Buz ülkesinin başkenti Reykjavik’teyiz. Ülkenin güney batısında yer alan Reykjavik’in büyük bir kısmını bundan 10.000 yıl öncesine kadar buzul kaplıyormuş. 125 bin civarındaki nüfusu ile İzlanda’nın en kalabalık kenti olan Reykjavik, önemli bir balıkçılık merkezi.
Burası yeryüzünde kutup bölgesine en yakın başkent. Buna rağmen Gulf Stream sıcak su akıntısından dolayı çok dondurucu soğuklar yaşanmaz. Kış aylarında ortalama sıcaklık -1 derece civarındadır. Burası ülkenin en fazla yağış alan yerlerinden biri aynı zamanda. Yılın neredeyse 280 günü yağışlıdır.
İzlanda’ya gitmek için bence en güzel zaman Haziran, Temmuz, Ağustos ayları. Özellikle Haziran’da giderseniz 18 gün kesintisiz gündüz yaşayabilirsiniz. Bu nedenle yazın gidiyorsanız yanınıza mutlaka uyuma gözlüğü alın, çok az karanlık oluyor. Kışın giderseniz de mutlaka alarmlı saat, çünkü çok az aydınlık var. Ne zaman gece, ne zaman gündüz karışabiliyor.
Yaz aylarında bile hava bir hayli serin olacaktır. Biz Temmuz sonu Ağustos başı gitmemize rağmen kazak ve montlarla dolaştık : )
Tabii bu soğukluğu kapalı mekânlarda hiç hissetmiyorsunuz. Çünkü Reykjavik, dünyada jeotermal ısıtma sistemini en yaygın kullanan şehir. Neredeyse tüm evlerde jeotermal ısıtma sistemini kullanılıyor. Sadece evlerde değil tarım amaçlı seralarda da jeotermal kaynaklı ısıtma sistemi mevcut.
Bizim konakladığımız otel de böyle sıcacıktı. Otelimiz maalesef Reykjavik’in biraz dışındaydı çünkü merkezde oteller ateş pahası, gerçi dışında da durum pek farklı değil. Herşey Türkiye ile kıyaslandığında yaklaşık 4 kat daha pahalı.
İki katlı olan otelimizin personeli oldukça güleryüzlüydü. Tüm ülke genelinde yaygın olduğu gibi doldurulmuş hayvanlar, kızaklar, hayvan boynuzları oteldeki dekoru oluşturan en önemli unsurlardı.
Reykjavik’de otel önerilerinde bulunmak gerekirse, şehir merkezinde yer alan ve kentin ana alışveriş caddesi Laugavegur'a sadece birkaç dakikalık yürüme mesafesinde ki Downtown Reykjavík Apartments’I tercih edebilirsiniz. Bu otele alternatif olarak ise fiyatları oldukça ekonomik olan Hlemmur Square’da düşünülebilir. Otel hemen hemen DownTown otelle aynı lokasyonda yer alıyor ve Lauga-vegur üzerinde, 1930'lu yıllara ait Art Deco tarzı bir binada hizmet veriyor. Bu iki otele ek olarak da İzlanda Ulusal Müzesine yakın bir konuma bulunan 100 Iceland Hotel’I de tercih listenize koyabilirsiniz. Bunun yanında diğer Reykjavik otelleri içinse buradan booking.com’a girerek göz atabilir ve rezervasyon yapabilirsiniz.
Valizimizi bıraktığımız gibi hiç vakit kaybetmeden kent merkezine gittik. Çünkü bugün her sene Ağustos ayında kutlanan Reykjavik Eşcinsel Festivali’nin ilk kutlamaları yapılıyordu. Ancak maalesef ki korteji kaçırdık. Ama sonraki kutlamalara tanık olduk.
Herkesin kendi tercihini özgürce dışa vurabilmesi ve bunu çevresel bir baskı olmadan yaşayabilmesi güzel bir şey.
Bu festival süresince tüm mağazaların vitrinleri gök kuşağı renkleri ile dekore edilmişti. Bazı binalar ise komple gökkuşağı renklerine boyanmıştı.
Pek çok restoran ise o güne özel menüler hazırlamıştı.
Biz de bu restoranlardan birin girip bir ögle yemeği yedik. Buranın en popüler yemekleri; köpekbalığı kanadı çorbası, kurutulmuş köpekbalığı eti olan "Hakarl", sushi, ahtapot, karides, somon, kalamar. Gördüğünüz üzere deniz ürünleri ağırlıklı bir menü hâkim. Ancak pek restoranda da av eti sunuluyor.
Biz yine tercihimizi deniz ürünleri ve biradan yana kullandık. Ödüllü biraları Gull birası. Diğer tercih edilebilecekler ise Egils, Vífillfell, Bruggsmiðjan, Ölvisholt Brewery, Ölgerð Reykjavíkur, Brugghús'tur. Benim favorilerim Gull ve Egils. Votka tüketiminin de yoğun olduğu kentte bir de Brennivin denilen schnapps çok tutuluyor. Ben pek beğenmedim, ama deneyip kararı siz verin : )
İzlandaca “vik”, “koy” demek. İzlanda’daki şehirlerin neredeyse hepsi deniz kenarında birer liman kenti olduğu içi isimler genelde “vik” ile bitiyor: Reykjavik…
Kent, iki katlı rengârenk evlerden oluşuyor.
Volkanik hareketlilik çok yoğun olduğundan binaların temellerini çok derin kazmıyorlar ve çok yüksek binalar inşa etmiyorlar. İşte bu bina kentin modern kesimindeki en yüksek bina.
Bu renklıi iki üç katlı yapıların bir kısmı ev, bir kısmı restoran, bir kısmı ise hediyelik eşya dükkânı olarak hizmet veriyor.
Kentteki en dikkat çekici ve en yüksek yapı Lüteryan kilisesi olan “Hallgrímskirkja”. Kirkja kilise anlamına geliyor. Kilisenin yapımına 1945’te başlanmış, 1986 senesinde tamamlanmış. Kentin her yerinde kolaylıkla görülebilen kilisenin mimarı Guðjón Samúelsson, İzlanda için oldukça sıradan olan volkanik hareketlilikten, lav akıntılarından etkilenmiş. Kilisenin dışı patlamış bir volkandan akan lava benzetilmiş.
Özellikle de akşam saatlerinde kilisenin içindeki ışıklar yanınca, dışarıdan kilisenin tepesinde alevler varmış gibi bir görüntü oluşuyor.
Kilisenin içi de dışı gibi oldukça sade. Kilisenin en önemli özelliklerinden biri 5.275 boruya sahip olan 25 ton ağırlığındaki orgu: “Orgelsjodur”.
Burada kısa bir müzik ziyafeti sonrası yeniden kilisenin dışına çıkıyoruz.
Hemen kilisenin önünde büyük kâşif ve bir Viking olan Leifur Eiriksson’un ayakta yüksek kaide üzerinde bir heykeli var. Grönland’ın kurucusu olan Leifur Eiriksson’ın aynı zamanda Kristof Kolomb’un 1492’de Amerika’yı keşfinden çok daha önce 1000 senesinde Kuzey Amerika’yı keşfettiğine inanıyorlar.
Bunun yanı sıra kentin pek çok bölümünde İzlandalı heykeltıraşlar tarafından yapılmış heykeller var.
Pek çok heykelde de insan figürü yer alıyor.
Kentin genelde çok sessiz sakin olduğunu söylüyorlar ama biz gittiğimizde festivalden dolayı durum farklıydı, etraf çok daha kalabalıktı. Genelde gündüz saatlerinde sokakta pek kimseler olmazmış. Ancak Cuma ve Cumartesi akşam saatlerinde özelliklede gece 23.00 ile sabah saat 08.00 arası kentin neredeyse tamamı sokaklara dökülürmüş.
İzlandalılar’da da alkol tüketimi oldukça yüksek. Özellikle haftasonu akşamları herkes elinde içkisi ile sokaklarda dolaşıyor. Soğuk votka ve patates rakısı içmek çok revaçta.
Özellikle bugünlerde sokaklarda portatif fast food stantları açılıyor. Gece eğlenmekten yorulanlar bu stantlarda açlıklarını gideriyorlar. En popüler mekânlar; Cafe 22, rex bar ve vegamot.
Kentteki en önemli alışveriş caddesi Laugavegur Caddesi. Burada yürürken çok sayıda hediyelik eşya mağazası ile karşılaşacaksınız. Sonuçta İzlanda ekonomisinin % 70’ini balıkçılık oluşturuyorsa, % 30’unu da turizm oluşturuyor.
Bu mağazalardan alınabilecek en güzel hediyeler; yünden yapılmış bere, atkı ve eldivenler, milli içkileri Brennivin, İzlandalı şarkıcı Björk'ün ve Sigur Ros’un müzik CD'leri, konserve deniz ürünleri, boyanmış taşlar ve meşhur Puffin Papağanı’nın maskotu.
Puffin Papağanı, büyük kırmızı - sarı gagalı ve kırmızı ayaklı bir çeşit kuş. Vücudu penguene benziyor. Gövdesinin boyu 30 cm, ağırlığı ise ortalama 500 gr. Yani büyüklük olarak bir güvercin kadar. En önemli özelliklerinden bir uçtuklarından daha iyi yüzebilmeleri. İzlanda’ya sadece yılın 3 ayında geliyorlarmış. Kış aylarında ise Güney Afrika ve Yeni Zelanda’ya göçüyorlar. Biz doğal ortamında göremedik, maskotu ile idare ettik.
İzlanda’da yoğun bir ABD hayranlığı olduğu gözünüze çarpacaktır. Arabaları, gençlerin kıyafetleri, izledikleri filmler, fast food tüketimi hep Amerikan özentisi.
Ülke halkı 2. Dünya Savaşı’na kadar sigaranın ne olduğunu bilmiyormuş. 2. Dünya savaşı sırasında Amerikan askerleri buraya sigarayı getirmiş. Günümüzde sigara kullanımı İzlandalı gençler arasında halen çok yaygın.
Gençler arasında graffiti çok yaygın. Hele ki trafiğe kapalı ufak bir meydana bakan tüm binaların cephesi rengârenk çizimlerle süslenmişti.
Gençlerin buluşma ve sosyalleşme noktalarından biri de Arnarholl Tepesi. Bu yeşillik alanın ortasında ise Arnarholl Heykeli yer alıyor. Bu heykel 874 senesinde ailesi ile birlikte buraya yerleşen Viking Ingolfur Arnarson’un anısına dikilmiş.
Buradan rahatlıkla kentteki en ilginç yapılardan biri olan opera binasını görebilirsiniz. Akureyri yazımda Kuzey Avrupa ülkelerinde tüm opera binalarının denize yakın ve ilginç bir tasarımla inşa edildiğinden bahsetmiştim. İşte Reykjavik Opera Evi buna en güzel örneklerden biri.
Bu da yakından görüntüsü; bal peteği gibi…
Buranın biraz ilerisinde günümüzde kütüphane olarak kullanılan ama geçmişte eski bir okul olan Ithaka’yı görebilirsiniz. Bu kütüphanenin önünde ise bilgeliği sembolize eden bir Yunan tanrısının heykeli yer alıyor.
Buranın biraz ilerisinde meşhur alışveriş caddesi Lækjargata üzerinde Reykjavik Koleji yer alıyor. Buradaki ilk yapı 1046’ya tarihleniyormuş ve Reykjavik’in en eski okuluymuş. Zaman içerisinde üzerine yeni yapılar eklenerelk genişletilmiş.
1881’e tarihlenen beyaz-gri renkteki Parlamento Binası yani Althingi oldukça dikkat çekici. Eğer içini grup olarak gezmek istiyorsanız, birkaç gün öncesinden su adrese email atıp bildirmeniz gerekiyor: [email protected]
Finli mimar Alvar aalto tarafından inşa edilmiş olan Nordik evi büyük bir piyanoyu andıran yapısı ile oldukça dikkat çekici. Tjörnin gölüne yakın konumdaki bu ev görülmeli.
Kentte görülmeye değer bir diğer yapı ise Perlan. Perlan, her biri 4 milyon litre sıcak su barındıran 6 tane su tankı üzerine kurulmuş bir komplekstir. Buranın ilk katında Saga Müzesi ve sergi alanı var.
Üst katında ise her tarafı kubbe gibi cam ile çevrili güzel bir restoran var. İsteyenler bu restoranın terasına çıkıp reykjavik’in 360 derece seyredebiliyorlar.
Perlan’ın hemen dışında ise müzisyenler olarak adlandırılan bir heykel grubu var. Oldukça ilgi çekici.
Gelelim Denizciler Anıtına ve Mezarlığı’na… Burası Atlantik Okyanusu’nda ana geçim kaynağının balıkçılık olduğu bir memleket. Tanıştığınız herkesin ya eşi, ya kardeşi, ya babası ya da amcası mutlaka balıkçı. Ancak Atlantik Okyanusu çok sakin değil, bu nedenle buradaki halk için balıkçı ölümleri sıradan bir durum haline gelmiş.
Zaman içinde o kadar çok balıkçı yitirilmiş ki Atlantik’te… Bu nedenle yitirilen balıkçılar için “İsimsiz Balıkçılar Anıtı” yapmışlar. Denizde kaybolan, balığa çıkıp bir daha dönmeyen balıkçıların isimleri bu taş bloklara ekleniyormuş.
Bu anıtın arka tarafında ise oldukça bakımlı bir mezarlık var.
Bizim buradaki şöforümüz Sarah isimli yedi aylık hamile bir kadındı ve buraya bizi getirdiğinde gözlerinin dolduğunu fark edip sordum, ne oldu diye. Meğerse Sarah’nın da erkek arkadaşı bir balıkçıymış ve onun yolunu gözlüyormuş…