Bana ‘Son bir seyahat hakkın var, nereye gitmek istersin‘ diye sorsalar hiç düşünmeden ‘New York’ diyebilirim.

New York’a şimdiye kadar 2 kez gittim, ikisinde de kış olmasına ve gözlerimden yaş gelecek kadar üşümeme rağmen ayrı zevk aldım. Anlatacaklarım ikisinin karışımı olacak tabii ki, o yüzden okurken kafanız karışmasın.

19 milyonu aşkın nüfusu ile dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olan NY’un bence her şeyi ayrı güzel, Manhattan, Central Park, Long Island, Brooklyn ve daha niceleri. Herşeyi  her an yapmak mümkün, müzik, tiyatro, gezi, eğlence, alışveriş, yemek, gece hayatı, lüks hayat ve daha niceleri. Zaten küçüklüğümüzden beri Amerikan dizileriyle büyüdüğümüzden pek bir yabancılık çekmiyoruz NY’a indiğimizde.

 

JFK havaalanının kapısından çıktığınız anda Harlem’e gelmiş gibi oluyorsunuz, çünkü her tarafta siyahi insanlar, JFK onlardan soruluyor sanki ve işte o andan itibaren Amerika maceranız başlıyor ve havaalanından da direkt Manhattan’a tabii.
  Manhattan’ı 3 ana bölge olarak düşünebiliriz, Özgürlük  anıtının, Wall Street’in, Dünya Ticaret Merkezinin, Chinatown’un, Little Italy’nin ve Birleşmiş Milletler’in bulunduğu Downtown bölgesi, Empire State, Rockefeller Center, Madison Square Garden ve Times Square’in olduğu Midtown bölgesi, Harlem, Central Park, Museum of National History ve The Metropolitan Museum of Art’ın bulunduğu uptown bölgesi sayılabilir.
Havaalanından şehre çeşitli yollarla gidebilirsiniz. AirTrain dedikleri metro hattı, otobüs, taksi veya kalabalıksanız eğer minibüs tarzı shuttle ayarlayabilirsiniz. Bizim tercihimiz ilk seyahatimizde kalabalık olduğumuz için shuttle olmuştu, ikincisinde de shuttle ayarlamıştık ancak şirket sahibi havaalanına büyük beyaz bir Limuisine ile gelmiş, bizi de Limuisine’le aldı, alırken de minibüs yerine Limuisine olmasının bir sakıncası yok değil mi diye sordu. Biz de ‘Hayır canım, ne sakıncası olabilir’ deyip üstüne bir de Limuisine’le fotoğraf çektirdik. Yalnız Brooklyn’deki otelin kapısından akşam koca bir Limuisine’le girip sonraki günler metro ile gidip gelince zaten küçük olan otelin, çalışanları arasında  biraz espri konusu olduk açıkçası.

NY’a gittiğim ilk seferde gerçekten şanslı olduğuma inandığım çok güzel bir otelde kaldık, herkesin gitmesi ve görmesini tavsiye ettiğim Grand Central Station yanındaki güzel ve tarzı olan Grand Hyatt otelinde kaldık. Yer olarak da gerçekten merkezi otellerden birisi. Grand Central Station yanında olması da metro ile ulaşım sağlayanlar için büyük bir avantaj. İkinci seferde ise Manhattan’daki otellerden nitekim daha hesaplı olan Brooklyn’de yeni açılan Le Blue adlı butik otelde kaldık. Yeni açılmış olmasından dolayı bir takım aksaklıklar olsa da odaları gayet düzgündü ve metro istasyonuna 5 dakikalık bir mesafede olduğu için ulaşım sorun olmamıştı ancak Manhattan’a gidiş yaklaşık 45 dakika sürüyordu.


 

Eşyalarımızı otele yerleştirdikten sonra kendimizi NY daha doğrusu Manhattan caddelerine attık, eşim iş için benden daha fazla gittiğinden dolayı iyi bildiği ve görmeyi özlediği yerlerden biri olan Times Square’e doğru yürüdük  ve öncelikle karnımız acıktığı için Times Square’daki Friday’s restoranına oturduk. O akşam Super Bowl’da final akşamıymış şansımıza, Friday’s de herkes oturmuş maçı izliyor ve tezahürat yapıyordu, yemeğimizi yiyip, maçı seyredip bir de güzel bir koşu rekoru izleyince iyice keyiflendik, biraz Times Square’da vakit geçirip bol bol etrafı seyredip uyumak üzere otelimize döndük, ne de olsa 7 saat fark vardı Türkiye ile ve gözümüzden uyku akıyordu.
  Sabah uyandıktan sonra kahvaltı için ara sokaklarda bir ‘Deli’ aramaya başladık, (bizde küçük yemek yapan kafeterya veya büfe tarzında yerlere benzer)  birçok sokakta olduğu için bulmak problem olmamıştı. Kore tarzı yemekler yapan bir Deli’yi gözümüze kestirip girdik.  İkimiz de birer peynirli omlet ve çay sipariş edip kahvaltılarımızı yaptıktan sonra eşim fuar için otele döndü. Ben de daha önce yapmış olduğum program doğrultusunda Empire State binasına doğru yürümeye başladım.

Manhattan’da dolaşmak baştan karışık gelse de caddeler ve sokaklar  birer ızgarayı andırdığı ve hepsi de numara sırasına göre adlandırıldığı için herhangi bir yere gitmek çok kolay sadece gideceğiniz yerin Avenue ve Street numarasını bilmeniz yeterli.  Örneğin gideceğiniz yer 7th Avenue 40th Street ve siz de 3th Avenue 25th Street’te iseniz öncelikli olarak Avenue üzerinden gidip sırasıyla 4th, 5th ve 6th Avenue’yu geçip 7th Avenue ulaştıktan sonra bu sefer Street’ler üzerinden sırasıyla 26th, 27th….  39th Street’i geçip 40th Street’e ulaşacaksınız. Dediğim gibi herşey sıralı olduğundan dolayı kaybolmanız neredeyse imkansız.
 

Empire State şehrin birçok yerinden rahatlıkla görülebilse de asıl 5th Avenue’ya geldiğiniz anda tüm ihtişamıyla karşınıza çıkıyor. 33th ve 34th Street arasında yer alıyor. Dünyanın en yüksek binaları arasında yer alan Empire State 1932 yılında sadece 18 ayda  tamamlanmış. 102 katlı binanın yüksekliği 381 mt ve tepesinde yer alan anteniyle birlikte 443 mt. 86 ve 102. katlardan çevreyi seyredebilirsiniz. 86. kat için 25$ olan ücret 102. kat için 42$’a çıkıyor ama ayrıca belirtmeniz gerek. Ben 86. Kata çıktım ama o bile yeterince yüksekti, aşağıya atlamaya kalksanız yere düşene kadar 1 fincan kahve ya da 1 bardak çayı içip bitirebilirsiniz gibi geldi.  Asansör ise o kadar hızlı ki göstergesi katları çıkarken 10’ar 10’ar atlıyor. Gözlem katına çıktığınız anda tüm Manhattan ve çevresini ayaklar altında görünce ödediğiniz paraya değdiğini anlayacaksınız. Ancak girişte sıra olduğu için sabah erken gidilmesinde fayda var diye düşünüyorum, en azından sırada bekleyerek vaktinizi öldürmezsiniz.
  Empire State’ten çıktıktan sonra kapının önünde bekleyen ve ellerinde  pos cihazına benzer bir cihazla dolaşan zencileri görünce ilk anda ne yaptıklarını anlamasam da,  nereye gitsem şimdi ne yapsam diye düşünürken onlardan biri bana yanaştı ve sightseeing tour için bilet sattığını istersem  akşama kadar içerisinde bazı müzelerin ve özgürlük anıtının da dahil olduğu bir bilet verebileceğini söyleyince kafama yattı ve bileti aldım. New York’taki sightseeing tour ilk deneyimim olacaktı. Şunu belirtmeliyim ki New York’ta içerisine herşeyin dahil olduğu tur biletini alırsanız kesinlikle 1 günde bitiremeyeceğiniz için boşa gitmiş olur, o yüzden ya sadece uptown ya da downtown turu alın ya da 2 gün geçerli olan bilet isteyin, aksi takdirde biletinize boş yere fazladan para ödemiş olursunuz.
 New York’taki sightseeing turların en büyük avantajı Hop On – Hop Off olması yani şehir içerisinde dolaşırken belli bazı duraklarda inebilir sonra arkadan gelen otobüse tekrar binebilirsiniz. Yanlış hatırlamıyorsam her 20 dakikada bir tur otobüs geçiyor. Downtown turunda Times Square, Broadway, Madison Square Garden, Macy’s, Empire State Building, Flatiron building, Chinatown, Little Italy, City Hall, Brooklyn Köprüsü, Dünya Ticaret Merkezi, Özgürlük Anıtı, Wall Street, Birleşmiş Milletler gibi önemli yerler var, ya bunların yakınından ya da çevresinden geçiyor. Mesela Ground  Zero olarak tabir edilen yıkılan Dünya Ticaret Merkezine gitmek istiyorsanız, otobüsten inip biraz yürümeniz gerekiyor, sonra tekrar durağa gelip bir sonraki otobüse binebilirsiniz.
  Çift katlı üzeri açık tur otobüsüne bindiğiniz anda inanılmaz derecede geveze ve makinalı tüfek gibi konuşan bir rehber sizi karşılıyor ve tüm tur boyunca siz etrafı seyrederken susmaksızın o da çevre ile ilgili bilgi veriyor.
  Chinatown’a gelince durakta otobüsten indim. Biraz çevreyi gezindikten sonra tekrar otobüsten indiğim durağa yürüyüp bir sonraki otobüsü beklemeye başladım. Ancak burasının daha bol vakitte gezilmesi gerekiyor, o yüzden tur esnasında inip boş yere vakit kaybetmeye gerek yok. Özellikle aç karnına gelip kendinize özgün bir çin lokantası bulup dalmak gerekiyor.   Dünya Ticaret Merkezi durağına gelince otobüsten inip çevreyi gezmek istedim. Yaklaşık 6 sene olmasına rağmen hala insanlar acılarını yaşatmaya devam ediyorlardı. Bu arada inşaat çalışmaları da alanda devam ediyordu. İnşaat alanının etrafına ve metronun girişine saldırı sonrası ölen insanların resimlerini tabelalara asmışlardı.

Dünya ticaret merkezinden sonra Özgürlük Anıtının bulunduğu Özgürlük adasına geçeceğim feribot iskelesine doğru yürüdüm. Burası da bayağı kalabalık olduğu için feribota binmek için yaklaşık 45 dakika sıra bekledim. Ancak feribot iskeleden kalkıp adaya yaklaştıkça Manhattan manzarası da tüm ihtişamıyla karşımıza çıkıyordu. Her ne kadar hava puslu da olsa ve ışıklar henüz yanmamış olsa da manzara muhteşemdi. Zaten sonraki ABD ziyaretimde Washington DC’den dönerken gece ışıklı Manhattan manzarasını da görecektim ve aynen posterlerdeki gibi harikaydı.

Özgürlük adasına yaklaştıkça yıllardır televizyonda ve sinemalarda gördüğüm anıtı yakından canlı olarak görebileceğim ve hatta üzerine çıkıp çevreyi seyredebileceğim için bayağı heyecanlıydım. Öncelikle feribottan inip adanın etrafında bir tur atıp gezdikten sonra anıta çıkmak için kapıya geldiğim anda görevliler yukarı çıkış için benden ayrı bir bilet istediler, böyle bir şeyden haberim olmadığı için bu bileti almamıştım. Tabii buraya kadar geldikten sonra yukarı çıkmadan dönmek de olmazdı, kapıdaki güvenliğe biraz şirinlik yaptıktan sonra bana bekle birazdan seni yukarı çıkaracağız dediler ve ben bile nasıl razı olduklarını anlamadan bana ellerinde bulunan ekstra bir bileti verip içeri soktular. Yalnız manzara için çıktığımız yer anıtın ayaklarının hemen altında yer alan terastı, yukarı meşaleye veya taca çıkmamıza izin vermiyorlardı.

  Özgürlük adasından geri dönüp tekrar tur otobüsüne bindim ancak turun bitmesine pek bir şey kalmadığı için Wall Street’ den geçip ilk durakta indirdiler.

Otobüsten indikten sonra yürüyerek kaldığımız otelin yanındaki Grand Central Station’a gittim. Soğuk günler için oldukça iyi bir sığınak olan terminal kalabalığı, tarihi dokusu, filmlerden aklımızda kalan tanıdık yüzü  ve içerisindeki mağazaları ile harika bir vakit geçirme merkezi. Özellikle içerisinde yer alan Grand Central Market içerisindeki şarküterisi ve manavı ile bu tür yerleri sevenler için bulunmaz bir nimet. Akşama yemek üzere bir miktar meyve alıp otele çıktım. Eşimin işi bittikten sonra otelden ayrılıp tekrar kendimizi Manhattan caddelerine attık ve tabii  istikamet tekrar Times Square’ di. Aslında genelde Manhattan’da tüm caddeler hareketli, o yüzden dolaşırken sıkılmıyorsunuz ancak neredeyse 24 saat hareketli olan bölgesi Times Square.

Akşam yemeği için kendimize Le Marais adlı yahudi lokantasını seçtik. Şarküterisi ve lokantasıyla ( son yıllarda Türkiye’de de sıkça rastlamaya başladığımız ) et üzerine mükemmel bir lokanta olduğu  daha girişinden anlaşılıyordu, ancak randevusuz gittiğimiz için bizi bir süre beklettikten sonra boş bir masa bulup oturttular. Garsonun gelmesini beklerken yanımızdan, aynen çizgi filmlerde gördüğümüz gibi kocaman, elinde pirzola tabağı olan bir garson geçti. Türkiye’de daha önce böyle bir şey yemediğim için bayağı ilginç geldi ve ben de garson gelince ana yemek olarak prime rib denen bu etten ısmarladım. Yaklaşık 3-4 cm kalınlığında gelen etten bir parça alıp ağzınıza götürdüğünüz anda badem gibi dağılıyor ve hayatımda yediğim en güzel etlerden birisiydi diyebilirim. Bu yüzden New York’a gidenlere mutlaka bu restoranı öneriyorum. Diğer yemeklerle beraber adam başı yaklaşık 60-70$ hesap geliyor, ancak verdiğiniz paraya değdiğini söyleyebilirim.

Ertesi sabah ilk işim 5th Avenue üzerinden yürüyerek Central Parka gitmek ve çevresini dolaşmaktı. Kahvaltı için New York Public Library’nin karşısında şirin bir cafe olan Devon and Blakely’i tercih ettim. Önce sıcak bir sebze çorbası içtim, sonra da kendime güzel bir sandviçle ziyafet çektim. Manhattan’da en lüks mağazaların toplandığı cadde 5th Avenue.  Tüm ünlü ve büyük markaların mağazalarını bu caddede bulabilirsiniz.
 

New York’un simgelerinden biri olan Central Park’a geldiğimde ortam harikaydı, bütün o Manhattan kalabalığı içerisinde sanki kurtarılmış bir bölge oluşturmuşlar. Ağaçları, sincapları ve faytonları ile muhteşem bir park. Yürüyüş yapanlar, jogging yapanlar, bisiklete binenler ve hatta  doğum yapmış hanımları, tekrar eski fit günlerine dönmek için ellerinde pusetlerle  jogging yaparken görmenizde mümkün, birbirleri ile yarışanlar bile vardı. Hayvanat bahçesi de vardı ancak kışın soğuk olduğundan dolayı ya ziyarete kapatmışlar ya da hayvanları dışarı bırakmamışlardı. Parkın girişinde yazın normal paten, kışın da buz pateni yapmak için kullanılan bir de pist yapmışlar.   Akşam için Chelsea bölgesinde yer alan one-star Michelin restoranı olan Del Posto’da yer ayırttık. İtalyan tarzı ile New York’lu seçkinlerin tercih yerlerinden biri olan restoranda öncelikle masanız hazırlanana kadar sizi bara alıyor ve seçkin içkilerinden sunuyorlar. Böyle bir deneyim yaşamak isteyenler için michelin restoranlarını kesinlikle tavsiye ederim ancak fiyatlarının normal yerlere nazaran bayağı farklı olduğunu da belirtmeliyim.   Burada anlatıma ara verip NY’ta yemek konusundan da biraz bahsetmek istiyorum. Eşim senede 2 defa gittiği için kendi tarzına uygun bir takım restroranlar belirlemiş ve genellikle oralara gidiyor, ben ise değişik restoranlar deneme taraftarıyım. Çok fazla alternatifin olduğu, dünya mutfaklarından her türlüsünü bulabileceğiniz  Manhattan bölgesi için bizim denediklerimizi şu şekilde sayabiliriz:
 New York’ta yemek yediğimiz yerlerden bir diğeri de TAD’s SteakHouse’du. Times Square meydanında yer alan daha çok fast food tarzı olan restoranda yediğimiz etlerden pek  de memnun kalmadım. Öncelikle NY’ta bir alevde pişirme furyası var desem yeridir. Bu yöntemle etin dışı yanıyor, bu da bizim pek alışkın olmadığımız bir şey, kendi soslarıyla tatlandırmaya çalışsanız da sosları bizim damak zevkimize uygun olmadığından pek tavsiye etmiyorum.

 

Tavsiye edeceğim bir diğer restoran da Olive Garden. NY’un birçok bölgesinde rastlayabileceğiniz bu restoran’a biz Long Island ve Times Square’da gittik ve çok memnun kaldığımızı söyleyebilirim, özellikle makarna konusunda bayağı yetenekliler. Normalde kalabalık olduğu için bekleme sırasında elinize ışıklı elektronik bir alet tutuşturuyorlar, sıra size geldiğinde ışık yanıyor ve masanıza geçiyorsunuz, bekleme esnasında Olive Garden’ın barına da geçebilirsiniz.
  Canınız atıştırmalık birşeyler çekiyorsa NY’un her köşesinde olan Deli’leri deneyebilir, sokak satıcılarından ekmek arası tavuk, pretzel  veya Hot Dog yiyebilirsiniz. Ayrıca Grand Central Station ve Madison Square Garden’ın içerisinde yer alan Food Court’ları da kesinlikle tavsiye ederim. Hem çeşit hem de fiyat açısından gayet iyiler.
 

Dünyanın en büyük mağazası olan 34th Street’teki Macy’s deki Food Court da gerçekten kaliteli ve güzel, özellikle isteğinize göre yaptıkları makarnaları denemenizi tavsiye ederim, zaten NY’a kadar gelmişken Macy’s e gitmemek olmaz.
 

Deniz ürünleri sevenler için Red Lobster iyi bir seçenek. Karidesten ıstakoza ve yengeç bacağına kadar birçok çeşidin sunulduğu restorandan memnun kalacağınızı umuyorum.
  Ayrıca bir de Brasilian SteakHouse’ları kesinlikle öneriyorum. Las Vegas seyahatimdeki yazımda bahsettiğim tarzda bir restorana rastlarsanız girmenizi tavsiye ederim, özellikle et ve et ürünlerini seviyorsanız.
  Çin yemekleri için de yukarıda bahsettiğim Chinatown’u en doğru adres.
  Şimdi tekrar Central Park’a dönebiliriz. Central Park’ta bir süre dolaşıp etrafı gezdikten sonra parkın yanı başındaki American Museum of Natural History’e girdim. Tarih öncesi yaratıkların iskeletlerinin ve fosillerin sergilendiği alanların yanı sıra Uzay, dünya ve evrenle ilgili görsel şovların olduğu müzeyi de görülmesi gereken yerler listesinde üst sıralara çıkarabiliriz. Özellikle Space Show’u görmenizi tavsiye ederim. Yaklaşık yarım günlük hızlı bir turdan sonra müzeden ayrılıp yavaş yavaş otelimizin olduğu tarafa yürümeye başladım. Manhattan’ın en güzel yanı mütamadiyen yürüyorsunuz. Biraz absürd olacak ama NY seyahatim sırasında en çok övündüğüm şeylerden birisi de 1st Avenue 1st Street’ten 9th Avenue 80th Street’e kadar her yeri yürüyerek dolaşmış olmam :)

Doğal tarih müzesinden çıktıktan sonra parkın diğer kısmında yer alan The Metropolitan Museum of Art’a doğru yürüdüm. Yunan, Roma, Mısır ve Çin sanatlarının yanısıra Avrupa ve Amerikan modern sanat eserlerin sergilendiği müzede resimler, heykeller ve çeşitli eserleri de bulunmakta. Özellikle Lehman koleksiyonun olduğu bölümü sanatseverler için tavsiye ederim. Ancak müzede fotoğraf ve video çekilmesine izin verilmediğini de belirtmeliyim.
 

Müzeden çıktıktan sonra Central parkın yanından 5th Avenue üzerinden tekrar otele döndüm.  Central Park ve 5th Avenue demişken Apple Store’da uğramamazlık etmezsiniz diye düşünüyorum. Mağazada kimi zaman iğne atsanız yere düşmeyecek şekilde kalabalık olduğunu da söylemeliyim.  

Bu arada akşamın olmasını da sabırsızlıkla beklediğimi de söylemeliyim. New York Knicks – Miami Heat arasındaki NBA karşılaşması için bilet almıştık. Karşılaşmanın yapılacağı Madison Square Garden’a geldiğimizde dışarıdan bir şeye benzetemesem de içeri girdiğimde hiç beklemediğim kadar büyük olduğunu gördüm. İlk kez bir NBA maçına gidecek olmanın verdiği heyecanla yaklaşık 1 saat öncesinden yerimizi aldık. Hemen hemen orta-köşe tabir edebileceğimiz koltuklar için adam başı 85$ ödemiştik. NBA maçının tam bir görsel şölen olduğunu söylemeliyim. Maç başlamadan önceki şovları, maç içerisindeki şovları ile mutlaka yapılması gerekenler listesine eklemeli. Shaquille O’Neil ve Dwayne Wade’li bir önceki senenin şampiyonu Miami’ye 116-96 ile New York iyi bir ders verdi, 52 sayı ile yıldızlaşan Jamal Crawford’u seyretmek de ayrı bir zevkti. Devre arasında ise eskiden bizim futbol stadyumlarında satılan ekmek arası sucuk gibi lezzetli olan Hot Dog yeme fırsatını da kaçırmadık tabii ki :)

Ertesi gün istikamet tekrardan Downtown’dı. Brodway, Chinatown, WTC, City Hall ve Brooklyn Köprüsü (Köprü üzerindeki yaya yolundan mutlaka karşı tarafa geçmelisiniz) derken bayağı bir yürüyüşten sonra kendimi Birleşmiş Milletler binasının önünde buldum. İçeri girilip bir rehber eşliğinde gezilebileceğini öğrenince ben de girip gezmek istedim. Yanlış hatırlamıyorsam 15$ gibi bir ücret ve yaklaşık yarım saat kadar bekledikten sonra rehber eşliğinde binayı gezmeye başladık, özellikle en etkileyici olan kısımları Genel Kurul Toplantılarının yapıldığı salon ile Güvenlik Konseyi toplantıların yapıldığı salonları gezmekti.  Ayrıca atom bombasının atıldığı Hiroşima ve Nagazaki bölgelerinden getirilmiş olan erimiş heykeller ve parçaları görmek de savaşın ve atom bombasının kirli yüzünü görmek açısından etkileyiciydi.

Bu arada NY'da bulunduğum tarihler arasında bir de New York Otomobil fuarını ziyaret ettim. Sürekli gazetelerde okuduğumuz, köşe yazarlarının ballandıra ballandıra anlattıkları fuar izlenimleri, firmaların yeni çıkardıkları arabalar, konsept arabaları görme şansım oldu. Şunu söylemeliyim ki fuarın Türkiye'dekilerden pek bir farkı yok, buradaki kalabalık ve curcuna orada da var ama tek farklı yanı Türkiye'de görme şansımın olmadığı hatta görsem de kullanma imkanımın olmayacağı birçok arabanın direksiyonuna geçme fırsatı buldum. Yalnız Türkiye'de bir valiz dolusu para harcayarak sayılı zenginlerin binebildikleri arabalar ve SUV'ların 40.000 - 50.000$ fiyatla satıldıklarını ve Amerikalı olan çoğu insanın bu arabaları alabilme imkanı ve şanşının olabildiğini görücünce bir Türk olarak utanıyorsunuz. Kendi vatanınızda insanlar hala taştan kerpiçten ve hatta tuvaleti, banyosu dahi olmayan evlerde yaşarken amerikalıların köylerde dahi son model evlerde yaşadıklarını ve koca koca jeeplere binebildiklerini görünce benim ülkemin insanının ne suçu vardı ki bizler millet olarak buradakilerle taban tabana zıt şartlarda yaşıyoruz diyorsunuz. Ülke olarak o kadar zenginliklerin üzerinde otururken bu kadar sürünmenin ve yıllardır bölünmeye çalışılan bir vatan üzerinde neden hiçbir şey yapamadan oturduğumuzu merak ediyorum. Ancak aynı zamanda amerikanın kötü yönetildiğini ve bunun acısını ve kayıplarını ödetmek için ortadoğu ve arap yarım adasını seçmiş olduğunu acı bir şekilde görüp anlıyorsunuz.

Zannedersem New York ile ilgili aklıma gelenlerin tamamını yazdım.

Bu arada alışveriş yapmak isteyenler için New York'ta tek geçeceğim adres Woodbury Common Premium Outlets. Neredeyse tüm ünlü markaların outlet'lerinin bulunduğu ve son derecede ucuza alışveriş yapabileceğiniz bir yer. Woodbury için hergün Sightseeing turlar tarafından otobüs kaldırılıyor, kişibaşı 40$'a gidiş-dönüş ulaşım sağlayabilirsiniz.

http://gukelge.blogspot.com.tr/