Bir İzlanda filminde küçük bir çocuk Dünya küresinde gördüğü memleketi için: “Okyanustaki bir tükürüğe benziyor.” diyordu. 103.001 km2’lik yüzölçümü ile Türkiye’den yaklaşık 7,5 kat küçük olan ülke, gerçekten de Atlas Okyanusu’ndaki bir adacık gibi.
Buna rağmen yanardağları, buzulları, şelaleleri, volkanik çölleri, gayzerleri, fiyortları ile mini bir dünya.
İzlanda’nın 321.857 kişilik toplam nüfusunun neredeyse yarısı başkent Reykjavik’te yaşıyor. Adanın güneybatısındaki bu liman şehri iki katlı küçük evlerden oluşuyor. Yaz aylarında gündüz süresinin 24 saati bulduğu ülkede, kışın neredeyse hiç güneş doğmuyor. Ayrıca sürekli denizden gelen sert bir rüzgar var. Dolayısıyla evler iki katlı inşa edimiş. Reykjavik’teki en yüksek yapı bir kilise. Lüteryan kilisesi olan Hallgrímskirkja, şehrin hemen hemen her yerinden kolaylıkla görülebiliyor.
İzlanda için sıradan bir doğa olayı olan bazalt akıntılar, kilisenin dış görünüşüne de ilham kaynağı olmuş. Gördüğüm en sade kilise olan Hallgrímskirkja, 1986 yılında tamamlanmış. İçinde ve dışında inanılmaz bir sadelik ve uyum var. Kilisenin alamet-i farikası ise 5.275 boru kullanılarak inşa edilen ve 25 ton ağırlığındaki orgu. Hallgrímskirkja’da yaşayacağınız müzik keyfini, başka hiçbir yerde yaşayamayacağınıza emin olabilirsiniz.
Yürürken pek fazla insanla karşılaşmayacağınız, rahatlıkla istediğiniz saatte gezebileceğiniz bir şehir Reykjavik. Gündüzleri sokaklar ıssız gibi görünse de, geceleri de şaşırtacak şekilde kalabalık oluyor. Şehrin merkezindeki evler çoğunlukla konukevi (guest house) ve pansiyon. Reykjavik’te yaşayan insanlar şehrin dışında yaşıyorlar. Ancak en uzak mesafe araba ile on dakika sürüyor. Reykjavik’te her adım başı bir hediyelik eşya dükkanı var. Buradan alınabilecek en iyi hediye ise İzlanda koyunlarının yünü ile örülmüş bir kazak.
İzlanda’da planladığımız ilk gezi ülkenin kuzeyine gidip; okyanusa tekne ile açılarak, balinaları yakından görmekti. Balina görmek sadece bir ihtimal iken, Kuzey Atlantik Okyanusu’una açılmak bile bizim için yeterliydi.
Sabah Reykjavik’teki yerel uçuşların yapıldığı havaalanına gittik. Neredeyse kuzey kutbuna gideceğimizden kat kat giyinmiştik. O sabah Reykjavik’teki havanın çok kötü olması da kalın giyinmemizdeki başka bir etkendi. Pervaneli bir uçak ile yaklaşık 45 dakikalık yolculuğun ardından Akureyri havaalanına indik. Kuzeye ulaşmanın diğer bir yolu ise adayı çevresinden dolaşan ve 1 numaralı otoban olarak isimlendirilen çift şeritli yolu kullanmak. Ülkenin hiçbir yerinde metro ve tren hattı bulunmuyor. Kazılan her yerden sıcak hava ve su, lav çıktığı düşünüldüğünde; toprağın derinliklerine müdahale etmemelerinin sebebi kolaylıkla anlaşılabiliyor. Akureyri’ye indiğimizde hava günlük güneşlikti. Biz buna çok şaşırmamıza rağmen bizi havaalanında karşıyan rehberimiz: “Kuzeyde hava bu mevsimlerde hep böyle olur,” diyerek şaşkınlığımıza anlam veremedi. Aslında İzlanda çok kuzeyde olmasına rağmen Gulf Stream akıntıları nedeniyle yıllık ortalama sıcaklık 0 derecenin altına düşmüyor. Akureyri ile balina gözlemi için denize açılacağımız liman kenti Húsavík arası araç ile yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Düşük sezonda gittiğimiz için havaalanında tura katılan benim ve eşim dışımda kimse yoktu. Rehber bundan dolayı bize bir kıyak yaptı: Ana güzergahımızdan 10 dakika saparak bizi Goðafoss’a götürdü. 30 metre genişliği ve 12 metre yüksekliği olan bu şelalenin Türkçe’deki anlamı “Tanrıların Şelalesi”.
İzlandaca vik, koy anlamına geliyor. İzlanda’daki şehirlerin tamamı birer liman kenti olmasından dolayı, hemen hemen bütün şehirleri vik ile bitiyor. 2.237 nüfusu ile Húsavík bu liman kentlerinden biri. Balıkçılık ve balina gözlem turları burada yaşayanların geçimini sağlayan iki ana unsur. Balina turundan önce bizi balina müzesine götürdüler. Burada balinalarla ilgili her türlü bilgi mevcut. Boyutları, ne yedikleri, günlük besin ihtiyaçları gibi. Ayrıca bu eski deponun çatısına değişik türdeki balinaların iskeletlerini asmışlar. Bunlar dışında eski metinlerde balinaların nasıl avlandıklarına ilişkin bilgiler de müze teşhirleri arasında. Çağlar boyunca balinaların nasıl avlandığı, teknoloji geliştikce avlama tekniklerinin nasıl geliştiğine de ilişkin bilgi mevcut. En can alıcı nokta ise 1990’lardaki neredeyse balinaların soylarını tüketecek noktaya gelen avlanmayla ilgili verilen bilgi. Görünen o ki hata yaptıklarının, ellerindeki doğal kaynaklar tükenmeyecekmiş gibi bilinçsizce avlanmaktan ders çıkarmışlar.
Balina avlamak yasak değil, ama elinde lisansı olan bir şirket kalmış. Eski tekneler ise artık balina gözlemi için turistleri taşıyor. Limandan kalktan tekneler fiyortun karşına kadar gidiyor. Balinaların beslendiklerinde kalan ve su yüzüne çıkan artıkları kuşlar yediği için, gözlem için kuş kümeleri takip ediliyor. Tur yaklaşık 3 saat sürüyor. Balina görülemese bile orada olmak, motorun sesi kapatıldığı zaman sadece su kuşlarının çıkardığı sesi ve sessizliği dinlerken hissedilenler, tarif edilebilecek duygular değil. Balina konusuna gelecek olursak da, kendisinin tekne veya üstündeki insanlarla hiç ilgilendiği yok. Dans eder gibi ama dingin bir şekilde nefes almak için su yüzüne çıkıyor. Ardından dibe doğru yağ içinde akar gibi devam ediyor. Dünyanın en büyük memelisini görebilmek inanılmaz bir his. Sadece anlamsız sesler ile tarif edilebilir bu duygu. O sesler de sadece gördüğünüz andaki heyecan ile ağzınızdan çıkar.
Bir sonraki günkü gezi planımız ise Golden Circle. Her gün iki farklı firma tarafından yapılan turun başlangıcı Reykjavik. Gullfoss, gayzer ve Þingvellir gezildikten sonra Reykjavik’e geri dönülüyor. İsmini de güzergah sırasında yaptığı dairesel rotadan alıyor. Gullfoss, “altın şelale” anlamına geliyor. Diğer şelaleler gibi Gullfoss da buzullardan besleniyor. Üzerindeki akıntı çok güçlü. Gürül gürül bir sesi var. İnsan yanındaki duymakta zorlanıyor.
Tektonik hareketler sonucu oluşan şelalede nehrin güzergahı değişmiş. Düz akan nehir bir kilometrelik bir kırılma ile sağa doğru keskin bir dönüş yapmış. Buradan sonra küçük basamaklar halinde aşağıya akıyor. Sonra nehir aniden bir çatlakla karşılaşıyor. 20 metre genişliğinde ve 2,5 kilometre uzunluğundaki bu çatlaktan su 32 metreden aşağıya düşer. Düştüğü çatlak bir duvar gibi önünü kestiği için çarpan suyun bir kısmı debinin kuvvetinden nedeniyle geri yükseliyor.
Turun ikinci güzergahı ise gayzerlerin olduğu Strokkur. Burada biri büyük, diğeri küçük iki tane gayzer var. Türkçedeki gayzer kelimesi İzlandalıların verdikleri isimden türetilmiş. Fay hatları veya volkanik kırıkların olduğu bölgelerde görülüyor. Su belirli bir alanda ısınınca, patlama yapıyor ve bu kaynar su yeryüzüne fışkırarak çıkıyor.
Buradaki en büyük gayzer 6-8 dakikada bir patlıyor ve 20 metre yüksekliğe kadar çıkabiliyor. Fakat hiç ıslanmıyorsunuz, fışkıran su sıcaklığın etkisi ile buhar oluyor. Sadece sıcak bir esinti geçiyor. Suyun kükürt oranı çok yüksek olduğu için bozulmuş yumurta gibi kokması tek kötü yanı.
Son durak ise Þingvellir. Bölgenin ismini Türkçe’ye çevirdiğimizde meclis alanı anlamına geliyor. Karşılıklı iki bazalt duvarın olduğu bölgenin akustiği çok iyi. Bundan dolayı 930-1798 yılları arasında meclis olarak bu bölge kullanılmış. UNESCO Dünya Mirasları listesinde olan Þingvellir’in diğer bir özelliği ise Kuzey Avrupa ve Avrasya plakalarının ayrıldığı yer olması. Her sene birbirinden uzaklaşan bu plakalar karşılıklı iki duvar gibi yükseliyor.
İzlanda’da geçirdiğimiz 4. gün için planımız, Reykjavik’den yaklaşık 320 km. uzaklıktaki Skaftafell Ulusal Parkı’na gitmekti.
Biz İzlanda’ya Mayıs ayında gittiğimiz için bu bölgeye ulaşımlar henüz başlamamıştı. Araç kiralayıp, Reykjavik çıkışlı Güney Sahilleri Macerası (South Shore Adventure) turunda gezilen yerleri gidiş ve dönüşte kendimiz gezdik. Çok uzaklardan bile insanı cezbeden ve yoldan çıkıp yanına gitmek istediğiniz Seljalandsfoss. Anlaşılacağı üzere foss, şelale anlamına geliyor. Seljalandsá nehrinin 60 metreden düşmesi ile oluşan şelalenin en güzel tarafı ise arkasından geçebilmeniz.
Şelalenin etrafından dönerken insan kendini filmde gibi hissediyor. Arkasında veya yakınlarındayken yanınızdakini duymanız mümkün değil. Diğer şelaler gibi çok kuvvetli bir debisi var. Turun ikici durağı ise 25 metre genişliği ve 60 metre yüksekliği ile Skógafoss. Bu devasa şelaleden geriye sadece ufak bir dere kalıyor. O kadar yüksek ve güçlü ki, suyun büyük bölümü havada iken kayboluyor. Bu sayede eğer hava açık ise iç içe geçmiş gökkuşakları görmek mümkün oluyor.
Turun son durağı ise 291 kişinin yaşadığı küçük bir sahil kasabası olan Vik. Kilometrelerce uzanan siyah bir kumsalı var. Ancak denizi çok hırçın olduğu için zaman içinde hayatlarına kaybeden onlarca denizci için dikilmiş bir anıt bulunuyor. Reykjavik ile Vik arası 180 kilometre. Güney Sahilleri Macerası (South Shore Adventure) turunda Seljalandsfoss ve Skógafoss görüldükten sonra Vik’ten geri dönülüyor.
Biz ise 1 numaralı otobanı takip ederek, Skaftafell’e devam ettik. Ulusal Parkın girişinde bir tesis ve kamping alanı bulunuyor. Alışveriş imkanın da olduğu tesisin çevresi küçük bir müze gibi. Hem bölge hakkında bilgi var, hem de yürüyüş rotaları ve uzaklıkları ile ilgili bilgi mevcut. En üzücü şey ise 1960’larda bölgeye gelen ve bir daha bulunamayan İngiliz dağcıların, 1990’larda bulunabilen malzemeleri. Yürüyüş için ise kimseden yardım almaya gerek yok. Uzaklık ve güzergah son derece belli ve her yerde tabelalar var. Bizim ilk yürüyüşümüz yaklaşık 3,5 kilometre uzaklıktaki Svartifoss’du. Türkçe Kara Şelale anlamına gelen ve 20 metre yüksekliğe sahip Svartifoss, ismini şelaleyi çevreleyen siyah bazalt lav sütunlarından alıyor.
Bu yürüyüşün ardından tesise geri dönüp, ters istikametteki Skaftafellsjökull buzuluna gittik. Jökull İzlandaca buzul demek ve adada 5 büyük buzul bulunuyor. Skaftafellsjökull ise buzul yürüyüşlerinin yapıldığı turistik bir bölge. Çok geç saatte gitmediğiniz takdirde biri ile karşılaşmanız kaçınılmaz.
Svartifoss ve Skaftafellsjökull, Avrupa’nın en büyük buzulu olan Vatnajökull’un sınırlarında. Buzul kalınlığının ortalama 400-600 metre olduğu Vatnajökull’un ölçülebilen en yüksek yeri 950 metre. Biz Skaftafell’de kaldıktan sonra Vatnajökull Ulusal Park’ı sınırlarında ama daha doğuda olan Jökulsárlón’a gittik. Skaftafell ile arası araba ile yaklaşık 40 dakika. Jökulsárlón; İzlandaca buzul, nehir ve lagün kelimelerinden oluşturulmuş. Lagün, okyanustan 1,5 kilometre içerde ve yaklaşık 18 km2’lik bir alanı içine alıyor.
Göl 248 metre derinliği ile İzlanda’nın en derin gölü. Buzuldan kopan parçalar buradaki lagün üzerinden Atlas Okyanus’una olan yolculuklarına başlıyorlar. Lagün aynı zamanda fokların da yaşam alanı. Yazın buzdağlarının üzerinde yatarken görülebiliyorlar. Ancak teknelerin seslerinden ürktüklerinden dolayı çok fazla yaklaşmak mümkün değilmiş. Biz ise fokları suda görebildik. Nefes almak için kafalarını sudan çıkarıp hemen geri dalıyorlardı. Bu anlık rastlaşmalarda ne yazık ki fotoğraflarını çekemedik. Jökulsárlón’da buzuldan dolayı mikro bir iklim var. Buzuldan denize doğru çok sert bir rüzgar var. Bazen insan ayakta durmakta bile zorlanıyor ve insanı gerçekten çok yoruyor. Biz buradaki gezimizden sonra Reykjavik’e geri döndük.
Reykjavik’e dönerken, Seljalandsfoss yakınlarındaki takımadalar dikkatimizi çekti. Sonradan öğrendik ki, bu adaların Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili kötü bir hatıraları var. 20 Haziran 1627 tarihinde Cezayirli korsanlar Küçük Murat Reis komutasında Vestmannaeyjar takımadalarına çıkıyorlar. 26 gün boyunca İzlanda’yı istila ediyorlar. 400 esir ve büyük bir ganimetle 27 günlük bir yolculuğun ardında Cezayir’e geri dönüyorlar. Kendilerine karşı direnenleri ve yaşlıları öldüren Küçük Murat Reis aslında bir devşirme. Asıl adı Jan Janszoon van Haarlem olan Hollandalı korsan, sonradan Müslüman oluyor ve Cezayir korsanlarına bu seferde bölgeyi bildiği için liderlik ediyor. Cezayir de o dönemde Osmanlı’ya bağlı olduğu için İzlandalılar bu işten Türkleri sorumlu tutuyorlar. 1970’lere kadar 300 yıl boyunca İzlanda’da Türk öldürmek serbest oluyor. Bu geçen sürede öldürülen hiç Türk yok, merak etmeyin. Hatta o kadar korkuyorlar ki Türklerden, İzlandaca Tyrkjaranid diye bir kavram dile yerleşiyor. Türkçeleştirdiğimizde “İnsan çalan Türk” anlamına geliyor. Ancak bugün herkes bu olaydan gülerek bahsediyor. Bize karşı kimseden herhangi bir nefret, kin görmedik. İşaret parmaklarını “Sizi gidi, sizi!” der gibi sallayıp, bu tarihi olayı anlattıklarını gördük. Gerçi müzelerde karşımıza çıkan bir kitap vardı. Pala bıyıklı bir yeniçeri; bir elinde sopa ile birini döverken, diğer elinde tuttuğu kadının saçlarını sıkıca çekip yerde sürüklüyordu. İnsan bunu gördüğünde utanma ve kızgınlık karışımı garip bir duygu hissediyor.
Reykjavik’teki bir günümüzü müzelere ayırdık. Bunların içinden iki tanesi mutlaka görülmeli. İlki, “Reykjavík 871±2” isimli şehir müzesi. Reykjavík’teki arkeolojik kazılarda bulunan tarihi bir ev müzenin şekillenmesinde etken olmuş. Tam ortada Vikingler zamanında kalan bu ev var. Bilgi panoları ve aydınlatmalarla ev hakkında bilgi veriliyor. Müze genel olarak Reykjavík neden yerleşildiği ile ilgili. İlk yerleşenlerin barınma, yiyecek ihtiyaçlarını nasıl karşıladıkları ve nasıl yaşadıklarına ilişkin bilgiler var. Ancak müzenin asıl farklı yanı içerisinde hareket sensörleri bulunması. Ziyaretçi hareket ettikçe koku, ses, görüntü destekli anlatımlar oluyor. Bu canlılıktan dolayı merak düzeyi en az olan kişinin bile ilgisi artıyor. Ayrıca evin yansımasının olduğu bir masa var. Masa dokunmatik olmadığı halde, elinizi çeşitli yerlerde tutarak bilgi panolarının açılmasını sağlıyorsunuz. Bu kadar az bilgi ile bu kadar güçlü bir anlatım pek rastlanacak bir şey değil. Ayrıca müze için en az 1,5 saat ayırmak lazım. Diğeri ise Þjóðmenningarhúsið ya da İngilizcesi ile The Culture House. Burada ortaçağdan kalma Saga el yazmaları ve Sagalar hakkında bilgiler var. İzlandacada "söylemek" anlamına gelen "segja" fiilinden türeyen "saga" sözcüğü, sözlük anlamı olarak "söylenen, söylenmiş şey" demektir. Tahminen 930-1050 yılları arasındaki dönemin "Sagalar Çağı" olarak anılmasını sağlayan bu sagalar yaklaşık olarak 1190-1320 yılları arasında yazıya geçirilmiş. Her türlü düzyazı öykü veya tarihi anlatı, saganın konusu olabilmekte. Tükçeye çevrilmiş sadece bir tane saga var. Yapı Kredi yayınları Kâzım Taşkent klasik serisinden çıkan “Yanık Njáll'ın Sagası”, en iyi saga olarak kabul edilmekte. Kahraman Gunnarr ve bilge Njáll ile oğullarının öykülerinin anlatıldığı saganın orjinal ismi "Njáls Saga".
Reykjavik’teki son günümüzde sabah Puffin gözlemi turuna gittik. Türkçe ismi Deniz Papağanı olan bu kuş dalıcımartıgiller familyasından. Vücudu penguene benzese de gagası papağını andırıyor. 30 cm’lik gövde boyu ve 500 gr’lık ağırlığı ile bir güvercin büyüklüğünde. Kısa mesafe ve alçaktan uçabiliyorlar. Ancak uçabildiklerinden daha iyi dalıp, yüzebiliyorlar. Çok utangaçlar. Teknenin sesini duyduklarında hemen denize dalıyorlar. Bundan dolayı fotoğraflarını çekmek için tele objektif şart.
İyi uçucu olmamalarına rağmen göçmen kuşlardan. Kışın Güney Afrika ve Yeni Zelanda’ya göç ediyorlar.
Öğleden sonra ise İzlanda’nın doğa harikalarından en bilineni olan Blue Lagoon’a gittik. Reykjavik’ten hemen hemen her saat başı buraya servis var ve yol yaklaşık 40 dakika sürüyor. Uluslararası havaalanından da Blue Lagoon’a ulaşım var. Yani İzlanda’ya geldiğinizde veya ayrıldığınızda uğramanız mümkün. Bu jeotermal kaplıcanın suyu açık mavi renkte. İsmini de suyun renginden alıyor.
Lagün jeotermal santral olan Svartsengi’den 2 günde bir gelen su besleniyor. Kızgın su, elektrik üretmek için türbinleri çalıştırmak için kullanılıyor. Su türbinlerden geçtinte sonra, bir bölümü Reykjavik’in sıcak su ihtiyacını karşılamak için ısı değiştiricisinden geçerek şehre pompalanıyor. Bir bölümü ise Blue Lagoon’a gönderiliyor. Tesis çok modern. Girerken size bir bileklik veriliyor. Üstünüzü değiştirip, eşyalarınızı dolaba bu bileklik ile kilitliyorsunuz. Ayrıca lagünde geçirdiğiniz süre boyunca yediğiniz ve içtikleriniz yine bu bilekliğe işleniyor. Çıkarken okutup hesabınızı kapatıp çıkış yapıyorsunuz. Cilde yararlı olduğu söylenen beyaz bir çamur ücretsiz dağıtılıyor. Ayrıca sauna ve buhar banyosunu da ekstra ücret ödemeden kullanabiliyorsunuz. En keyifli şey ise hava yağmurlu ve karlı iken siz elinizde soğuk bir içecek ile sıcacık suyun içinde keyif çatıyor olabilmeniz. Biz Blue Lagoon’a gittiğimizde biraz rahatsızdık. Oradayken öksürüklerimiz kesildi ve iyileştik. Ayrıca cilde de iyi geldiği kesin.