıllarda antik Mısır'da rastlanmış ilk Cameo'ya. O zamanki Cameolarda savaş tasvirleri yer alıyormuş hoş hatunlar yerine. Sonra sonra farklı coğrafyalara yayılıp meşhur oluyor. Cameo modası akımının başını ise Napolyon çekiyor. Krallığı döneminde kendisine Cameolarla bezeli bir taç yaptırınca Fransa ve beraberinde Avrupa'daki çeşitli kraliyet aileleri de aynı izden devam ediyorlar.

- Cameo, yeter tatlım sen çekil şimdi şöyle bir kenara. Gondola geçiyoruz biz...

Yazı uzun oldu farkındayım ama gondolu yazmazsak olur mu? Cık. Tur kapsamında olması sebebiyle bu işi kendimiz pazarlıkla kotarmak yerine rehberlere teslim ediyoruz. Tek yapmamız gereken sıramızı bekleyip gondolumuza atlamak.

6’şar kişi alıyorlar aslında gondollara ama ekstra bir kişi bulamadığımızdan 5 kişi biniyoruz hatunlar kafilesi olarak. Gondolcumuz azıcık sarhoş mu ne? :/

Neyse zaten yarım saatimiz var. Fotoğraf çekmeye başlamalı bir an evvel. Hatta bir ara daha iyi bir açı yakalayayım diye yerimden azıcık kıpırdıyorum ama gondolcunun, “şşt!” tarzı uyarıları neticesinde put kesiliyorum. Öyle, söz dinlerim ben! Dinlemesen ne olacak? Kanalın pis suyuyla tanışma fırsatı bulacaksın. Sağ olun, ben almayayım.

Küçük kanaldan geçerken gondollarla ilgili araştırmalarım canlanıyor hafızamda. Kanallar daracık olunca köşeden gelecek diğer gondolla tek iletişim araçları bağırmak. Zaten İtalyanların uzmanlık alanına girdiğinden köşe başlarında birbirlerine bağırıp çağıran amcalar hakkını veriyor. Amca demişken… Evet. Gondolculuk babadan oğula geçen bir meslek. Gondolcu ehliyeti almak ise oldukça zor imiş. Kadın gondolcu yok mu derseniz, tek bir istisna dışında yok efenim. Kendisi Gondolcular Birliği Başkanı'nın kızı olur.

Yaklaşık 2 metre derinliğindeki Küçük Kanal'dan çıktık Grande Canale'a. Buranın derinliği yaklaşık 7 metreymiş gondolcumuzun dediğine göre. Biz şapşi şapşi fotoğraf çekerken sarsılıyoruz birden. N'oluyor yahu, derken bir de baktık ki çarpışmışız. Evet, başka bir gondola! Şimdi günahını almayayım ama dedim ya çakırkeyifti galiba bizim kerata. Gondol kazası da bizi buldu! Neyse ki bir hasar yok, devam...

Gondol sefamız da bu şekilde yarı atraksiyonlu bir şekilde son bulmuş oldu.    

Bir başka atraksiyonsa annem tarafından yaşandı. Nasıl mı? Artık dönüşte vaporettomuzun kalkmasına 15-20 dakika kalmış. Hadi, dedim annemle babama, gelin de kanalın üzerinden geçen şu minik köprülerden birinde fotoğrafınızı çekeyim. Hay demez olaydım. Annem rüzgâr eşliğinde boynuna bağladığı gömlek ve saçları uçuşurken pek de fiyakalı bir poz veriyordu ki babam da katıldı yanına kendisinden rica ettiğim üzere. Kolunu annemin omzuna atayım derken annemin bugün gondol beklediği sırada 8 avroya pazarlıkla aldığı hasır şapkası (sonra bu şapkacı delikanlıyla bir sandalye kavgası da yaşandı, o ayrı) kanalın pis sularını boylamasın mı! Babam ciğerci kedisi gibi şapkanın kenara yanaşmasını beklese de nafile. Onca yorgunluğun üstüne tuz biber oldu anlayacağınız. Trajikomik bir anı deyip geçelim : )

Pis kokulu ama güzel görünümlü Venedik maceramız 15.00 sularında sona ererken yine vaporettolarımızla bu sefer karaya inip, yarımız shuttle ile yarımız yürüyerek terminalden geçtik ve gemimizdeyiz! Şükürler olsun. Ayaklarımıza kara sular indi yahu. Neyse şehir batmadan görmüş olduk bu vesileyle. İyi oldu, hoş oldu.

Not: Gemimizde bugünkü kıyafet temasının neden “günlük” olduğunu da anlamış oldum. Bu yorgunlukla kim gitsin de abiyelerini giyip süslensin!

* https://www.flickr.com/photos/kayitmaz/14305169969/

Tuğçe Kayıtmaz

Yazar Hakkında

Tuğçe Kayıtmaz

Mesleğine tutkun bir garip tercüman. Hayatın anlamını "oku, ye, gez" olarak görüyor. Görselleştirmeye olan sevdasını fotograf çekerek ve bir miktar çiziktirerek dışa vuruyor.